YORUM | ADEM YAVUZ ARSLAN
Aslında başlıktaki soruyu “Donald Trump Türkiye’de olsaydı?” şekline çevirmek de mümkün.
Çünkü yazıda dikkat çekmek istediğim konu eski ABD Başkanı Donald Trump’ın gözaltına alınıp hakim önüne çıkarılması yada hakkındaki suçlamaların detayları değil.
Onları, yani suçlamaları ve iddianame detaylarını zaten herkes canlı yayınlarda izledi. Gelişmelerin rutin detayları her yerde, her dilde mevcut.
Ben daha çok iddianamenin sembolik anlamına bakıyorum. Çünkü Salı gününün galibi Amerikan demokrasisi ve hukuk sistemiydi.
Yine de kısaca özetlemem gerekirse; Manhattan Bölge Savcısı Alvin Bragg düzenlediği basın toplantısıyla eski Başkan Trump’ın “iş kayıtlarını tahrif etmekle ilgili 34 ağır suç” işlediğini iddia etti.
Gerçi kamuoyu daha çok 2016 seçimleri öncesinde gayri meşru ilişki yaşadığı kadına “sus payı” ödemesi ve bununla ilgili kayıtlarda sahtekarlık yapmasını konuştu.
Mahkemeye getirilen Trump parmak izi verdi ve iki saat kadar ifade verdikten sonra serbest kaldı. Aralık ayında yeniden mahkemeye çıkacak.
Dediğim gibi ben işin sembolik anlamına daha çok takıldım.
Düşünsenize; kısa süre öncesine kadar dünyanın en güçlü siyasi kişisi, birçok ülkede soruşturma konusu bile yapılmayacak suçlamalar nedeniyle gözaltına alınıp hakim önüne çıkartılıyor.
Savcılar soruştururken ‘acaba başımıza ne gelir?’ diye endişe etmiyor, hakim tutuklanmaktan, ‘vatan haini’ olarak suçlanmaktan korkmuyor, medya haber yaparken sabahın köründe polis baskını yaşamayacağını biliyor, vatandaş sosyal medyada yorum yaparken hapis endişesi yaşamıyor.
Eski başkan Donald Trump’ın mahkeme süreçlerini izleyen herkes, özellikle Türkiye halkı, ‘darısı başımıza’ yorumu yaptı.
Açıkçası uzun yıllar Türkiye’de gazetecilik yapmış, son 9 yıldır da Washington’da siyaseti izleyen bir gazeteci olarak sosyal medyada yapılan yorumları fazla naif buldum.
Çünkü böyle bir şey Türkiye’de olmaz.
Yanlış anlaşılmasın; Trump’ın işlediği suçlar Türkiye yasalarında da suç. Ancak Türkiye’de Trump gibi kudretli bir ismi soruşturacak savcı yok.
Çünkü “paranın ve yalanların izini sürmek zorundayız” diyen son savcılar yıllardır Silivri zindanlarında çürüyor. Binlercesi ise işsiz güçsüz sosyal ölüme terk edildi.
Peki Amerika bunu nasıl başarıyor?
Sorunun cevabı aslında biraz Amerikan tarihi, biraz da siyasi kültürde yatıyor. Amerikayı kuran ‘kurucu babalar’ her şeyden önce ‘güçler ayrılığı’na yoğunlaşmışlar.
Kurumların bağımsızlığı, birbirini denetlemesi ve herkesin hesap verebilir olması üzerinde titizlikle durulan temel konu.
Üstelik bu kural yani güçler ayrılığı ve denge-denetim titizlikle uygulanmış. Bu yüzden başkanın atadığı savcı dönüp başkanı korkmadan soruşturabiliyor.
Yüksek yargıçlar başkanın önünde eğilmiyor, düğmelerini iliklemiyorlar. Kısacası olması gereken oluyor.
Bunu söylerken sistemi idealize etmiyorum. Tabii ki ABD sisteminde de aksayan yönler var. Ancak Türkiye gibi ülkelerle kıyas yapmak bile mümkün değil.
ABD başkanları özellikle de Trump gibi populist siyasiler yargıyı kontrol altına almak, medyayı kendine bağlamak, bürokrasiyi kul köle yapmak istemiyor mu?
İstemez olur mu, neredeyse bunun için yanıp tutuşuyorlar.
Nitekim Trump da her otoriter populist lider gibi medyayı kontrol altına almaya çalıştı, yandaş yargı inşaa etmek istedi.
Ancak bu noktada Amerika’yı Amerika yapan değerlerle karşılaştı.
Mesela kendisini eleştiren muhalif medya organının Beyaz Saray akreditasyonunu iptal ettiğinde ilk tepkiyi en büyük destekçisi Fox Tv’den gördü.
Yargıya-bürokrasiye müdahale etmeye çalıştığında çok ciddi bir dirençle karşılaştı. Bu uzun yıllardır bu şekilde devam ediyor.
Trump’ın başkanlık dönemini hatırlayalım. Bırakın hukuku, siyasi etiğe aykırı talimatlar verdiğinde bile başta Beyaz Saray ekibi olmak üzere kritik bürokratlar direndi.
Kısacası demek istediğim şey şu; boşuna Trump’ın mahkemeye götürülmesi, göz altına alınması ve mahkeme önünde gardı düşmüş vaziyette hesap vermesine bakıp hayıflanmayın.
Çünkü demokrasi kurumlarıyla var olan bir sistemdir.
Yargı bağımsızlığı, ifade-basın özgürlüğü, ve hukukun üstünlüğü olmadan demokrasiden bahsedilemez.
Amerika’yı Trump gibi bir isimden koruyan bu kurumlar oldu.
Bir başka ifadeyle şöyle söyleyeyim; Trump Türkiye gibi bir ülkede başkan olsa çalar çırpar, her türlü illegaliteyi yapar ve başına hiçbir şey gelmezdi.
Erdoğan Türkiye yerine ABD’de başkan olsa ne oğluyla para sıfırlayabilir ne medyayı Saray’a bağlayabilir ne de yargıyı emrine alabilirdi.
Eğer Türkiye’de yaptıklarının binde birini ABD gibi bir ülkede yapsa siyasi kariyeri çoktan biter, kendini demir parmaklıklar arasında bulurdu.
Aslında bu noktada Erdoğan’ın Trump’tan daha zeki ve sabırlı olduğu gerçeğini de teslim etmek gerek. Geriye doğru baktığımızda Erdoğan’ın sabırla ve kararlılıkla tüm demokratik kurumları bir bir ele geçirdiğini, gizli ajandasını ustalıkla saklamayı başardığını görüyoruz.
Trump Erdoğan’ın 10 yılda aldığı mesafeyi birkaç ayda almaya kalkınca olanlar oldu.
Tabii Trump’ın bir talihsizliği de Amerikan halkının yolsuzluklar ve yargıya müdahale konusunda hassas olması. Sonuçta kimse çıkıp “çalıyor ama çalışıyor” demedi. İşini yapan savcıyı, polisi hainlikle, ajanlıkla suçlamadı.
Hal böyle olunca da Erdoğan gücüne ve tabii servetine servet katarken ‘sevgili dostu’ Trump kendini hakim önünde sanık olarak buldu.
Başlıktaki soruya geri dönelim;
Erdoğan ABD’de olsa ne olurdu? Öncelikle siyasi kariyeri başlamadan biterdi. Mesela diplomasını gösteremeyen bir siyasetçinin adaylığını hiçbir yargıç onaylamazdı.
Bir şekilde seçildi ve dümene geçti diyelim, bürokrasi, medya, yargı ve meclis burnundan getirir, işlediği suçların hesabını sorardı.
Kısacası hukukun üstünlüğünün bir bedeli var. O bedeli ödemeyi göze almadığınız sürece burnunuz pislikten kurtulmaz.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***