YORUM | M. NEDİM HAZAR
Bugün size çok özel bir filmden bahsedecek ve bonus olarak da yönetmeniyle yapılmış bir söyleşiyi ekleyeceğim.
Ramazan ayları benim için bazı rutinlerin tekrarı anlamına geliyor.
Örneğin Çağrı filminin iki versiyonunu da tekrar izleyip, bugüne kadar fark edemediğim ayrıntıları yakalamaya çalışmak ve bu vesile ile yönetmeni Mustafa Akkad’a dua etmek.
İşte bahsini edeceğim film de, böyle bir ramazan rutini benim için.
Kaç kere izledim inanın hatırlamıyorum, ancak altından bir soğan gibi soydukça daha saf hali ortaya çıkan bir cevher adeta.
İsmi Bab’aziz.
Hadi başlayalım…
Sokrates’in öğrencisi, Aristo’nun hocası olan Eflatun (Platon) batı felsefesinin ilk noktası ve kurucusu sayılır. Bu düşünce ustası öğrencileri ile oturmuş gerçeğe dair sohbet ederken gerçek olmayan her şeyin yalan olmak zorunda olmayacağını anlatır. Biliyorum biraz karmaşık gibi görünüyor ama elimizde buna enfes bir örnek vardır; Şark Masalları. Gerçek değildirler ama yalan olduğunu da kimse iddia edemez.
Bediüzzaman Hazretleri’nin Risaleler’de, özellikle Küçük Sözler denilen risalelerinde bir anlatım tekniği var. Teknik ve anlatım tarzı ile sinematografiye şahane birer örnek olabilecek olan Küçük Sözler’de hakikatler anlatılırken öyküleme tekniği kullanılır. Bediüzzaman imana dair hakikatleri asrın idrakine göre ele alırken her biri çarpıcı bir yol hikayesi şeklinde özetlenebilecek ibretli örneklemelere başvurur. İşte bahsini edeceğimiz film, sanki Risale-i Nur’un anlatı tekniğini kullanarak çekilmiş gibidir.
Nacer Khemir, Tunus-Kurba’lı bir sinemacı.
Aslında sadece sinemacı da değil.
Heykeltıraş, hattat ve tasarımcı aynı zamanda.
Bugünlerde artık 75 yaşına yaklaşan sanatçının yönetmenlik geçmişinde çektiği film sayısı sadece 3’tür. Ancak bu sayısal azlık filmlerinin değerini düşürmez. Aksine anlattığı hikâyelerin her birinin başlı başına bir şaheser olmasından dolayıdır.
Khemir Üçlemesi olarak kabul edilen bu üç film de çok önemlidir.
Sinemayı salt görüntü yahut müzik ya da sözden ibaret görmeyen bu usta yönetmen, filmlerinde öylesine üç boyutlu bir derinlik yakalamıştır ki, bir gün gerçek sinemanın tartışıldığı günler gelirse eğer –zannederim- Khemir’in filmleri en başköşeye kurulacaktır.
Beyazperdenin masal anlatma ustası olan Tunuslu yönetmenin ilk filmi olan 1986 yapımı ‘Les baliseurs du désert – Çöl Gezginleri’ Tunus’u uçsuz bucaksız çöllerinde izbe bir köye sürgün edilen idealist bir öğretmenin fonunda bir toplumun tevekkül ve küçük şeylerle imtihanını anlatır. Ustanın ikinci filmi 1991 yapımı ‘Le collier perdu de la colombe – Güvercinin Kayıp Kolyesi’ ise yine bir çöl köyünde bir medresede dini ve dünyevi ilmi aynı anda vermeyi hedefleyen bir hocanın fonunda çöl insanlarının aşk ve ‘doğruyol’ üzerine çarpıcı hikâyesi vardır.
Nacer Khemir’in son filmi ise 2005 yapımı olan bir şaheser: Bab’Aziz…
Filmi izleyince son derece net anlaşılıyor ki, Khemir aslında bu son filmi için diğer iki filmi kameraya almış. Anlattığı hikayeden karakterlere, her biri muhteşem bir tabiat tablosu olan resimlerinden müziğe, olağanüstü oyunculuklardan akıllara durgunluk veren diyaloglara kusursuz bir film Bab’Aziz.
Değerlendirmeye geçmeden önce filmin konusu hakkında birkaç cümle yazmak lazım sanırım: Bab’Aziz (Günümüz Türkçesiyle bu kelimenin karşılığı ne yazık ki yok. Belki ‘Bilge Dede’ demek en doğrusu) Ve şirin mi şirin, cingöz mü cingöz torunu Ishtar bir çöl yolculuğundadırlar. Küçük torun meseleleri çok kavrayamasa da dedesinin derinliğini hissetmektedir. Dedesinin söylediğine göre tüm dervişlerin bir araya geleceği, nadir olarak tertip edilen bir sufiler toplantısına gidiyorlardır. Ama ne yön bellidir ne de ne zaman yetişeceklerine dair bir fikir. Sadece yürümektedirler. Dede yol boyunca torununa çarpıcı masallar anlatırken, karşılaştıkları insanların her birinin ilginç hikayesi vardır.
Yönetmen çok basit ve sade bir yol hikayesinden evrenin ve dünyanın anlamını damıtmış aslında. Film 2006 yılında İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilmişti. Gösterim sırasında filmi hakkında bir de konuşma yapan yönetmen şunları söylemişti: “Bu film bir sorudan çıktı aslında: Babanız, yanınızda yere düşse ve yüzü çamurlansa ne yaparsınız? Ben olamasam bile benim babam tam bir Müslümandı ve şu sıralar onun yüzüne (dinine) çamur çalınıyor durmadan. Ben bu filmle babamın yüzünü silmeye, temizlemeye çalıştım. İslam’ın batı tarafından sunulan yüzünü değil, bilinmeyen, es geçilen ve unutturulan yüzünü göstermeye çalıştım.”
Ne muazzam bir duruş, ne görkemli bir mantık ve ne saygı duyulacak bir yaklaşımdır bu! Nitekim öyle de oluyor… Bab’Aziz filmi ilk karesinden finale kadar her zerresinde İslam’ın, imanın ve erdemin güzelliklerini görsel bir tokat gibi yüzümüzü yüzümüze indiriyor. Film izlerken sersemleşmemek elde değil.
Besmele ile açılan film ayet-i kerimelerin muhteşem tilaveti ile bizi büyülü bir çöl atmosferine götürürken epigraf ile zihnimize ilk çiviyi çakıyor: “Dünyadaki ruhlar kadar Allah’a giden yol vardır!” Gazali ve İmam-ı Rabbani’den yola çıkılarak yazılan ilk diyaloglar öncesinde gecenin karanlığında çölde bir silüet belirir; bir çoban silüetidir bu.
Ve bir kız topraktan diri diri çıkar.
Kız çocuklarını toprağa diri diri gömen cahiliyeye yapılan bu göndermeden sonra secde halinde kum altında kalan bilge dede de çıkınca karşılıklı konuşmalarla filmin o muhteşem atmosferine gireriz.
Kız der; “dedeciğim tek başımıza bu çölde yolumuzu nasıl bulacağız, ya kaybolursak?”
Bilge dede son derece rahat cevap verir; “İnancı olan kişi asla kaybolmaz küçük meleğim!”
Kum metaforundan her kahramandaki bir zaaf ile aslında hakka ve hakikate giden bir yol olduğunu insan beynini uyuştururcasına bize gösteren film, gerçek ile hayalin, hakikat ile masalın iç içe geçirilmiş bir kanaviçesi adeta. Üstelik tüm hikaye bir yandan akarken diğer yandan da insanı alıp başka boyutlara taşıyan bir müzik, birer tablo güzelliğindeki çerçeveler ve bir hikmet akademisinden damıtılmış gibi duran replikler bize eşlik ediyor.
Hiç adetim değildir ama finale yakın bölümdeki şu diyalogu da size aktararak nasıl bir film ile karşı karşıya olduğumuzu fark etmenizi rica ediyorum:
“Hassan… Seni bekliyordum.”
“Beni mi bekliyordun?”
“Ölümüme şahit olman için.”
“Neden ben? Ben ölümden çok korkarım…”
“Biliyorum. Anne karnında karanlıktaki bebeğe denseydi ki: “Dışarıda aydınlık bir dünya var, yüksek dağlarla dolu, büyük denizleri olan, dalgalanan düzlükleri olan, çiçekleri açmış güzel bahçeleri olan, dereleri olan, yıldızlarla dolu bir gökyüzü ve alevli güneşi olan… Ve sen, bu mucizelerle yüzleşmek yerine, karanlıkla çevrilmiş oturuyorsun… ” Doğmamış çocuk, bu mucizeler hakkında hiçbir şey bilmediği için, hiçbirine inanmayacaktır. Tıpkı ölümü karşılarken bizim gibi. İşte bu yüzden korkarız. Ölüm nasıl olur da son olur Hassan oğlum, benim düğün gecemde mutsuz olma. Sonsuzlukla olan evliliğimin artık zamanı geldi.”
Filmin sonunda yönetmen, diyaloglarını Mevlana, Fahrettin-i Attar, İbn-i Arabi ve İbn-i Ferid gibi İslam düşünürlerinden aldığını söylüyor. Biz anlıyoruz ki, hakiki anlamda sinema yapılacaksa böyle bir şey olmalı…
Necir Khemir bize bir masal anlatıyor beyaz perdede; gerçek olmayan ama doğrunun ta kendisi olan!
**
Röportaj:
Necir Khemir: Ruh, Rab’be adanmalı!
Bab’Aziz’i neden çektiniz?
Şöyle diyebilirim: Babanızın yanında yürüdüğünüzde ve onun çamura batıp yüzünün kirlendiğini gördüğünüzde ne yaparsınız? Kalkmasına yardım eder, ceketinizle ya da gömleğinizle yüzünü silersiniz. Ben, babamın yüzünde her zaman İslam’ı gördüm. Filmimde bilgelik ve aşk dolu, misafirperver ve metanetli bir Müslüman kültürünü göstererek onun yüzünü silmeye çalıştım. Başka bir deyişle, 11 Eylül sonrası histerik dünya ve medyanın yansıttığı İslam algısına karşı çıkan bir duruşla Bab’Aziz fikriyatını işledim. Köktendincilik, entegrizm İslam’ın esas temellerini bozabilen bir anlayış. Bu film, İslam’ın gerçek yüzünü göstermek için oldukça gösterişsiz bir yaklaşımdı sadece. Aşk ve çile dolu Sufi geleneği üzerine kurulu bir film olduğu gibi, aynı zamanda aşırı derecede politik göndermeleri, bilinçli eylemleri olan bir film. Bugün İslam’a dair başka bir şey söylemek bizim görevimiz. Aksi takdirde, herkes bir diğerini tanımamasından dolayı bir buhrana sürüklenebilir. Bu, insanların boşlukta boğulma korkusu gibi. Bugün Fransa’da 5 milyona yakın Müslüman bir kesim yaşıyor. Komşusunun içtenliğini, hakikatini görebilme adına misafirperver yansımalar var filmde. Misafirperverlik sadece evine alıp ağırlamak değildir, ilk olarak komşunu dinleyebilmektir. Siz, evinizde insanları ağırlamayabilir, onlara vakit ayırmayabilirsiniz. Misafirperverliğin ilk düsturu, dinlemektir. Benim için Bab’Aziz öncelikli olarak dinlemeyi anlatıyor, sonraysa gerçek bir buluşmayı, kavuşmayı: Bir insanın komşusuna karşı misafirperverliğinin bir biçimini.
Neden Bab’Aziz -Ruhunu Tefekkür Eden Prens- ismini seçtiniz? Narsis’le bir bağı var mı?
Prens suya eğilir, doğru ama kendi yüzünü Narsis gibi suda göremez, zira aşktan yoksun olan suda yansımasını görür. Dalıyor o an Prens, tefekkür ediyor. Hepimiz aslında birer buzdağı gibiyiz, zâhirimiz ve bâtınımız var. Prens karakterini, XII. Yüzyılda İran’da işlenilmiş bir tabak sayesinde keşfetmiştim. Tabakta suya doğru eğilmiş bir prens resmi vardı ve şöyle yazıyordu: “Ruhunu tefekkür eden Prens” Bu resmi çözmeye devam etmem gereken bir şey olarak gördüm. Bu yüzden İran’a gittim: XII. Yüzyılda İran’da yaşamış bir zanaatkâra bir filmle cevap vermek istiyordum. Diğer taraftan, tevafuk mu yoksa başka bir şey mi bilmiyorum, bu tabakların asıl işlendiği yerde, Kaşan’da filmi çektik. Film yapısı itibariyle izleyiciye dünyanın gerçekliğine iyice açılabilmesi için benliğini unutturmayı, yok ettirmeyi amaçlıyor. Bab’Aziz, Dervişlerin nazargahını andıran bir şema etrafında şekillendi. Rakslarını dönen dervişlerden alıyor. Karakterler farklı ama tema aynı: Aşk. Aşkın bütün suretleri. İbn Arabî’nin dediği gibi:
Kalbim her sureti kabul eder oldu. Meselâ: Ceylanlara otlak, rahiplere manastır. Putlara tapınak, hacılara Kabe. Tevrat’ın sayfaları, İslam’ın mushafı oldu. Dinim sevgi dinidir, onun kervanına yöneldim. Sevgi dinidir dinim ve imanım…
Tasavvuftan bahseder misiniz?
İslam, kendi özünde aşırıdinci bir yapıda değildir, tıpkı entegristlerin Hz. İsa’nın dinini temsil etmediği gibi. Bununla birlikte İslam’a karşı kin, şüphe dalgası çıkmasıyla arafta kalmış bir kesim var. Tasavvuf, bütün aşırıdinci itikadlara karşı vardır. Daha iyi açıklamak için şu Sufi sözünü söyleyebilirim: “Dünyadaki ruhlar kadar Allah’a giden yol vardır.” Bu sözün kendisi zaten Tasavvuf’un bakış açısını ortaya koymaktadır. Tasavvuf için İslam’ın yaşayan kalbi diyebiliriz: aykırılığa uzak ve islami öğretilerin kapalı boyutu. Büyük Sufilerden Ebu Hasan El Nuri şöyle der: “Tasavvuf, bütün nefsani duygulardan vazgeçmektir. Çünkü gerçek aşk nefsani olamaz.” Sonra şunu söyler: “Sufi, hiçbir şeye sahip olmayan, hiçbir şey tarafından da sahiplenilemeyendir.” Bir başka Sufi Üstadı şöyle der: “Aşk ile yıkanan temizdir ve Habibine kendini adayan, her şeyden el ayak çeken bir Sufidir.” Filmdeki aşk birçok biçimde ele alındı: Kumda doğan küçük kız Ishtar örneği, Arap alfabesindeki Vav harfi gibi. Vav, Fransızcada -ve- demek. Sufiler bu harfi aşkın harfi olarak görür çünkü onsuz bir birliktelik olmaz: “gökyüzü ve deniz”, “erkek ve kadın”. Vav buluşmanın, aşkın yeridir. Aynı zamanda bu dünyada garip bir yolcu olan insanın harfidir. Zira yaratılış bakımından varlıkları ve nesneleri birbirine yaklaştırır.
Kimlere derviş denir?
Derviş, Farsçada “Sufi” anlamına gelen bir kelime. Ama zamanla yoksulluğu ve garibeliği seçmiş kişiler için kullanılmaya başlanmış. Bu kişiler dünyadan el çekip yoksulluğu ve aşkı bulmaya koyulurlar. Şüphesiz; birçok dervişâne insan var. Farklı dergahlara ve tarikatlara girmek istemedim ama filmde basit bir şekilde Arap-Müslüman kültüründe yaşayan canlı fikri göstermeye çalıştım: hakikate ve sonsuzluğa susayan bir arayış. Tarihte de Afganistan’daki bu kral gibi derviş olmuş prensler vardı. Ermiş’in yazarı Halil Cibran’ın dediği gibi: “Prenslerin prensi dervişin kalbinde tacını bulandır.” Dervişler uzak diyarlara gitmişler ve onlardan biri şöyle demiş: “Uzun zamandır dergaha ve camiye gitmedim. Aşkın hizmetkarıyım, senin güzelliğine aşığım.” Bu Müslüman kültürünün estetiğini Sufi metinlerini incelemeden anlamanız mümkün değildir. Ayrıca, dervişler Hz. Muhammed’in şu hadisini altın değerinde görürler: “Allah güzeldir, güzeli sever.”
Dervişler hâl ve hareketleriyle İslam’ı bazı dogmatik yorumlamalardan kurtarır: Filmde minareden aşka kapılıp süpürgesiyle avluyu süpürmeye çalışan o kızıl derviş gibi veya kuma batmış yeraltı camisinde seyrek küfesiyle kumları temizlemeye çalıştığı sahne gibi.
Peki, sizin için Çöl ne anlama geliyor?
Bir Tuareg atasözü şöyle der: “Bedenler için nice su dolu savanlar, ruhlar içinse nice kum dolu diyarlar vardır.” Çöl, hem edebi hem de tecridi bir mekan. Olabildiğince küçük, bir kum tanesiyle; olabildiğince büyük, milyarlarca kum tanesinin birleştiği nadir yerlerden birisi. Aynı zamanda kainatın ölçüye ve kudretine sahip olduğu bir yer. Çöl, arapça bir kelime, aşk şiirinin geçmişindeki mihenk noktalarından biri.
Çöl Üçlemesi’ni oluşturan Çöl İşaretçileri, Kayıp Güvercin Gerdanlığı ve son olarak Bab’Aziz’de çöl tüm bunların dışında bir yer alıyor. Bab’Aziz hem Orta İran Çölünde, Annarak yakınlarında, hem de Tunus’ta, Tataouine’de çekildi. Çöl bize kendi iklimini de yaşattı, bazen 50°C ile! Toprak altındaki düşey bir çukur barakasından sabahın dördünden güneşin 9.30-10 arası doğuşuna kadar dışarı çıkıyorduk, sonra kum öyle ısınıyor, ışık öylesine parlıyordu ki! Akreplerin misafirliklerinden bahsetmiyorum bile. Oyuncuların yürümelerinden sonra kumun dokunulmamışlığını yeniden bulamadığımız için sadece tek plan çekimlere yöneldik. Çekim memnun etmediğinde, biraz daha uzakta ayak basılmamış bir yere taşınmak zorunda kalıyorduk. Uzak mesafelerde, İran’da, Tunus’ta ve özellikle dervişlerin son karşılaşmalarının olduğu Bam Antik Kent’indeki bu çekim denemelerinden bahsetmeyeceğim bile. Bu Antik Kent, üzücü bir depremden birkaç ay sonra haritadan silinmiş. Tunus’ta da Korba, Yazd, Walad Sultan ve Tataouine’de çeşitli çekimler yaptık. Aynı planda Tunus’ta bir karakter sarayda olup, pencereden baktığında -İran’daki- bir manzaraya hayran kalıyordu. Bu tip yolların hiçbir açıklaması yok fakat bu daha çok Fransız-Tunus-İran ortaklığındaki bütçeden kaynaklandı. Ama tüm bunlar yine de Bab’Aziz’in konusundan çok sınırlarının çizilmesine yardımcı oldu. Bab’Aziz bütün Arap-Müslüman dünyasını kuşattı. Ve bu dünya Tunus Sarayı’nın penceresiyle İran coğrafyası arasında bir hareket alanı. Bana göre yaşadığımız dünya bir ayet gibidir: Zamanla mekanın baktığımız nokta ile bakılan nokta (mekan-zaman ki buna bazen bakış açısı denir) arasında konumlanmış olduğu sinema düşüncesi üzerinde durursak, yaşamın da sinemadaki bir film olduğunu pekala söyleyebiliriz.
Filmin müziklerini konuşalım…
Arap kültüründe şiirin var olma sebebi musikidir. Musikiler ve besteler varlıkla yokluk, görünenle görünmeyen, gerçekle hayal arasında bir köprü oluştururlar. Kadim ve bilgelik gelenekler, tılsımlar Arap, Türk ve İran kültürlerinde geçmişten bu yana süregelmiştir. İnsanları, yerleri ve nesnelerin gerçekliğini sarıp onları derinden etkileyen bu ses Çöl çadırlarından semaya dek uzanır. Elbette bu sese rakslar da eşlik eder, semaya duran dervişler gibi. Onların bir eli gökyüzüne, diğer eliyse yeryüzüne doğru açıktır. Bu ilahiler ve münacaat, Asya’dan Afrika’ya, Arap dünyasından İran’a kadar muhteşem bir canlılık ve huzur dolu bir bağ sunar, bütünlüğü ve yaşama derdini sebatlı hâle getirir. Ruhunu Rabbine adayanın yansımasıdır bunlar, çok türü var, değişmez bir etkisi vardır: aşk, aşkın ateşi.
Armand Amar’la karşılaşmamız güzeldi, özverisiyle Bab’Aziz’i omuzladı. İlk olarak, Büyük Sufi Üstadlarının bestelediği eserler vardı, ama Armand bu çalışmalardan hareketle ne onların bestelerinden, ne de kendi bestelerinden uzaklaştı. Onunla birlikte yeniden Endülüs’ün muhabbetiyle tanıştım diyebilirim.
Bir diğer muhabbetimiz; İranlı, Iraklı, Kürt, Cezayirli ve Tunuslu oyuncularla birlikte olmamızdı, ama en önemlisi şüphesiz 86 yaşına rağmen Parviz Shahinkhou -Perviz Şahinhû- ileydi. Bab’Aziz’in yolculuğunda içimizdeki belki de en tutkulu insan oydu. Ve de küçük kız Ishtar: Maryam Hamid. Maryam, Arap asıllı İranlı olduğundan dolayı Arapça ve Farsça tercümelerde hiç geri durmadı ve de bizi her defasında o etkileyici oyunculuğuyla şaşırttı. Kesinlikle ince bir ruhu var.
Batı ve Doğu üzerine düşünceleriniz nedir?
Batıyla farklılığımızı ortaya koyan en iyi örnek bahçelerdir: Batıda gözle görülebilirdir ve evin etrafındadır. Doğudaysa aşki, batınidir. Mesela; Granada, Marakeş, Kahire ve Tunus’ta, Müslüman hissiyatı kendini gösterir. Bu hikmet bahçesidir, tefekkürün kalbi; ruhun huşuyu aradığı bir kapıdır; Klasik Batı bahçesiyse, örneğin XIV. Louis’nin veya Médicis’nin bahçesi, etrafını sadece dünyeviliğin şekillendirdiği bir manzaraya sahiptir: sadece ufuk çizgisine kadar size geniş perspektifler sunar.
Doğu bahçeleri, Üstadlığın yoludur. Batının tipik bahçelerinden veya Japon bahçelerinden farklı olarak, onda kendi içine yönelmenin inşası vardır. Şunu da söylemek gerekir ki: ister Batı ister Doğu olsun, her ikisinden de dünyanın zenginliğine tarihi kültür sağlayan kadim gelenekler çıkmıştır.
(N.O.B. – Dossier de presse du film Bab’Aziz, 2005.) (Röportajı şuradan aldım)
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***