Son üç dört gündür ne olup bittiğini tam anlayabilen var mı, bilmiyorum. Akşener’in, ortak cumhurbaşkanı adayı üzerinde “ortak anlayışa vardık” açıklamasını imzâladıktan çok kısa bir süre sonra, böyle bir ortak anlayışın olmadığını belirterek yaptığı çıkışı neydi? Şimdi, bu satırlar yazıldığı sırada, Saadet Partisi Genel Merkezi’ndeki toplantıya katılması ne demek oluyor? Ne oluyor ve neden oluyor?
NE OLDU, NEDEN OLDU?
Akşener, 2017’den beri siyâsî anlamda çok yakın işbirliği içinde olduğu Kılıçdaroğlu’nun adaylığına karşı çıkarken, bir yılı aşkın bir süredir birlikte çalıştığı Millet İttifâkı mensuplarını ağır bir dille suçladı. İYİP’in bir kıskaca alındığından, ölümle sıtma arasında bir tercihe zorlandığından bahsettiği konuşmasında, Kılıçdaroğlu’nun adaylığına “kazanacak aday değil” gerekçesiyle karşı çıkarken, Kılıçdaroğlu’nun genel başkanı olduğu partinin iki büyükşehir belediye başkanını müstakbel CB adayı olarak öneriyor, önermenin de ötesinde, bu isimleri partilerinden ayrılıp CB adayı olmaya, “göreve” çağırıyordu. Anlaşılır gibi değildi doğrusu ve anlaşılır olmadığı için de büyük bir şaşkınlık yaratmıştı bu tavır. Şahsen ben de yanılmıştım. Akşener’in siyâsî kariyerini biliyordum ama, “ortak aday konusunda ortak anlayışa vardık” açıklamasının mürekkebi kurumadan, “ortak anlayış diye bir şey yok, bizi kıskaca aldılar” açıklamasıyla “köprüleri atması”nı beklemezdim doğrusu.
Meğer köprüler de atılmamış. İki gün geçti geçmedi, arada ne oldu ne bitti, bilinmez, iki büşükşehir belediye başkanına, İmamoğlu’na ve Yavaş’a CB Yardımcılığı verilmesi şartına bağlı olarak Altılı Masa’ya döneceği açıklandı ve bu satırlar yazıldığı sırada Masa toplantı hâlinde. Şahsen gene yanıldım. O sert sözlerden ve sunulan “Kılıçdaroğlu kazanacak aday değil” gerekçesinden sonra, böyle bir dönüş beklemiyordum. Aksine, “acaba iktidarla bir yakınlaşma olabilir mi?” sorusu daha ciddî bir soru gibi geliyordu. Akşener, üç günde iki defâ büyük bir yanılgı, büyük bir şaşkınlık yarattı hem bende, hem de bir kısım kamuoyunda.
Peki, şimdi soruyoruz, dönüşün sebebi neydi? Ayrılmanın sebebi, “Kılıçdaroğlu kazanacak aday değil!” gerekçesiyse, bu gerekçe ortadan kalkmadı. Gerekçenin düzgün ifâdesi aslında şu galiba: Ne yapsak, ne etsek, Kılıçdaroğlu’nun kazanması imkânsız! Çünkü, yine Akşener’in ifâdesiyle, arkasında “yenilgi yenilgi büyüyen” bir geçmiş var, yâni sâdece anketler ve kendi kişisel gözlemleri değil. Oysa bugün, bu satırlar yazılırken, Akşener’in Masa’ya dönmesi ile birlikte, medyaya görünen bir partili ileri gelen kişinin ifâdesi, “kazandırılacak aday”a dönüştü. Kılıçdaroğlu, “kazanacak aday” olmayabilirse de, artık “kazandırılacak aday”dı -tabiî son anda bir sürpriz daha yapılmazsa! Bu durumda sorulmaz mı, neden daha işin başından bu yana bu “kazandırılacak aday” perspektifiyle konuya yaklaşmadınız? “Kazanacak aday” zâten abes bir terim değil miydi? Kazanacak aday zâten kazanır, siz olsanız da olmasanız da kazanacaktır, o yüzden “kazanacak aday”dır, siyâsetin bir amacı da kendi adayınızı kazandırmak değil midir?
Bu noktada başka bir soru gündeme geliyor, gelmeli. Belli ki, “kazanacak aday değil!” gerekçesinin iler tutar bir tarafı olmadığı anlaşıldı. Çünkü, “kazanacak aday değil!” dediğiniz kişinin adaylıktan vazgeçmemesine ek olarak, o kişinin liderliğini yaptığı partinin iki önemli belediye başkanını ona yardımcı olmak üzere önermek, başlangıçtaki “kazanacak aday değil!” gerekçesinin ne kadar abes bir gerekçe olduğunun da îtirâfı olmuştur. Bu durumda, acaba “esas sorun başka mı?” sorusunu sormamız gerekiyor.
BAŞKA BİR SORUN MU VAR?
Gerçekten, Meral Akşener ve İYİP, Kemal Kılıçdaroğlu’nun müstakbel CB adaylığına esas olarak neden karşı çıkmış olabilir?
Dikkat edilecek olursa, CB adayının belirlenmesi ile ilgili tartışmalar uzunca bir süredir devam ediyor. Kılıçdaroğlu’nun aday olmak istediği, buna karşılık İmamoğlu’nun veyâ Yavaş’ın seçmen desteklerinin “anketlere göre” daha yüksek olduğu ve onların tercih edilmesi gerektiği gibi konular epeydir dillerde. Kamu oyunda bu konuda epey yazı birikmiş durumda. Buna karşılık Altılı Masa veyâ Millet İfftâkı lider toplantılarında bu konu hiç konuşulmamış. Bu, çok tuhaf. Gerçekten konuşulmamışsa, büyük bir eksiklik, konuşulmuş ama kamu oyundan saklanıyorsa, bu da en azından ayıp. Her ne hâl ise, şimdi bu konu gündeme geldiğinde gösterilen tavrın bir diğer ayıbı daha var ve bu belki de “esas sorun” ile ilgili. Şöyle:
“Anketler”e bakarsak, Cumhur İttifâkı da, Millet İttifâkı da, kendi içlerinde kaldıkları takdirde, CB seçilmek için gereken %50+1’i bulamıyorlar. Dolayısıyla, HDP ve Emek ve Özgürlük İttifâkı’nın desteğine ihtiyaç var. Bu da bir sır değil. Buna rağmen, Türkiye’nin öncelikle bugünkü iktidardan kurtulması, sonra da bu iktidarın getirdiği başkancı sistemi değiştirip parlâmenter sisteme geçmesi gibi hedefleri bir tür “hayat-memat mes’elesi” olarak takdîm eden Mİ’nın, HDP ve EÖİ’nı dışlamasını anlamak mümkün görünmüyor. Bu dışlayıcı tavrın öncelikle sebebi, Akşener’in ilk ayrılma beyânına, yâni 2 Mart’a kadar, İYİP’in tavrıydı. Bu tavır, demokratik olma iddiasında bir parti için bence bir “nâkise”dir. Akşener’in 3 Mart’ta, bir gün önceki imzâsının aksine, Mİ’ndan ayrılmayı beyân etmesinin arkasında, acaba, HDP ve EÖİ’nın Kılıçdaroğlu’na potansiyel desteği olabilir mi?
3 Mart’taki ayrılık beyânını dinlediğimde, sudan gerekçelerle köprüleri atan bu yaklaşımın gerisinde, böyle bir HDP-EÖİ potansiyel desteğinden duyulan rahatsızlığı sorgulamıştım. Akşener’in ayrılık beyânında bulunduğu sıralarda Kılıçdaroğlu’nun Sol Parti ve TİP yetkilileriyle görüşmekte olması da ilginç bir tesâdüftü, bu açıdan. Dahası, Kılıçdaroğlu’nun HDP-EÖİ tarafından da desteklenmesi, aslında onu “kazanan aday” yapacaktı ve acaba bu “kazanacak aday değil!” gibi bir abes gerekçenin formülâsyonunu bütünüyle boşa düşmez miydi? Asıl rahatsızlık, dolayısıyla, Kılıçdaroğlu’nun kazanamayacak olması değil, tam aksine kazanmaya çok yakın bir noktaya doğru ilerlemekte olması mıydı?
MASAYA DÖNÜŞ VE ESAS SORUN
Şimdi, Akşener ve İYİP Masa’ya döndüğüne göre, bu “esas sorun” da bir vehimden ibâret mi oluyor? Sanmıyorum.
Akşener’in yarattığı çalkalanma, arkasındaki başlıca sâikler ve fakörler ne olursa olsun, Türkiye siyâsetine damgasını vuran esas sorunu gölgede bırakmamalı. Çeşitli analizlerde görüyorum ki, Akşener’in çıkışının gerisinde Kılıçdaroğlu’nun “418 milyar doları geri alacağım” çıkışından rahatsızlık duyan “müteahhit grubu” ile birlikte devletin son yirmi yıllık AKP iktidarı içinde oluşturulmuş olan derin bürokrasisinin bir bölümü gibi çeşitli faktörlerden, Akşener’in kendi kişiliğini öne çıkarma gibi sâiklerden söz edilmekte. Bunlarda kuşkusuz bir gerçeklik payı mevcuttur. Ancak, atlamamamız gereken bir nokta var, o da Millet İttifâkı’nın bir sistem değişikliği ve bir ortak politikalar vizyonu olarak ortaya koyduğu tercihlerle ilgili. Bu belgelerde gözlenen çok ciddî bir eksiklik, Türkiye’nin bugünkü baskı ortamına gelmesine neden olan temel sorunlara yönelik herhangi bir politika önerisinin olmaması. Bu eksiklik, bugün içinde bulunduğumuz kritik ve olağanüstü hareketli ortamda, seçimlerde etkisi küçümsenemeyecek olan %10-15 bandındaki bir kitlenin siyâsî süreçten dışlanması ile örtüşüyor.
Akşener’in Masa’ya dönmüş olması, bu siyâset eksikliğinin ve dışlayıcı tavrın gelecekte neden olacağı yıkıcı sonuçları engelleyebilir mi? Göreceğiz. Her şeyin çok hızlı değiştiği şu ânlarda, önümüzdeki gelişmelerin nasıl bir siyâsî ortama evrileceğini kestirmek gerçekten kolay değil. Ancak, iki gün önceki Bursaspor-Amedspor maçında hortlayan “kontrgerilla sevdası”nın suratımıza tekrar çarptığı “faşizm” rüzgârına ket vurmak için gereken demokratik mücâdele enerjisinin sâdece Altılı Masa tarafından üretilemiyeceği açıkça ortaya çıkmış durumda. Akşener dönmeseydi, beş partiyle yoluna devam edecek olan ittifâkın HDP-EÖİ’yla birlikte ortaya koyabileceği demokratik irâde belki daha güçlü olabilirdi. Belki Akşener ve İYİP, bu konuda da tavır değiştirmiştir, kimbilir. Ama, bence bu üç-dört günlük hareketlilik, Türkiye’deki esas siyâsî sorunun bugünkü iktidarı değiştirmek ve parlâmenter sisteme geçmek ile sınırlı olmadığını, asas sorunun “başkancı faşizm”den de, “parlâmenter faşizm”den de kurtulmak biçiminde görülmesi gerektiğini açıkça ortaya koymuş olmalıdır. Bekleyip göreceğiz …
Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara’da, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi’nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997’de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler’le birlikte “Bu Suça Ortak Olmayacağız”
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***