YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
Türkiye siyasetindeki en büyük eksikliklerin başında kuşkusuz dürüstlük geliyor. Ülkede siyaseti bir tür karşılıklı aldatmaca, kandırmaca, manipüle etmek, taktiksel manevra, takiyye vs. olarak algılayan ana akım siyasi partiler, liderler – ve daha da kötüsü taban, yani halk – söz konusu. Kazanmak için her yolun mubah olduğu, köprüyü geçene kadar ayıya dayı denmesi gerektiği, işimiz hallolana kadar zihniyeti, hep siyasetteki bu ahlaki zafiyetten besleniyor. İşbirliklerinde de, rekabette de bu zihniyet hâkim.
Partilerin programlarında da, diskurlarında da bu dürüst olmama durumu hemen göze çarpıyor. Nabza göre şerbet vermek, durumu bir şekilde idare etmek, etkiye sütlüye bulaşmamak, ortalığı bulandırmamak, erken öten horoz durumuna düşmemek gibi kaçak güreşme taktikleri, sadece Cumhur İttifakı’yla mı sınırlı zannediyorsunuz?
Bugün Altılı Masa’nın en önemli zafiyeti de bundan kaynaklanıyor. Matematiksel zorunluluğa karşın Kürt siyasetini dışlamak, Erdoğan’ın ve güç paydaşlarının elini güçlendiriyor. Herkes bunun farkında, ama susuyor. 100 yıldır ertelenen Kürt sorununa kalıcı çözüm, Türkiye’nin kaderindeki en önemli seçim olan 14 Mayıs 2023 seçimlerinde de siyaset dışı alana itiliyor. Evet, Kürtlerin oyuna gereksinim olduğu aşikâr. Ancak “Erdoğan’ın yerine kimi aday göstersek elleri mecbur, ona oy vermek zorundalar!” anlayışı, Altılı Masa aktörlerinde ortak bir algı durumunda. Akşener HDP’nin aktör olarak kabul edilmemesini en açık şekliyle ifade eden lider belki. Ancak aynı tutumun CHP’de de – Kılıçdaroğlu’nun ve ekibinin tüm çabalarına karşın – var olmadığını söylemek mümkün mü? Küçük partilerin durumu da benzer. Ortak kanaat, HDP’den destek alınsın ve Kürtler Kılıçdaroğlu’na oy versin, ama Kürtlerin talepleri ciddiye alınmasın, Kürtler yok sayıldın, Kürtler otursunlar oturdukları yerde.
Aynı bağlamda diğer önemli bir konu, Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) ihraç edilen ve sosyal soykırıma maruz bırakılan insanlarla ilgili hiçbir somut ve bağlayıcı anlaşmanın var olmaması durumu. Evet, Altılı Masa’nın bazı üyeleri KHK’lılara ilişkin bazı olumlu açıklamalar yaptı geçmişte. Ancak bu açıklamalarda hep bir koşul veya koşullar öne sürüldü. Mesela, suça bulaşmamış olmak, beraat almış olmak, hakkında soruşturma veya kovuşturma açılmamış olmak gibi parantezler açıldı. Oysa KHK’lılar o kara listelere alındıklarında, bu hem anayasayla hem de mevcut mevzuatla çelişiyordu. KHK’lar Olağanüstü Hal uygulamalarıydı, normal rejimden kopuşla alakalıydı, anayasal devlet mimarisinin rafa kaldırılmasını sembolize ediyordu. Ancak tüm bu gerçekler Altılı Masa tarafından görmezden geliniyor. İstense pekala tüm KHK’ların yok hükmünde olduğu, iktidar değiştiğinde doğal olarak görevlerine iade edilecekleri söylenebilirdi. Ne var ki KHK’lar konusu “hassas bir konu” denerek sayıları milyonları bulan KHK’lılar ve yakın aile üyeleri görmezden geliniyor. Bunun nedenini hepimiz biliyoruz. Rejim, kendi diskurunu toplumun tüm kademelerine nüfuz ettirdi ve algıları başarıyla yönetti, şekillendirdi, konsolide etti.
Gerek Kürtlerin gerekse de KHK’lıların yok sayılması, aynı yaklaşım bazında meşruiyet ve rasyonellik atfedilen alanlar. Nasılsa bu iki geniş grup da ne olursa olsun Erdoğan karşısındaki adaya oy verecekler. Ölümle korkutup sıtmaya razı etme taktiği, Türkiye siyasetinin vazgeçilmezidir. Bu taktikle tüm yaşamsal önemdeki konular ikincil siyaset alanları durumuna indirgenir, köprü geçildikten sonra da bir daha kimse bu siyasi alanlara bulaşmaz. Böylece geniş kitlelerin mağduriyetleri devam eder, hatta daha da artar.
Dürüstlüğe ilişkin diğer bir alan da Davutoğlu ve Babacan’ın siyasi geçmişleriyle alakalı. Evet, bugün her iki siyasi figür de AKP’den kopmuş, kendi siyasi partilerini kurmuş, yollarına devam ediyorlar. Her ikisi de Altılı Masa’da kendilerine yer bulmakta zorlanmadı. Hâlbuki her iki lider de AKP’de siyasi kariyerlerine devam ederlerken, 17 Aralık 2013’te yolsuzluk skandalı patlak verdi ve Türkiye’de rejimin şaftı bu olayla beraber kaydı. 17 Aralık bir sivil darbeyle sonuçlandı. Yürütme erki, Erdoğan ve diğer siyasal aktörlerin kararıyla güçler ayrılığını sonlandırdı, bağımsız olması gereken Türkiye yargısını ele geçirdi. Görev başındaki yargıçlar yürütme kararıyla görevden alındı. Böylece Erdoğan ve suça bulaşmış ekibi kendilerini yargıdan – bağımsız mahkemelerden – kurtardılar. Anayasanın yasalar önünde eşitlik ilkesi ortadan kaldırıldı. Şimdi Davutoğlu ve Babacan’ın bu konularda bildiklerini anlatmaları gerekmiyor mu? O dönem neler yaşandı? Hangi aktörler ne gibi hukuksuz eylemlerde bulundu? Hangi suçlar işlendi? Babacan ve Davutoğlu bu konuları gayet iyi biliyorlar, ama susuyorlar. Sadece susmakla kalsalar! Birkaç gün önce Davutoğlu alenen Hakan Fidan’ı savundu, eski öğrencisi olduğunu ve ona güveninin tam olduğunu beyan etti. Kimse de “sen ne diyorsun be adam, Fidan Türkiye’nin muhaberat rejimine dönüşmesinin baş mimarı” demedi. Yeter ki Altılı Masa’da arıza çıkmasın, öyle mi!
Bir diğer mesele de Akşener’e ve dolayısıyla da Altılı Masa’ya Erdoğan ekibi tarafından yüzlerce kişilik bir listenin verilmiş olması iddiası. Bu listede adı geçenler hakkında devr-i sabık uygulaması yapılmayacağı, diğer bir ifadeyle yaptıkları suçlara karşın bu kişilere dokunulmazlık verileceği iddia ediliyor. Daha önce ele aldığım üç konu ve bu konulardaki tutumlara bakıldığında, durumun ciddiyeti daha fazla ortaya çıkıyor.
Bu yazıda ele aldığım her dört konuda da sanki görünmez bir el müdahil oluyor ve bazı konuları siyaset dışına çıkartıyor. Bunun yapan dikkat ederseniz rejimin başındaki güç paydaşları değil. Muhalefetten bahsediyoruz.
Genel hava itibarıyla baktığımızda, insanlarda bir “Erdoğan hele bir gitsin de, gerisi kolay!” yaklaşımı var. Kuşkusuz Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı olması ve Erdoğan’ın ve AKP’nin sistem dışı kalması önemsiz değil. Ancak Birtakım kirli bağlantılar ve kötü kokular görmezden gelinmeyecek kadar iri ve tehlikeli tehditler.
Eğer Türkiye’de bir yeni başlangıç olacaksa, muhalefetin dürüst ve şeffaf olması gerekir. Ciddi bir silkinme ve toparlanma gerekirken, birilerini memnun etmek, bazı siyasi kısa vadeli dengeleri bozmamak, şiş de kebap da yanmasın türü ucuz oryantal kıvraklıklara girmek, gelecekten endişe duymama neden oluyor. Türkiye yalan-dolan, yolsuzluk, kanunsuzluk, rüşvet, otoriterleşme gibi belalardan bu denli çekmiş ve dibe vurmuşken, umut olması gereken muhalefetin kendi içinde bu kadar fire vermesi, mide bulandırıyor.
Tüm bunlar siyasetin neden şeffaf ve dürüstlük (ve de bu bağlamdaki tutarlılık) üzerine inşa edilmesi gerektiğini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Büyük hedefler için bile olsa ahlaktan uzaklaşan siyasi aktörler, halka kendilerinin Erdoğan’dan farklı olduğunu nasıl anlatacak? Ya da “biz bu halka ne versek bu halk da onu yer!” diye mi düşünüyorlar? Bu seçim çantada keklik değil. Erdoğan bu seçimi masada çalmaya çalışacak. Eğer karşısında kendisi gibi her yolu mübah gören ahlaksız bir siyaset olursa, buna çok daha kolay yeltenecektir. Ahlaki üstünlüğü kuramamak, tümüyle Erdoğan rejimine hizmet eder. Ya da Erdoğan’dan sonraki gelen iktidar da rejimi sadece birkaç kişinin ve kesimin haklarını iade ederek göz boyayıp aynen devam ettirir. Önümüzdeki süreç çok kritik!
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***