Bilmem, okuyucular arasında 36 yıl önce bir grup Ankaralı kadının Türkiye’deki ilk feminist sokak eylemini gerçekleştirdiklerini hatırlayan veya bilen var mıdır? Ellerinde de üstüne kumaş harflerle yama işi yaparak “Annenizi seviyor, karınızı dövüyor musunuz?” yazdıkları çarşaf gibi bir dokuma pankart vardı. ‘Yağmur yağdığı için çok az katılım oldu’ diye üzülmüşlerdi. Islanan harfler allı güllü kumaş parçalarındandı. Yani mor renkli değildi henüz.
SİMGESEL MORLAR
Mor renk, dünyada feminist eşit haklar talebinin başlatıldığı kültürlerde güç, güven, saygınlık, kararlılık, ilkeli bir amaca taahhüt, vb. ifadesi olarak bilinir. Tabii geleneksel olarak erkek ve kadın cinsiyetlerini gösteren mavi ve kırmızının da karşımı. Dolayısıyla da, kadınların ve erkeklerin “toplumsal cinsiyet eşitliği ve ortak haklar” için birlikte mücadelesini simgeliyor diye ABD’deki Kadın Partisi’nin de kendine seçmiş olduğu renk. Nitekim, onların 1913’teki önerisinden bu yana evrensel olarak feminizmin sembolü olarak benimsendi.
Ankara’daki sembolik eylemi izleyen sene, yani 1988’in 8 Mart’ında ise İstanbul’da kadınlar “Dayağa Karşı Dayanışma Kampanyası” başlattı. 1989’un 8 Mart’ındaki ilk izinli yürüyüşte 1500’e yakın kadın “Yeter Söz Kadınların” pankartları taşıdı. Aynı senenin sonuna doğru vapurlarda, semt pazarlarında “Mor İğne” satışları başladı. “Bedenimiz Bizimdir; Cinsel Tacize Hayır” kampanyası kapsamında, Beyoğlu’da filan sarkıntılık yapanlara batırmak üzere. O sıralar şimdiki kadar bile “erkeksiz” rahat rahat gidilemeyen barlara, meyhanelere, kafelere gruplar halinde “kadın baskınları” filan da yapıldı. 1990’da da erkek şiddetine karşı Mor Çatı Sığınma Evi açıldı.
Önceleri feminist hareket, sosyalist emekçi kadın hareketi, Kürt kadın hareketi gibi gruplar bağımsız 8 Mart kutlamaları yaptılarsa da, 1997’de “Artık Örgütlü” diyerek bir arada yürüdüler. Sonraki senelerde de siyasî, ideolojik, sınıfsal, etnik, cinsel tercih, cinsiyet kimliği, vb. farklılıklar önemsenmeden bir araya gelindi. Böylece kadınların sömürücü, ayrımcı, dışlayıcı, baskıcı ve ezici patriyarkal düzene karşı dayanışması da büyüdükçe büyüdü.
BEDENSEL MORLUKLAR
Kesin olan şu ki bugün iktidara “sistematik” ve “örgütlü” biçimde “kafa tutabilen” en önemli sivil toplum hareketi. Fakat bu ülkenin artık hayatî boyutlarda bir gereksinim haline gelmiş köklü demokratik dönüşümleri için bu “meydan okumanın” ne kadar yeterli olduğunu eleştirel düşünmeden de geçemeyiz.
Nitekim, önceleri göz altlarında ve bedenin muhtelif bölgelerinde “gizlenen veya gözlenen morluklar” giderek çok daha ciddi boyutlardaki şiddet eylemlerine dönüştü. “Erkek Şiddetine Hayır” sloganları da yükseldikçe yükseldi. Erkeklerin şimdiki/eski eşlerini veya sevgililerini tehditleri, bıçaklı saldırıları ve cinayetler arttı. “Kadın Cinayetlerini Önleme” platformları kuruldu. Muhtelif sivil toplum kuruluşlarının reklam filmli “kadınları güçlendirelim, eşit haklar verelim” gibi kampanyalarına geleneksel ve sosyal medyada daha sık rastlanır oldu. İstismara uğrayan kadınların devletten korunma talepleri göz ardı veya ret edildi. Hatta yakalanmış suçlular da sıklıkla serbest bırakıldı veya cezaları hafifletildi.
Muhtelif günlerdeki geleneksel yürüyüşlere katılan grup ve bireylerin sayısı arttı. Protestolar cesurlaştı. Pankartlar cüretkârlaştı. Korkusuz kadınlara polis şiddeti de sertleşti.
Böylece 21. Gece Yürüyüşü de devletin kadına şiddeti açısından istisna olmadı. Kadınların sesleri daha da yükseldi: “Susmuyoruz!” “Korkmuyoruz!” “İtaat etmiyoruz!” Ve ardından gelen polisin biber gazı ve tartaklamalar!
Sonuçta, Türkiye’deki kadınların eşit yurttaşlık haklar mücadelesinin özel/kamusal alandaki seyri ironik olarak “göz altı morluklarından mor göz altılara” şeklinde özetlenebilir.
MOSMOR BİR ÜLKE
Tabii bir ay önce yaşadığımız deprem felaketi ülkenin nasıl bir sahici bekâ sorunu ile karşı karşıya olduğunu, bir kez daha çarpıcı biçimde açığa çıkardı. Kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı ayırt etmeksizin varsıl, yoksul veya başka kimlikçi verilere bakmaksızın yok oldu. Tarihsel olarak bölgesel ve diğer eşitsizlikler ülkesi Türkiye çok yara aldı ve örselendi.
Nitekim bu seneki feminist sloganlara eklenenler de vardı: “Yastayız!” “İsyandayız!” “Kadın dayanışması yaşatır!”
Geçen hafta da Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu (TKDF) deprem bölgesinde öncelikle kadın ve çocuk depremzedeleri psikososyal yönlerden desteklemeye yönelik bir projeyi hayata geçirdiğini duyurdu: “Mor Yerleşke”.
Millet haftalardır medyada Yerkürenin deprem haritalarını seyrediyor. İronik biçimde, lejantlarında fay hatlarının riski arttıkça turuncudan mora değiştiği haritalarda, Türkiye “mosmor bir ülke” olarak görülüyor.
Bu koca enkazdan muhalefet iktidarı sorumlu tutuyor. Herkes suçlayacak birilerini mutlaka buluyor. Kılıçdaroğlu ısrarla hak, hukuk, adalet diyor. Fakat halkın (saf veya sarkastik) önemli bir kısmı da suçlulardan hesap sorulacağına pek inanmıyor.
Velhasıl, yerin altından ve üstünden çökertilmiş bir ülkeyiz. Halkın ve “toplumsal/kurumsal muhalefetin” kendi elleri ile seçip, büyütüp, halâ da beslediği iktidarının kendi üstüne çöktüğü bir toplumuz. Tabii kimler utancından “mosmor”, kimler vicdan sahibidir ve kimler “vicdani ret” yapa(maya)bilir, bilemiyorum.
Sanırım şu kadarını – yıllardır olduğu gibi en başta bazı feministleri (ve diğer “özcü ve grup/sınıf kimlikçi” siyasîleri) rahatsız edecek de olsa- söyleyebilirim: Kadını korumak ve güçlendirmek, erkek egemenliğine son vermek, iktidarı devirmek veya bozuk düzeni değiştirmek, vb adına da yapılmış olsa, “şiddetin” ve “ötekileştirmenin” siyasî toplumsal psikodinamiklerini yeterince iyi kavramamış politik eylemler sadece iktidarı güçlendirir. Mevcut düzeni sürdürür. Kadını ve diğer “gruplar içinde eritilen birey-özneleri” toplumda “şiddetin nesnesi” olarak meşru hedefleştirir, normalleştirir ve olağanlaştırır.
MORARMIŞ ZİHNİYET VE GÖKKUŞAĞI GELECEK
Son günlerde halkın hiç değilse iktidar değişikliği olacağına inancı iyice arttı. Tabii bu umutlanma, ‘dağıldı dağılacak’ diye endişe edilen veya umutlanılan Millet İttifakı masasında çıkmış (yapay) “krizin” (sözde) “çözülmesi” ve (siyaseten) “uzlaşma” sağlanması ile çoğaldı.
Toplumun başı kakofoniden yeterince şişmişken, o sıcak konuda da siyasî analiz ve yorumlara girecek değilim. Kaldı ki, onları daha “Akşener krizi” öncesinde başka mecralarda yazdım zaten. Burada değinme sebeplerim ise bambaşka.
Hızlıca en az on tanesini sıralayabilirim:
1) Akut krizi çıkaran asırlardır değişmemiş, derin köklü ve eril siyasî zihniyetin toplumsal dikey yapılanmanın tabandan tavana her katmanındaki ve ölçekli kurumlarında hala egemen ve etkin olması.
2) “Baba-devlet” siyasî stratejilerinin ve kültürel alışkanlıklarının bu kez masadaki tek kadın parti liderinin eli ile icra edilmiş olması.
3) İndirilen “Akşener darbesinin” pragmatist Millet İttifakı’ndan ziyade, milletin 21. Yüzyılda hızla artmış “demokratikleşme arzusuna” ve “halkların ve farklı kesimlerin bir arada, barış içinde ortak yaşam için siyasî talebine” atılmış olması.
4) Kılıçdaroğlu’nun “birleşerek kazanacağız” mottosunun, Demirtaş ve Baş gibi üçüncü ittifak liderlerinin katkıları göz ardı edilerek, dolayısıyla en geniş özgürlük ve demokrasi ittifakının oluşturulmasından kaçınılarak, hayata geçirilemeyeceği gerçeği.
5) Çünkü, “eril zihniyetin” ve “bağnaz muhafazakar kafanın” hem kadın, hem de erkek bedenlerinde (yani cinsiyetten filan bağımsız olarak) yaygınlığı ve hakimiyeti.
6) Statükocu iktidar karşısında korkusuz ve ortak kadın hareketlerinin nüfusun yarısı kadınlardan oluşan toplumda hem kararlı direniş ve yükseliş gösteriyor, hem de iktidarı besleyerek güçlendiriyor olması.
7) Geleceğe yön verecek denen gençlerin veya ilerici-dönüştürücü kafaların, eskimiş, miadı geçmiş bilgi, basmakalıp ve geçersiz teknikleri bırakamadıkları, popülist ezberlerini bozamadıkları için bilge değil, “moruk” bulduğu siyasetçilere artık zerre güven duymaması.
8) Paradoksal olarak, son derece toksik, yani zehirden “mosmor” olmuş, köklü ve derin siyasî-iktisadî düzenin tek ve en güçlü panzehirinin ise, yine dünyada da “mor bilme biçimlerinden” (feminist epistemolojiler) yola çıkan eleştirel çözümlemelerden gelişmeye başlaması.
9) Tıpkı deprem haritasında da olduğu gibi, kültürel-tarihsel-iktisadi-toplumsal-dini-siyasî haritasında da, gerek Batı-Doğu (küresellik ve neo/kapitalizm), gerekse Kuzey-Güney (yerlilik ve post/kolonyalizm) eksenli “küyerel fay hatları” arasında sıkışmış bu ülkeye muhtelif yönlerden ithal edilen bilimsel/kuramsal/düşünsel bilginin de hayli (ortalama bir asır!) geriden geliyor olması.
10) Bu “sınır/borderline kolektif karakterli”, kronik ve bol akut krizli toplumdaki “entelektüel karşıtlığının” aşılmasının zorluğu. Çünkü en büyük direncin ve sabotajın da, onunla mücadelenin de, kadın veya erkek hiç fark etmeksizin, “aydın veya entelektüel” geçinenlerin “kendi içlerinde ve aralarında” olması.
Sonuç olarak, mor gökkuşağının renk tayfı içinde güzel ve asil bir renk olarak feminizmi simgeleyebilir. Fakat gökkuşağı da çoğulculuğun temsilidir. Tabii ki dileyenler “çoğulculuk” için de LGBTİ+ gibi her geçen gün nüanslarının çoğalacağı aşikar olan Türk, Kürt, Alevi, Müslüman, Hristiyan, Yahudi, vd. tüm olası kimliksel renkleri yan yana getirerek kolye, mozaik, ebru, yama işi ve benzeri gibi pek çok başka metaforları da kullanabilirler.
Ancak unutmamalı ki, bunların hepsi söylemsel ve simgesel. Sancılar, yaralar, bereler ve ölümler de elbette bedensel ve eylemsel, yani tarihsel-maddî. Tüm bunlara yol açan, yön veren ve sürdüren temel insanî dürtü, kaygı, duygu ve bilişler ise başlangıçta hem bedensel hem de imgelemsel.
Elbette, yazımın başlığının da işaret ettiği tüm bu karşılıklı kurucu ve ilişkisel ontolojik <-> epistemolojik süreçlerin kuram-pratikte nasılını burada anlatmak, sonuna gelmemiş olsam da, pek olanaklı veya gerekli değil.
Velhasıl, 8 Mart önümüzdeki yıl özgürce kutlanacak olabilir. Fakat dünyanın Aşık Veysel’i yakından tanıyacağı 2023 yılında salt Kılıçdaroğlu öncülüğündeki muhalefetin değil, esas onu izleyen yıllarda tüm halkın bireysel-kolektif özgürlüğe ve kurtuluşa yürünecek yolu hayli “ince ve uzun”!
Sonuçta, Artı Gerçek adı ile bile kime neyi ifade ediyor pek kestiremiyorum doğrusu. Fakat Ali Topuz’un nazik teklifini mevcut siyasî konjonktür ve entelektüel iklimde, tam da böyle bir olası diyalojik serüvenin bir parçası olabilmek umutlu beklentisi ile kabul ederek yazdım. 8 Mart haftası olması vesilesiyle de, böyle bir merhaba demek istedim. Başka yazılarda buluşabilmeyi diliyorum.
Aydan Gülerce: Psikoloji Lisans, Uygulamalı Psikoloji Master, Klinik Psikoloji Doktora ve Doktora-sonrası Psikanaliz eğitimlerini Hacettepe ve Fulbright burslusu olarak Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. 1987’den bu yana Boğaziçi Üniversitesinde tam-zamanlı ve Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Yanı sıra çeşitli kurumsal danışmanlıklar, psikoterapi ve süpervizyon eğitimleri verdi, toplumsal sorumluluk ve araştırma projeleri yürüttü. Disiplinler arası akademik çalışmaları çok çeşitli konulardaki uluslararası yayınları ağırlıklı olarak ilişkisel ve dönüşümsel meta-kuram, eleştirel psikanaliz, kuramsal psikoloji, siyasi söylem çözümlemesi, öznellik ve bireysel-toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki analiz ve yorumlarını ise muhtelif dergilerde, Yeni Yüzyıl, Radikal, Daktilo1984 ve Politik Yol gibi gazetelerde yazd
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***