Felsefenin kaynağında sözün doğruluğu ile söyleyen arasındaki ilişkinin koparılmasının yattığı söylenir. Hani ünlü Girit paradoksunun çözümünde olduğu gibi: “Bütün Giritliler yalancıdır”, bunu söyleyen Epimenides de Giritlidir. Öyleyse bu söz de yalan mıdır? Sözün doğru olmasının tek yolu, Giritli (yalancının teki) de olsa söyleyenin bu defa yalan söylemiyor olabileceğini düşünmemizdir.
Bir başka deyişle, felsefi düşünce kimin söylediğinden ziyade sözün, önermenin kendisiyle ilgilenir (bu bakımdan da matematiğe ya da doğa bilimlerine benzer). Buna karşılık başka düşünme biçimleri önceliği kimin söylediğine verir: Amiyane tabirle, “Bir lafa bakarım, bir de söyleyene…” Sözün doğruluğunu söyleyenle ölçme, özellikle bu yoldan çürütme yöntemine de kanıtlama retoriğinde “argumentum ad hominem” (kişiden yola çıkarak tartışma) deniyor. Mantıkta bu yöntem safsata ya da, daha eski adıyla, mugalata, yani bir akıl yürütme hatası sayılıyor. Sevmediğimiz biri hoşumuza gitmeyen ama ikna edici görünen bir şey söylemişse, “efkâr-i umumiye”yi değiştirmek için onun daha önce nice yanlış şeyler, nice yalanlar söylediğini, kısacası güvenilmez olduğunu ortaya koyup sözüne itibar edilmemesi yolunu tuttuğumuz oluyor.
Ad hominem’e en çok siyaset alanında rastlanıyor sanırım. Üstelik sadece olumsuz yönde de değil. Her söz (ya da “önerme”) söyleyenine göre değerlendiriliyor ve buna göre kavuşuyor doğruluk değerine. Pekâlâ bizim de söyleyebileceğimiz bir şeyi hasmımız söylemişse, ya niyetinden şüphe ettiğimiz için ya da sözün başka bir bağlamda söylendiğini düşündüğümüz için, yanlış değerini yüklememiz gayet mümkün. Yanlış diyebileceğimiz bir şeyi “biz”den biri söylediği zaman cansiperane bir savunmaya girişmemiz de pekâlâ ihtimal dahilinde. Demirel’in ünlü “Dün dündür, bugün bugün” sözünde olduğu gibi doğruluğun kişi değişmese bile zamana bağlanması da bir nevi ad hominem oluşturuyordur belki: O günkü ben söylemişse doğrudur, bugünkü ben söylerse doğru olmaz.
Sözün doğruluğunun bu şekilde söyleyenin kimliğine raptedilmesi sözle (ya da söz olarak) sahnelenen siyaset oyununu güçleştiriyor belki ama birtakım sorular sormamıza da yarıyor: Siyasette sözün doğruluğunu son kertede belirleyen nedir? Sözün amacı mı? Peki sözün amacını meşru ya da gayrimeşru kılan ne? Söyleyenin ya da muhatabının çıkarı mı? Siyasetin kaynağı amaçlardaki çatışmayken sözün nasıl bir etkisi olabilir?
İyimser yaklaşım sözün diyaloğa dönüşebileceğini öngörür, tarafların birbirini anlamasını ve bir orta yol bulmasını umar. Oysa “doğru” sözün ağırlığının olması da söyleyenin gücüne bağlıdır. Dolayısıyla uzlaşma imkânı ancak güç bakımından birbirine –eşit olmasa bile– yakın olan taraflar arasında bir ihtimaldir. Güçsüz tarafın sözü karşısında ağır basan ihtimaller duymazdan gelme (“sükût suikasti”), işitilmeyecek gibi değilse “bırakınız konuşsun”, rahatsız edici olduğu takdirde tersleme, sansür ya da susturmadır (bu da söyleyenin varlığını ortadan kaldırmaya varıncaya kadar çeşitli seçenekler içerir), çünkü nihayetinde siyaset, malum, savaşın başka silahlarla sürdürülmesidir.
Bu durumda, güçsüz söyleyeni kahir ekseriyetle bekleyen son, simgesel ya da fiziksel yok ediliş olduğu için, söyleyenin ama az ama çok güçlü olması sözle yapılan siyasetin önkoşullarından biridir. Gücü de yaptırım kabiliyeti bulunmak ve son tahlilde susturulamayacak ya da yok edilemeyecek kadar kalabalık ya da etkili olmak diye kavrayabiliriz. Bu durumda da sözle yapılan siyasetin aktörü olmanın önkoşulu belli bir sayıya ulaşmak gibi görünüyor ki sokaktan parlamentoya kadar bu mekanizmanın işlediğini gözlemlemek zor değil. (Sayı bakımından güce sırf sözle ulaşılamadığını bir önceki yazıda anlatmaya çalışmıştım.)
Söyleyenin güçsüz olduğu durumda sözünü dinletmek, hatta geçirmek için –güçlüye yaranma yolunu tutmamışsa– kullandığı referanslar ortak olduğu varsayılan kavramlardır: evrensel hukuk ilkeleri, insan hakları, akıl ya da vicdan gibi. Siyasetin iyice güçten düştükten sonra vicdandan söz etmesinin sebeplerinden biri de buydu herhalde. Bu durumda modern “antropoloji” güçsüzün silahı haline geliyor. Güçlünün bunun karşısına sırf retorik bile olsa başka antropolojiler çıkarması ya da böyle bir şeye dahi tenezzül etmemesi, köpeksiz köyde değneksiz gezmesi, hatta eze eze veya yok ede ede yoluna devam etmesi çok uzak ihtimaller değil. Nitekim sağ popülizm denen zihniyet başka bir şey yapmıyor.
Bu tabloda entelektüelin sözle siyaset içinde kendine biçtiği asli rol, yani iktidara hakikati söylemek de boşa çıkıyor; önceden de elinden başkası gelmediği için esas itibariyle züğürt tesellisi olan bu aktivitenin artık hiç anlamı yoktur, çünkü hakikat şayet yüzleşilmek istenmeyen şeyse, iktidarın artık (“ahlakidir, yasaldır, rasyoneldir” dediği halde hâlâ ortaya dökülmesini tercih etmeyeceği şeyler olsa bile) yüzleşmekten kaçınması gereken bir şey yoktur. Yine de entelektüelin üstüne düşen hiç mi bir şey yok? “Kapıların önüne barikat kurulmuşsa” daha sıkı düşünmek gerekir elbette. Ama düşünmenin siyasetin yerine geçtiğini düşünmeden. Şimdi’nin acımasız bir eleştirisinin yararsız olmayacağı umulur – tabii muhatabı iktidar olmadığı sürece. Ve sahada (her neredeyse orada) sabır ve tevazuyla ya da inat ve hınçla çalışmanın.
Savaş Kılıç: 1975’te doğdu. Türk Dili ve Edebiyatı ve dilbilim eğitimi gördü. İngilizce ve Fransızcadan çevirileri, çeşitli dergi ve kitaplarda yayımlanmış yazıları var. Metis Yayınları’nda editör olarak çalışıyor.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***