Bircan Değirmenci
Erbil yolculuğunun ardından geldiğim Cizre baharı çoktan karşılamış. Montları çıkartıyoruz. İnsanların coşkusu havayı daha da ısıtıyor. Seçim çalışması için mahalleleri dolaşan kalabalıkla karşılaşıyoruz. Müzik eşliğinde birlikte yürüyoruz. Camlardan, balkonlardan, alkışlar, sloganlar, zılgıtlar ve zafer işaretiyle karşılanıyor partililer. Ayşegül Doğan Şırnak’tan üçüncü sıra adayı. Bayramda baba ocağına gelmiş. Cizreliler umutla, coşkuyla, şefkatle, sevinçle bağrına basıyor onu.
Röportaj yapmak için Doğan Sokak’taki evine gidiyoruz. Burası onun büyüdüğü yer. Babasının artık eczane olarak faaliyette bulunan avukatlık bürosunu gösteriyor. Önceleri asma ağaçların olduğu bahçesi, minik bir havuzu ve misafirhanenin olduğu avlulu evin yerinde şimdi Doğan apartmanı var. Orhan Doğan Ankara Hukuk Fakültesi’nde öğrenciyken yaz tatillerinde mutlaka Cizre’ye gelirmiş.
“Bu gelişlerden birinde annemle birbirlerini görmüşler, tanışmış ve evlenmişler. Aşk evliliği onların ki”
Evlendikten sonra Ankara’ya taşınırlar. 1977’de ilk çocukları Ayşegül dünyaya gelir. Doğan artık genç bir avukattır. 1980 askeri darbe darbesinde o da bir süre saklanmak zorunda kalır. Ama bu dönemde Cizre’ye gelip avukatlığı burada yapmaya karar verir.
“Babam burada olması gerektiğine inanıyordu. 1991 genel seçimlerine kadar Cizre’deydik.”
Orhan Doğan, İHD’nin kuruluş aşamasında yer alarak Cizre’deki temsilciliğini üstlenir. İşçi, köylü, emekçi herkesin avukatlığını yapar. Özellikle devlet kaynaklı şiddet gören kadınların da avukatıdır. Bu yüzden evlerinin kapısı ve sofraları her zaman açıktır ve gelen gidenleri çoktur.
“Babam o kadar korkunç dosyalar alıyordu ki, kendi deyimiyle bedenlerinde sigara yanığı olan insanların, meme uçları kopartılmış kadınların avukatlığını yapıyordu. Bunu yaparken bazı şeyleri de normal akışında sürdürmek zaten mümkün değil. Dolayısıyla sürekli tehdit altındaydı. O karşılaştığı her saldırının ihtimalinin sonuçlarının farkındaydı. Biz de bunun bir parçası olarak yaşıyorduk. Böyle bir hakikatten hiçbir zaman kopuk olmadık. Tam da göbeğindeydik. Hiçbir zaman korkuyu hayatın içinde canlı tutmadık. Çünkü onunla beraber, ona rağmen yaşamayı öğrendik. Öyle bir tedrisattan geçtik. Her şeye rağmen gülebilmeyi bildik. Biz hep bir gün bir yerde faili belli bir şekilde kaybetme korkusu yaşıyorduk. Nitekim Cem Ersever’in bir kitabında Orhan Doğan dokuz canlı çıktı kaç kez denedik, öldüremedik dediğini okumuştum.”
YEŞİLYURT DAVASI AVUKATIDIR
15 Ocak 1989’da Cizre’ye bağlı Yeşilyurt köyünü gece yarısı basan asker ve özel tim polislerinin 8 köylüye işkence ederek insan dışkısı yedirdiği haberi kamuoyuna yansımıştır. Köylülerin avukatlığını Orhan Doğan üstlenir. Dava güvenlik sebebiyle Ankara’ya taşınmıştır.
“Yeşilyurt davası öncesiydi. Biz avluda oturuyorduk. Babaannem küçük kardeşim Emre’yi dış kapının önünde yürütüyordu. Birden bir patlama oldu. Meğerse çöp kutusuna bomba koymuşlar. Neyse ki kimseye bir şey olmadı. Olayın şokunu yaşarken ev telefonu çaldı. Babam kimsenin açmasına izin vermedi çünkü gelen telefonun bombayla ilgili olduğunu tahmin etmişti. Babama ‘Bu daha başlangıç, eğer yola çıkar gidersen seni öldürürüz demişler.’ Ama tabi ki babam gitti.”
Çatışmalı, sıcak zamanlardır. Evleri her zaman hedef halindedir. Başka çocuklar gibi sokakta oyun oynama şansları olmadığı için dedesi avluya çocuklar için salıncak ve benzeri aparatlar koyar.
“Avluda çatışma seslerini dinlerken silah seslerinden hangisinin çatışma, hangisinin saldırı olduğunu anlayabiliyorduk. Her şeye rağmen orada yaşamak çok güzeldi. Keşke yeniden o günlere dönebilsek diyorum. Evet saldırılar çoktu ama direniş de bir o kadar görkemli ve hakikiydi. Buradaki yıllar babamın yolunu gözleyerek geçiyordu. Sabah babamı evden uğurladığımızda akşam dönmeme ihtimalini yaşıyorduk. Böyle bir kabulle yaşamamıza rağmen çok keyifli, sevgi dolu ve mutlu bir ailedeydik.”
Lise son sınıfa kadar burada okur Ayşegül Doğan. Cizre Lisesi de siyasi atmosferden kaynaklı çalkantılıdır. Okula kuzenleri eşliğinde gidip gelmek zorundadır.
“Kaç kez okulda mahsur kaldık, çıkamadık. Son sınıfı babamın parlamentoya girmesiyle birlikte Ankara Çankaya Lisesi’nde okudum. Her açıdan çok farklıydı. Bir Cizreli olarak Çankaya’da bir sınıfa dahil oluyordum. Leyla Zana’nın oğluyla aynı sınıftaydık. Maruz kaldığımız şeyleri anımsamak bile istemeyecek kadar çok büyük ırkçı saldırılarla karşılaştık.
Mesela eğitimde fırsat eşitliğinden bahsediyoruz ya, ben bunun ne demek olduğunu birebir deneyimledim. Aldığınız eğitimle buranın arasında uçurum var. Cizre’de neredeyse tüm derslerimiz boş geçerdi. Dolu geçen derslerde de bize zorla İstiklal Marşı, andımız, nutuk okutulurdu. Okumadığımız zamanlarda da beşparmağımız birleştirilip sopa yerdik. Dayanabilen kaldı diyelim. Benim dönemimde pek çok arkadaşım şu anda ya hapishanede ya sürgüne gitmek zorunda kaldı ya da mücadeleyi başka bir yerinden tutup devam etti.”
VE 2 MART 1994
Orhan Doğan’ın izleyen herkeste derin yara açan ve hafızalara kazınan Meclis’ten gözaltına alınışını anımsıyoruz birlikte.
“Babamlar Mitterand’la görüşmek üzere Paris’telerdi. Medyada günlerce ‘kaçtılar’ propagandası yapıldı. ‘DEP’li Doğan’ın evinden PKK’liler çıktı’ haberleri. Biz günlerce milletvekili lojmanlarında yaşamamıza rağmen evden dışarı çıkamadık, okula gidemedik. Orada da sürekli taciz, tehdit telefonları. Evin bahçesine çıkıyorsun, ailenin sayısı kadar kazılmış mezarla karşılaşıyorsun. Babam iki gün önce siyaset meydanında konuktu. Geldiğinde tutuklanacağını ve bu sürecin uzun olacağının farkındaydı. Öyle diyordu ama evde bir veda havası yoktu. Sadece şunu tartışmıştık. Yurtdışına gitmek mi, kalmak mı. Oradaydı zaten dönmese mi diye çok tartıştık. Döndükten sonra da ne yapılacağı konusunda günler süren toplantılar yapıldı. Babam gitmeme taraftarıydı. Çünkü binlerce insanın oyunun temsilcisiydi. Onların yaşadıklarından ayrı bir şey yaşamak istemiyordu, amacı o süreci kalarak göğüslemekti.
Ona oy vermiş insanların, umut bağlamış insanların yaşadığına ortak olmak istedi. Annem de gitmesini istemiyordu, onun en büyük endişesi kadınlara yönelik ciddi saldırılar olduğu için bendim. 2 Mart sabahı hepimizi uyurken öperek evden çıkmış.”
Meclis’in etrafı etten duvarla örülüdür. Ayşegül Meclis lobisinde babasının katıldığı toplantıyı izliyor. Oylama yapılıyor, eller kalkıyor.
“Kalkan ellerin tamamını gördüm. Meclis çevresi etrafında 15 Temmuz darbe girişimi gecesi dahil hiçbir zaman o kadar çok güvenlik gücünü görmedim. Meclis adeta kuşatılmıştı. Birileri tarafından olacaklar biliniyordu. Babam da zaten dokunulmazlıklarının kaldırılacağını ve tutuklanacaklarını biliyordu. Oylamadan sonra odasına geçtim ve bekliyordum. Gelecek ve eve gideceğimizi sanıyordum ama odaya gelmedi. Bana telefon etti. ‘Sen Sedat Amcanla (Yurttaş) birlikte eve geç ben de Leyla ablanla beraber Ahmet amcanın evine gideceğiz’ diyordu. Aslında olacakları tahmin ediyor ve benim o anlara tanık olmamı istemiyordu. Ben odada beklerken Hatip Dicle’nin gözaltına alındığını duyduk. Ben Sedat Yurttaş’la beraber çıktım. Ahmet Türk, Leyla Zana ve babam bir arada gidiyorlar. Ev kalabalık, herkes toplanmış, görüntüleri gördük ve tabi babamın itirazını da. Daha itiraz süresi vardı ve babam onu hatırlatıyordu. Bizim en büyük endişemiz onların gözaltında olduklarının kabul edilmesi ve nerede olduklarını bilmemizdi.”
Diğer milletvekilleri de parlamentoda protesto şeklinde oturma eylemi başlatarak Meclis’ten çıkmazlar. Onlar da 4 Mart günü gözaltına alınırlar.
‘İfade verip döneceksiniz’ şeklinde bir davetin neticesinde 18 gün gözaltında kalırlar. Bu süre zarfında ailelerle hiçbir temasları olmaz.
“DGM’ye getirildikleri gün avluda beklerken onları camdan görmüştük. Tutuklandıktan bir ay sonra görebildik. Biz de tabi medyadan takip ediyoruz. ‘DEP’liler Hilton koğuşundalar’ gibi haberler yapılıyordu. Asla böyle değildi. Koşullarını gördük. Ve hapishane süreci başladı.”
Çok zor bir hikaye başlar kendisi ve ailesi için. Milletvekili lojmanlarından çıkarlar. Ankara’da muhtarlar toplanıp kendilerine ev verilmemesi konusunda uyarılırlar.
“Annem 30’lu yaşlarında. Ankara tanıdığı bildiği bir yer değil. Anadili Kürtçe, Türkçeyi sonradan öğreniyor. 5 çocukla çok zor bir süreç başlıyor onun için. Aileler dağıldı, parçalandı ama buna rağmen annem hiç vazgeçmedi ve babamları yalnız bırakmadı”
Babası cezaevindeyken üniversiteye hazırlanıyordu. Kazandığı halde gidemez. Çünkü kendisi gibi diğer parlamenterlerin çocukları da Türk İntikam Tugayı tarafından tehdit edilir.
“Buna rağmen kalmak istiyordum. Paris Kürt Enstitüsü aracılığıyla bizlere burslar verildi. Önce Leyla Zana’nın oğlu gitti. Beni cezaevinde çok zor ikna ettiler. Hukuken mülteci olmasak da sonuçta gönülsüz bir gidişti ve bir nevi sürgündü benim için. 1995’te Fransa’ya gittim. İletişim okumak aklımda yoktu. Bütün Kürtler hukukçu olmak istiyordu ama ben doktor olmak istiyordum. Çünkü anadilde sağlık hizmetinin çok önemli olduğunu çocukluğumda gördüm. Babaannem beni birkaç kez devlet hastanesinin doğumhanesine götürdü. Çok travmatik bir şeydi. Orada doğum yapan kadınlara Türkçe Kürtçe çeviri yapıyordum. Dedem hep ‘doktor olacaksın, buraya döneceksin, ücretsiz sağlık hizmeti vereceksin, ihtisasını da yurtdışında yapacaksın’ derdi. Fransa’ya gittiğimde tıbbın uzun hikaye olduğunu gördüm. Benim amacım hemen bitirip hızla dönmekti. Babamlar beni gazeteciliğe ikna ettiler. Senin buna yeteneğin, bizim de ihtiyacımız var diyerek. Kürtlerin hepsi doktor, avukat oluyor ama medya da önemli.
Önce dil öğrendim ardından Metz Üniversitesi Kültürel Aracılık ve İletişim Bölümü’nde okudum. Akademisyen olmak istemiyordum. Aslında o da bir tepki. Babamdan dolayı atanmam söz konusu değildi ve istemiyordum da. İletişim fakültesinde hoca olmak yerine sahada olmak istiyordum. Fransa’da okumuş olmanın yarattığı şöyle bir şans var. Gazeteciliğin esasının muhabirlik olduğunu ve buna verilen kıymeti öğrendim. Burada bunun karşılığı öyle gözükmüyor ne yazık ki.”
Birkaç mülakattan geçerek gazetecilik okuluna girmeye hak kazanır. Okulu bitirdikten sonra Paris’te çeşitli yerlerde çalışır.
“Babamla sürekli irtibat halindeydim, mektuplaşıyordum. Sıklıkla gelmeye çalışıyordum ama bursiyer öğrenci olduğum için bunun koşulları vardı. Dönmek istedim. Benim koşullarımda olan hiç kimse dönmek istemezdi. Benimle aynı dönem olan bursiyer arkadaşlarım orada kaldılar. Ben zaten gittiğim günden beri gün sayarak bekliyordum.
SELAM VERMEKTEN KORKTULAR
Dönmek istememin en büyük sebebi babamı daha çok görmek istemekti. Annemin de buna çok ihtiyacı vardı. Ayrıca DEPlilerin de. Bize merhaba diyemedi insanlar. Kapımızı çalamadılar, telefon edemediler, selamdan korktular. Öyle bir korku iklimi ve linç yaşatıldı ki insani bir selam veren dahi bunun bedelini ödemek zorunda kaldı. Çok büyük bir sahiplenme vardı o enerjiyi nerede olursan ol hissediyorsun ama çok yalnız bırakıldıklarının gerçeğinin de farkındaydık. Büyük bir sahiplenme vardı evet ama onların yanında durabilecekken durmayan insanlardan bahsediyorum. Nitekim yıllar sonra bazıları neden durmadıklarını anlattı, bazıları nasıl tehdit edildiklerini, bazıları birtakım komisyonlarda yer alıp nelere göz yumduklarını. Her duruşmada onlar da bunları ifşa edip anlattılar.
Duruşmalara çok yoğun katılım oluyordu. Ama unutmayalım ki onlar idamla yargılandılar ve biz idamla yargılanan insanların aileleri olarak Ankara’da yaşamaya çalıştık. Bize buldukları yerde ‘idamla yargılanıyorlar, ne düşünüyorsunuz?’ gibi sorular yöneltildi. “Eğer bu mesele çözülecekse babam idam edilsin” diyorsun. Ben şimdi düşünüyorum da bu cümleyi nasıl kurmuşum 17-18 yaşında. Hiç kimse böyle bir şey isteyemez. Ama nasıl bir atmosfer ve saldırıyla karşı karşı karşıyaysak, artık yeter duygusunu nasıl yaşıyorsak ondan bile korkmuyorsun. Buna rağmen demokratik siyasette bu kadar çok ısrar eden bir tedrisattan geçiyorsun. Konuş anlat, empati yap. Sanırım benim okuduğum en büyük okul Ulucanlar Hapishanesi’nden geçmek oldu”
2001 sonlarında AİHM tarafından yeniden yargılama kararı çıkınca Türkiye’ye döner. O süreci onlarla paylaşmak, destek olmak ve iletişim danışmanlıklarını yapmak için. Artık anne ve babası da dönüşüne hayır demez.
“2004’te tahliye oldu babam. Babam çıktıktan sonra ‘Eğer bu yattığımız yıllar, demokrasi uğruna verilmiş bedellerse ve artık yeterliyse feda olsun. Ama daha fazla insanın canı yanmasın” demişti. Daha çok anlatmaya, konuşmaya, daha çok diyalog yolunu açmaya çalışırdı. Çok büyük sevgi seli ve kalabalıklarla karşılandık. İlk Diyarbakır’a indik. Tahliye beklediğimiz bir şey değildi. Hukuken de izahı zor bir şey zaten. Tamamen siyasiydi. Fazlasıyla yatmışlardı. AKP çoğu yerde ‘DEP’liler bizim iktidarımızda tahliye oldu’ diye propagandasını yaptı oysa ki fazlasıyla yatmışlardı. Kanunlar değişmişti. Devletten alacakları var. Üstelik siyasi yasaklı olarak tahliye edildiler. Babamı veto ettiler, 2007 seçimlerinde aday olamadılar. Seçim çalışmalarında da babamı kaybettik.
O da hepimiz için muamma. Pek çok gazetecinin yazdığı gibi müdahale etmek istemeyen doktorlardan, yol boyu yaşanan oksijen yetersizliğinden, bize verilmeyen ambulans uçağa kadar yıllarca kendi coğrafyasında savunuculuğunu yaptığı insanların mahrum kaldığı şeylerden mahrum kalarak hayatını kaybetti. Başka bir yerde başka koşullarda olsaydı belki şu anda aramızda olacaktı.”
Sonra gazetecilik serüveni başlar. İMC kurulana kadar sayısız ilişki ve iletişime rağmen o dönemin medyasında kendisine yer bulamaz.
“Doğrusu ben de medyanın o diliyle gazetecilik yapmak istemedim. Kapanana kadar İMC’deydim. Sonrasında freelance çalıştım. Çatışma çözümü ve dünyadaki deneyimler üzerine çalışıyorum son yıllarda. Kürt ittifak çalışmalarında kadınlarla birlikte çalıştık. Zaten siyaset hep benim hayatımdaydı.”
MİLLETVEKİLLİĞİ ADAYLIĞI
Adaylık başvurusu aklına gelen bir şey değildir. Daha önceki yerel seçimlerde belediye başkanlığı teklifi gelir, her seçimde etrafındakiler tarafından teşvik edilir. Fakat bu kez teklif Şırnak için olunca reddedemez.
“Hiç düşünmüyordum, başvurum da yoktu. Ama bu kez kadın olmak, Kürt olmak, gazeteci olmak ve Şırnak olması. Bu defa oldu. Doğrusu bana da sürpriz oldu. Hazırlanacak vaktim olmadı. Aday tanıtımından hemen sonra da bölgeye geldim. Ben 1991’den bu yana gerek gazeteci olarak gerekse ailemden dolayı bir şekilde seçim izliyorum. Bu seçimler kritik. Mecliste nasıl bir aritmetiğin çıkacağını ben de herkes gibi merak ediyorum. Birçok özelliği nedeniyle değişik bir seçime gidiyoruz. Değişik de bir hava esiyor. Ortaya çıkacak sonuçlar Meclis aritmetiği bize yol gösterecek. Cumhuriyetin ikinci yüzyılındayız ve artık bu sistemin kadınlar açısından değişmesi gerekiyor. Ben bir kadınım ve bugüne kadar elde ettiğimiz bütün kazanımları kaybetmekle karşı karşıyayız. Yeniden kazanıp güçlendirme ihtimali de bizim elimizde. O zaman bunca bedel ödemiş kadının sözünün güçlü bir biçimde parlamentoya taşınması neden olmasın dedik.
İkinci etken Kürdüm ve bu meselenin Türkiye’nin demokratikleşmesinin önündeki en büyük engel olduğunu düşünüyorum. Tabi ki bunu söylerken inkar edilen, yok sayılan diğer tüm kimlikler, inançlar, halklar da buna dahil. Bu artık birbirine bağlanmış ve kopamaz hale gelmiş.
Üçüncüsü gazeteciyim, mesleğimi yapamıyorum. Bununla ilgili de yapabileceğim bir alan olarak düşündüm. Yani asıl beni teşvik eden bunlar oldu. Bir diğeri de teklif Şırnak olarak geldi.
Şırnak özel politikaların olduğu bir bölge. Hep böyle olageldi. Dolayısıyla kolay bir yer değil. Çok da gözlerden ırak tutulmaya çalışılan bir bölge. Amacımız 4 milletvekili çıkartmak bununla da sınırlı kalmayıp buradan alacağımız sinerjiyi de yerel seçimlere yansıtmak”
Seçim çalışmaları sırasında insanların kendisine yaklaşımları nedeniyle babasının ağırlığını hep omuzlarında hissetmiş.
“Herkesin çok sevdiği biriydi babam. Burası sosyolojik olarak çok farklı bir yerdir. Birbirine son derece bağlı olan çeşitli aileler, aşiretler, gruplar vardır. Köylerde ve şehir merkezinde bu çeşitliliği çok görürüz. Şehirli ve şehirli olmayan ayrımı vardır burada. Babam hepsinin kabul ettiği, bağrına bastığı biriydi. Gözlerinde, dokunma biçimlerinde görüyorum. Çoğu onun müvekkilleri, değmiş, dokunmuş, herkese yetişmiş. O kadar kısa bir sürede bunu nasıl yapabilmiş şaşırıyorum. Bir yandan büyük bir yük, ağırlık, sorumluluk. Çünkü bana her baktıklarında ‘baban senin için gurur kaynağı ama bir yandan da seni ölçecek en önemli şeylerden biri, en az onun kadar olmalısın’ dediklerini duyuyorum. Aslında benim temel motivasyonum hiç böyle bir şey değildi. Babam ihtiyaç olduğu anda hiçbir şeyden geri çekilmezdi. Dolayısıyla bizi de geri çekmezdi. Evlatlarını diğer evlatlardan ayıran, onları ayrı tutan, koruyan, sakınan, onlara özel koşullar yaratan, kendi coğrafyasının koşullarının gerçeğinden ayrı tutan olmadı. Dolayısıyla eğer yaşasaydı bu açıdan bakıp beni desteklerdi diye düşünüyorum.”
Hedefleri arasında Meclis’te kadınların seslerini çoğaltmanın olduğunu söylüyor.
“Yalnızca Şırnaklı kadınların sesinden bahsetmiyorum. Kadınlar ortaklaşabilen, bunu son yıllarda yükseltebilen en büyük güç. Onların öncülüğünde gelişebilecek bir şeyin sonuç alabileceğine ve çok umut vadettiğine inanıyorum. Dolayısıyla öncelikle bu sesi ve sözü yükseltmek gerekiyor.”
YÜZ YILLIK BELLEĞİ MECLİSE HATIRLATMALIYIZ
Kürt meselesinin çözümünde hem parlamentonun rolü hem de parlamento dışında yapılması gereken şeylerin olduğunu belirtiyor.
“Ve tabi düşünce ve ifade özgürlüğü, anayasal haklar. Yani burada yaşayan herkes kendini bu topraklara ait hissetmeli. Mevcut anayasa hepimizi bu topraklara ait hissettirmiyor. Bir toplumsal konsensüs sağlayabilecek, insanların tüm farklı kimlikleriyle etnik, inançsal kimlikleriyle eşit hissedebilecekleri bir anayasaya ihtiyaç var. Şu ana kadar gazeteci olarak yaptıklarımı, bir kadın olarak yaptığımı, siyasi bir aileden gelip o geleneğe öyle bir belleğe sahip biri olarak o belleği de meclise taşımak istiyorum. Evet 20 yıldır görülmemiş bir zulüm yaşanıyor. Ama ben bunu mukayese etmiyorum. Bu 20 yıllık bir mesele değil 100 yıllık bir mesele.
Helalleşmeden bahsediliyor. Nasıl bir helalleşme, ben bu helalleşmeden bahsedilirken orada olmak istiyorum. Bu yüzleşmenin nasıl bir yüzleşme olacağını konuşurken orada söyleyecek bir sözüm var. Söyleyecek çok insanın sözü var. İşte o insanların sözünü yeniden hatırlatmak istiyorum. Yani helalleşme, yüzleşme, adına ne dersek diyelim hiçbiri 20 yıllık değil. 100 yıllık bir durumdan bahsediyorsak bunları tek tek hatırlatmak, unutturmamak gerekiyor. Bir affetmeden bahsediyorsak bu bir belleği silmek demek değildir. Aksine onu hatırlatarak, unutturmadan yapabilmektir. Yeni bir sistem eski parlamenter sistemle gerçekleşemez. Yepyeni bir sisteme ihtiyacımız varsa onların yollarını konuşurken orada olmak isterim”
Bircan Değirmenci: Diyarbakır doğumlu. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Gazeteciliğe 1996 yılında Özgür Gündem’de yargı muhabiri olarak başladı. TRT, Özgür Radyo, Star radyoları, Gazete TAZ, Kültür Servisi, Gazete Karınca ve Esmer dergisinde çalıştı. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nde kültür-sanat departmanındaki basın sorumluluğu görevinden 2017 yılında 692 Sayılı KHK ile ihraç edildi. Yeni Özgür Politika, Bianet ve Gazete Duvar’da yazdı.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***