Türkiye siyâsetinde özellikle 7 Haziran 2015 seçimlerinden bu yana adını “HDP sorunu” olarak koymamız gereken ciddî bir sorun var. HDP’nin parti olarak katıldığı bu seçimde elde ettiği sonuç, aynı zamanda AKP’nin tek başına iktidar olma imkânının da sona erdiğini îlân etmişti. Sonrasını biliyoruz. HDP’siz bir hükûmet kurma imkânının bulunmadığı 7 Haziran sonrası ortamda, “HDP’siz olsun da ne olursa olsun” yaklaşımı tüm partilere hâkim olunca, 1 Kasım seçimlerine giden yolda unutulması mümkün olmayan olaylar ve acılar yaşandı.
HDP üzerindeki baskılar artarak, kayyım uygulamalarıyla, hukuka aykırılığı AİHM’in birden fazla kararıyla hukuka aykırı olduğu tescil edilmiş olan tutuklamalarla, yargı süreçleriyle devam etti. Bugün, gene 7 Haziran 2015 sonrasına benzer bir durum var. Nasıl Haziran 2015’te TBMM içinde HDP’siz bir iktidar çıkarmak imkânsız idiyse, 14 Mayıs’ta da HDP’nin desteği olmadan CB seçimini kazanmak mümkün değil. Bugünkü sisteme göre CB tek kişilik yürütme yâni hükûmet olduğu için, gene aynı yere gelmiş bulunuyoruz: HDP’nin desteği yoksa, hükûmet de oluşamıyor. Bu gerçeklik karşısında, bugünkü iktidarı değiştirmek ve sonrasında parlâmenter sisteme geçiş için bir anayasa değişikliği projesi oluşturmuş olan Millet İttifâkı’nın HDP ile daha doğrudan, daha kamusal, yâni alenî, şeffaf bir temas kurma çabası içinde olması gerekmez mi? Akl-ı selim, “elbette böyle olmalıdır!” diyor ama, 2015 Haziran’ındaki MHP gibi bir tavırla böyle bir temâsı kesinlikle kabûl etmeyen İYİP faktörü ortada duruyor.
Mİ’nin yaşadığı “Akşener Krizi” sonrası adaylığı kesinleşen Kılıçdaroğlu’nun her siyâsî parti gibi HDP ile de görüşeceğini açıklaması önemliydi. Böyle bir temâsın ve sonrasında HDP’nin Kılıçdaroğlu’nun adaylığına verebileceği bir desteğin, 2015 Haziran’ındaki durumun kırıldığını göstermesi bakımından çok büyük önemi var. Ancak, bir taraftan Akşener’in îtirâzı sürüyor, diğer taraftan da iktidar ve yandaşları, her tür medya platformunu kullanarak, Mİ ile HDP arasındaki herhangi bir teması ve yakınlaşmayı, daha vâki olmadan, muhalefet aleyhine kullanmak üzere harekete geçmiş bulunuyorlar. Akşener, görüşmeye îtiraz etmiyor ama bu görüşmeyi CHP-HDP arasında bir temas olarak nitelendirmeye çalışıyor. HDP’nin ise bu nitelemeye râzı olmadığını, Kılıçdaroğlu’nun kendileriyle Mİ’nın CB adayı sıfatıyla görüşmesi gerektiğini vurguladığını biliyoruz.
AYM KARARLARI
HDP ile ilgili bir diğer konu da, Anayasa Mahkemesi’nde devam eden ve seçimlerden bir ay önce karar aşamasına gelebilecek olan kapatma dâvâsı. Süreçle ilgili olarak AYM, iki önemli karar verdi. Bunlardan ilki, HDP’nin daha önce Mahkeme tarafından bloke edilen hazine yardımının serbest bırakılması. İkinci karar ise HDP’nin son savunması için 11 Nisan târihinin belirlenmesi. İlk karar olumlu gibi görünüyor ama, burada AYM’nin tavrı ile ilgili ilginç bir nokta var. HDP’nin hesabına bloke koyma kararını kaldırdığı kararında Mahkeme gerekçe olarak, bloke koymak için gerekli şartların oluşmadığını söylüyor. Burada ilginç olan husus, bu “gerekli şartlar”ın bloke koyma kararının verildiği sırada da oluşmamış olması. Yâni, değişen bir şey yok ama birbirinin zıddı iki karar var, ikisi de aynı mahkeme tarafından veriliyor. Konuyu daha da ilginçleştiren bir husus da, bu blokaj tedbirinin dâvânın ilk evresinde AYM tarafından reddedilmiş olması. AYM’nin geçtiğimiz günlerde kaldırdığı blokaj kararını “geçici” bir karar gibi formüle etmiş olması durumu bence değiştirmiyor. Buradan anlaşılan şu ki, değişen hiçbir şey olmadığı hâlde, Mahkeme her türlü kararı verebilecek kapasiteye sâhip.
Şimdi, daha da önemli bir konu var önümüzde. HDP, 11 Nisan’da son savunmasını yaptıktan sonra AYM, kapatma, kapatmama veyâ hazine yardımından kısmen veyâ tamâmen mahrum etme kararlarından birini 14 Mayıs’tan önce verebilecektir. Bu konuda Mahkeme’yi bağlayan hiçbir Anayasa veyâ kanun hükmü bulunmamaktadır. AYM, daha önce HDP tarafından kendisine iletilmiş olan yargılamanın seçimlerden sonraya ertelenmesi talebini oybirliğiyle reddetmişti. Şimdi son savunmanın 11 Nisan ünü yapılacağına dâir kararı ise, HDP’nin son savunma gününü üç ay erteleme yönündeki talebine karşılık olarak verildiğini gözönüne alarak soralım, AYM hükmünü 14 Mayıs’tan önce verme niyetinde midir? Sürecin seçimlerden sonraya ertelenmesi yönünde yapılan iki başvuruya da, biri red diğeri 11 Nisan olarak verilmiş iki karara bakarak, diyebiliriz ki AYM, kesin kararını seçimlerden önce vermeye niyetli. Tersini söylemek de mümkün ve bunun için de, hazine yardımına koyduğu blokajı kaldırmasını bir işâret olarak alabiliriz. Ezcümle, AYM’nin ne yapacağı tam bir belirsizlik içinde ve bu belirsizlik ortamında seçimlere katılmak durumunda bırakılan HDP’nin bir anlamda “tâciz” edildiğini, bundan daha da önemli olarak, seçimlerin “özgür, eşit ve âdil” koşullarda gerçekleşmeyeceğinin anlaşıldığını söylemek zorundayız.
“HDP SORUNU”NUN ESASI
Türkiye siyâsetinde, yukarıda özetlemeye çalıştığım bir HDP sorunu var, açıkça görülüyor. Bu, HDP’nin normal siyâsî süreçlerden mümkün mertebe dışlanması anlamında kendisini gösteriyor. Bu dışlayıcı tavır, iktidar cenâhından gelen ve HDP’yi kriminalize eden girişimlerden de etkileniyor, hattâ onlardan besleniyor. HDP’yi kriminalize etme girişimlerinin en ciddî olanı ise, AYM önündeki kapatma dâvâsı. Bu dâvâyı, HDP’nin selefi olan ve Kürt siyâsî hareketinin temsilcileri niteliğindeki önceki partiler hakkındaki kapatma kararları ile karşılaştırdığımızda, ortaya şöyle bir sonuç çıkıyor: HDP’nin selefi olan ve daha önce AYM tarafından kapatılan partiler, bu kapatma kararlarının hukuka aykırı olduğunu AİHM’nde tescil ettirmiş durumdalar. Daha açık bir ifâdeyle, HDP öncesinde verilen kapatma kararlarının her birinde Türkiye, haksız bulunmuş ve AİHS’ni ihlâl ettiği için mahkûm edilmiştir.
Demek ki, HDP’nin selefi olan partiler hakkında daha önceki kapatma kararlarına esas teşkil eden “terörle ilişkilendirilmek” ve “bölücülük” gibi suçlamalar konusunda AİHM, AYM’nden çok farklı sonuçlara ulaşmış. Peki, şimdi HDP ile ilgili verilebilecek bir muhtemel kapatma kararının akıbeti farklı olabilir mi? Siyâsî süreçte kendisini vâr eden “HDP sorunu”na, bir diğer deyişle, kapatma dâvâsının bu siyâset içindeki dayanaklarına -örneğin MHP liderinin her fırsatta HDP’nin derhâl kapatılması gerektiğini yüksek perdeden buyuran, bu da yetmezmiş gibi AYM’ni kapatmaktan dem vurmasına- baktığımızda, verilebilecek bir kapatma kararının da öncekiler gibi hukuka aykırı olacağını söyleyebiliriz.
Şimdi soralım, mâdem kararları Türkiye için bağlayıcı olan AİHM’i iknâ edemediği açıkça ortada olan “terör ve bölücülük” suçlamasının ötesinde, acaba HDP’yi (seleflerini de) bir sorun hâline getiren esas sebeb nedir? Kanımca böyle bir esas sebeb var ve o sebeb, geçmişte seleflerini bugün de HDP’yi “yok edilmesi” gereken, edilemiyorsa da mümkün mertebe normal siyâsetin dışında tutulması gereken bir varlık gibi göstermeye neden oluyor. Bu esas sebeb, bugün HDP’nin “demokratik cumhuriyet” olarak dile getirdiği kavramda gizli ve bu kavram, Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal düzeninin temelleriyle ilgili bir îtirâzı ifâde ediyor.
DEMOKRATİKLEŞME Mİ, DEMOKRATİK CUMHURİYET Mİ?
Denebilir ki, cumhuriyetin demokratik olması gerektiğini talep etmek, neden böyle bir dışlanma, kriminalize edilme, giderek -kapatma anlamında- yok edilme sebebi olsun? Sonuçta, kendilerini demokratik gören bugünün otoriter iktidara karşı çıkan Mİ da, HDP gibi, Cumhuriyet’in demokratikleşmesini istemiyorlar mı? HDP, demokratik cumhuriyet derken, Cumhuriyet’in demokratikleştirilmesinden farklı bir şey mi söylüyor?
Kanımca, Mİ’nın “güçlendirilmiş parlâmenter sistem” ve “ortak politikalar” gibi metinler aracılığıyla kamu oyuna sunduğu perspektifte yer alan demokratikleşme hedefi ile, HDP’nin “demokratik cumhuriyet” kavramlaştırması arasında önemli bir fark var. Bu farkı anlayabilmek için, izlenmesi gereken yollardan biri, anayasa kavramından geçiyor.
Yaygın kabûl gören bir yaklaşıma göre anayasa, bir devletteki hukuk düzeninin temelini oluşturuyor. Buna göre, hukuk düzenini meydana getiren kurallar, alt ve üst basamaklar olarak tasavvur ediliyor ve alttaki normların kaynağı üstteki norm olarak görülüyor. Özünde, bir normun kaynağının yine başka bir norm olabileceği düşüncesinin uzantısı olan bir “hiyerarşik normlar” sistemi. Tabiî, unutmadan hatırlatayım, norm dediğimizde, insana “olması gereken”i işâret eden bir kuraldan söz ediyoruz. Neyin nasıl olduğunu değil de nasıl olması gerektiğini gösteren bir kural olarak norm. İşte anayasa da, bir devletin hukuk düzeninde, kanunlarda ve daha alt seviyelerdeki kurallarda vâr olan düzenlemelerin kaynağını oluşturuyor ve kendisi bir “olması gereken temel norm” niteliğinde.
Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ikinci maddesi, Türkiye devletinin nasıl bir devlet olduğunu belirtiyor. “Lâik, demokratik, insan haklarına saygılı, sosyal, hukuk devletidir.” Buradaki “dir” kipi, sanki olanı ifâde ediyormuş gibi görünüyorsa da, aslında öyle olması gerekir diyor. O yüzden biz vatandaşlar, olan bitene bakıp, bu lâikliğe aykırı, bu insan haklarına uygun değil, bu demokratik değil gibi yargılara varıyor ve olanın “anayasaya aykırı” olduğunu ileri sürüyoruz, imkân varsa AYM’den bu aykırılıkları düzeltmesini isteyebiliyoruz.
Fakat, Anayasa’daki temel kurallar bunlardan ibâret değil. Anayasa, devletin “milliyetçi” olduğunu da söylüyor. Ne demek derseniz, değişik tanımlar bulunabilir ama, işin özü, devletin yekpâre, türdeş bir varlık olarak “millet” ile “devlet”in birlikteliğini bir “siyâsî olması gereken” olarak ifâde etmek. Tabiî, milletin yekpâre, türdeş olarak varlığının bir de etnik sıfatı var, millet “Türk milleti”. Böyle olduğu için de, siyâsî anlamda bu türdeşliği bozabilecek her türlü farklılık, örneğin “anadilleri farklılığı”, yasaklanıyor veyâ şimdi olduğu gibi, ancak “bu türdeşliğe zarar vermeyecek” anlamda “zararsız kültürel fark” olarak kabûl görebiliyor. Ama, “Türkçe dışında anadilinde eğitim” olması gerekir derseniz, devletin “milliyetçi” duvarına çarpıyorsunuz.
HDP’nin demokratik cumhuriyet kavramı, bu duvarı kaldırmayı içerdiği için, “cumhuriyetin demokratikleştirilmesi” olarak ifâde bulan -ki, isterseniz “Cumhuriyet’in demokrasiyle taçlandırılması” da diyebilirsiniz- yaklaşımdan köklü bir biçimde ayrılıyor. Bu ayrım, Türkiye siyâsetinde “HDP sorunu”nun esas sebebidir ve bu esas sebeb aynı zamanda HDP sorununu bir “anayasa sorunu” hâline getirmektedir.
Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara’da, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi’nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997’de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler’le birlikte “Bu Suça Ortak Olmayacağız”
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***