AYHAN YALÇINKAYA
Devlet, tarih sahnesine çıktı çıkalı dinsiz olmamıştır. Bunun açık anlamı her devletin evrensel bir biçimde, kendini ve eylemlerini, kararlarını meşrulaştırabilmek için kendisine dışsal bir dinselliğe referans vermek zorunda olduğu değildir; kendisini de aşan ve bağlayıcı olduğunu ileri sürdüğü bir dışsallığa her zaman referans vermek zorunda olsa da. Bu anlamda tarihte dinsiz bir devletin olmadığını ileri süreceğim, iddialı bir biçimde. Dinsiz bir devletin var olduğu ileri sürülüyorsa, orada söz konusu olanın da devletin kendisini din olarak örgütlemesinden öteye geçmediğini.
Dinsiz olamayan devlet, tıpkı dinler gibi, gökten zembille inmediğine göre, içinden yükseldiği zeminde karşılaştığı, bizzat içinden doğduğu ve rahminde beslendiği dinle, ilgili somut dinle çatışmaya girebilir; ancak bu çatışmanın varlığı, bize devletin en temel öğreticisinin din olduğu gerçeğini unutturmamalıdır. İşte bu unutuş dikotomik bir bakış açısına teslim olunmasını beraberinde getirmektedir. Ama asıl bu unutuşu ihmal ettiren şey, hemen hepimizde şöyle ya da böyle, incelikli ya da kaba bir biçimde kendisini gösteren devlet takıntısıdır.
Siyasal tarih içinde biçimlenen siyasal teori hem bu dikotominin varlığına, hem de aynı anda yanlışlığına ilişkin birçok değiniyle yüklüdür. Hızlıca birkaç örnek vermek gerekirse örneğin Machiavelli için din bir devletin olmazsa olmaz parçasıdır. Hele de söz konusu olan yönetim bir Cumhuriyet’se, bir Prensliğe göre, onun daha çok dine ihtiyacı vardır çünkü Prensliğin yönetebilmek için gerekli duyduğu korkuyu üretme ve salma imkanları bir Cumhuriyet’e göre çeşitlenirken Cumhuriyet halka dayandığı için bu “erdemden” yoksun olacaktır ki bu dine ihtiyacının daha önemli olduğunu gösterir.
Machiavelli için bir yönetim aslında bir sacayağının üstünde yükselir: İyi silahlar, iyi yasalar ve iyi din. Din yoksa yönetimin gereksindiği askeri virtu sürdürülemeyeceği için iyi silahlar işe yaramayacağı gibi, Tanrı korkusu yüreklerdeki birlik duygusunu beslemedikçe iyi yasaların da bir hükmü olmayacaktır. Demek ki din iyi silahlar ve iyi yasaların işleyimsel olarak varlıklarını garanti altına alacak en önemli unsurdur. Bu bakımdan da bir prens dindar olmasa bile dindarmış gibi gözükmeyi bilmeli; ne kadar akıl dışı olursa olsun hurafelere, mucizelere dokunmamalı; aksine kendi güdümünde ve hizmetinde dinin güçlenmesine izin vermelidir.
Dinin yönetilenleri yönetmek için nasıl etkili bir silah olduğunu küçümsemeyen bir diğer düşünür Spinoza’dır. Spinoza, Machiavelli’yi somutlarcasına Osmanlı yönetimini örnek olarak sahneye çıkarır. Kalabalıkları yönetmek için hurafenin son derece etkili bir silah olduğunu söyleyen düşünür, halk tabakalarının din maskesi altında kolaylıkla krallara tanrılar gibi tapmaya ya da tam tersine, her şeyin sorumlusu yalnızca onlarmış gibi, onlardan nefret etmeye yönlendirilebileceğini ileri sürer. Bu yöntem Türklerde, yani Osmanlılarda son derece başarılı olmuştur. Öyle ki onlar hurafeleri tartışmayı bile küfür sayacak kadar sağlıklı bir zihinden yoksundur. Monarşik yönetimin sırrı insanları aldatmakta ve korkuya din maskesi takmakta yatmaktadır. Halk yığınları böylece kendi kurtuluşları için savaşıyor gibi köleleşmek için savaşırlar.
Egemenlik kuramının habercisi Bodin ise adeta İslam topluluklarındaki bir sözü duymuş gibidir: Zillullah-ı fi’l-arz! Egemen prens Tanrının yeryüzündeki görüntüsüdür. Bu bakımdan din kesinlikle tartışılmamalıdır. Dinin tartışılması demek devletin yıkımına giden yolu açmak demektir. Ancak dinler arası çatışma da devleti yıkabileceğinden, din devlete karışamasa da devlet dine karışabilir. Dinler arasında, hatta aynı din içinde çatışmayı dinsel metinlerin farklı yorumlanabilme kapasitesine ya da özelliğine bağlayan Hobbes da dinin yönetim için öneminin farkında olan isimlerdendir. Önemli olan kuşkusuz din değildir; halkın yönetime itaatidir. Ancak bu itaat üretiminde referans şu ya da bu din olmamalıdır, çünkü onlar farklı yorumlanabilir. O halde referans dinin kamusal yorumu olmalıdır ve bu yorum da elbette devlet tarafından yapılacaktır. Yeter ki itaat edin. Bu itaatin dışsal/kamusal bir kaynaktan üretilmesi ölçeğinde dindar olun ama isterseniz içinizde bu yorumu tüm imanınızla inkar edin; bunun herhangi bir önemi yoktur.
Benzer örneklerin hemen çoğunda olduğu gibi, çoğu ütopyacı için de yasak olan şeylerin başında dinsizlik gelmektedir; en iyi siyasal toplumun mutlaka bir dini olacaktır. Thomas More bunun iyi bir örneğidir; ayrıca hatırlayalım ütopyalar ile manastır modeli arasındaki ilişkileri ve kimi din adamlarının ütopya yazma merakını. Ütopyacılar kimileyin çoğul dine kapıyı aralasa da örneğin Montesquieu nihayetinde vara vara tek ülke tek din anlayışına varır.
Kamusal-özel ayrımından hareket edildiğinde, devletin özel alanın da sınırlarını çizen biricik güç olduğunun farkında olan Rousseau ise dini özel alana terk etmeye yanaşmaz. Terk etmez çünkü temelinde din olmayan bir devlet olmadığı gibi, yurttaşları var eden ortak bağın, yani bireyleri çıkarlarıyla değil, tutkuyla birbirine bağlayarak onları birer yurttaşa dönüştüren iki şeyden birinin dindarlık, ötekinin vatanseverlik olduğunu ileri sürer. Öyleyse yurttaşı yurttaş kılan din bizzat toplumu toplum yapan devlet tarafından yaratılmaktadır. Bu da demektir ki din, devletin hükmü altında olacaktır. Devlet kendi hükmü altında, olumlu dogmalara sahip dine yol verecektir. Bunlar güçlü, akıllı, iyiliksever, öngörülü ve verici bir Tanrının varlığı; öte dünyanın varlığı, doğru olanların mutluluğu, kötülerin cezalandırılması ile sözleşmenin ve yasaların kutsallığıdır. Bu dinin tek bir olumsuz dogması vardı; o da hoşgörüsüzlüktür.
Görüldüğü gibi, devlet ile din arasında bir kan uyuşmazlığı söz konusu değildir ya da antagonistik bir ilişki yoktur. Ama bir dikotominin en azından görünür varlığı da inkara gelmez. Bu da, örneklerini verdiğim düşünürlerde de izlenebileceği gibi, devleti merkeze aldıkça ya da devlet takıntılı bir hat izlendikçe, dinin devlete ilişkin yaratabileceği risklerin farkındalığıyla ilgilidir; yani esasen devlet takıntılı bir tutumun sonucudur; din ve devlet arasında var olduğu kabul edilen bir antagonizmanın değil. Bu düşünürler, aynı farkındalık gereği dinin boyunduruk altına alınmasına en azından sıcak bakarlar. Gauchet referansıyla bir din adamının ağzından dile geldiği gibi söylersek “devlet din için yaratılmamış, din devlet için yaratılmıştır.” Yine Gauchet’yi izlersek, 1790’da Ulusal Meclis konuşmasında Camus şöyle seslenir; “istersek dini değiştirmeye gücümüz yeter ama bunu yapmayacağız. Katolikliği istiyoruz; papazları, rahipleri istiyoruz ama Kilise devlet içinde olduğu sürece, devlet Kilise içinde olamaz.”
Devlet ile bugün din dediğimiz, din diye bildiğimiz şey arasında koparılamaz bir bağ, bir yazgı ortaklığı bulunmaktadır. Düşünürlerin –dine en sert biçimde eleştirel yaklaşan düşünürlerin bile- din yıkılırsa devlet yıkılır demesi bir tesadüf değildir. Peki bu ortaklık nereden geliyor ki bu ortaklık aynı zamanda birbirlerine olan mesafelerini, belirli biçimlerde kendini gösteren düşmanlıklarını, nefretlerini, müdahale biçimlerini ya da belki de birbirlerine olan “aşk”larını anlamamızı da sağlayabilir?
Hiç sözü uzatmadan şunu söylemek isterim: Devlet ile din, her ikisi de şu ya da bu biçimde, topluluğun kendini onaylama, onaylayarak var etme hakkı üstünde hak iddia eder. Her ikisi de topluluğun kurucu ilkeleri, bir topluluk olarak varlığı, bu varlığın kendini düzenlemesi, yönetmesi, onamın sürekli kılınarak geleceğe aktarılması, diğer topluluklarla sınır çizgilerinin çizilmesi ya da bu farklılıkların ilgası üzerinde hak talebiyle var olabilir ve ancak bu hakkı ele geçirirse bir devlet ya da dinden söz edilebilir hale gelir.
Devlet, topluluğun siyasal bir varlık olmaktan çıkarılmasıyla, siyasetin topluluğun içinde ama üstünde, belirli kesimlerin eline geçmesiyle var olabilir. Bu ele geçirme ise ancak topluluğun gayrısiyasi bir varlık olarak yeniden kurulması, yeni bir inşa ile mümkündür. Tıpkı bir ordunun ancak halkın silahsızlanmasıyla tarih sahnesine çıkabilmesi gibi, devlet de ancak halkın siyasal bir varlık olmaktan çıkarılmasıyla, bir soyut küme olarak temsili, sembolik, performatif bir varlığa indirgenmesiyle var olabilir. Bu durumda her yeni devlet oluşumu aslında mevcut topluluğun dağıtılarak yeni bir topluluğun inşası anlamına da gelecektir. O halde, artık devlet varsa, devletten söz edilebiliyorsa, toplumdan da “devletinin toplumu” olarak söz edebiliriz. Ondan özerk, tümüyle bağımsız, sınırları katı çizgilerle ayrışmış bir varlık olarak toplumdan ya da toplumsallıktan söz etmek olanaksızdır. (Kuşkusuz riskli ya da tehlikeli bir cümle kurmuş olsam da, yine de toplumu devletin otomatik bir çıktısı ya da türevsel biçimi olarak görmeye karşı tetikte durarak.) Bunun söz edilebildiği yerde yapılan şey devletin siyasete el koyduğunun üstünü örtme çabası ya da üstü örtük devletle suç ortaklığı girişiminden başka bir şey olmayacaktır; örneğin devletin kabahatini topluma yıkmak için çok işlevseldir böylesi bir söz ediş ya da böylesi bir imkanın varlığı iddiası.
Devletin yeni bir toplum inşası, aynı zamanda onu toplum olarak onaylayan bir başka unsura, can düşmanıymış gibi görünen, dine de el koyma girişimidir de. Dinin üstünü çizerek ya da onu yok sayarak topluluğun kendini onay hakkını elinden alamaz. Daha da önemlisi, onay hakkının topluluğun elinden alınabileceğini devlete öğreten şey –devlet henüz tarih sahnesine çıkmamış olsa da ve ancak tarih sahnesine çıktığında bu dersin iyi öğrenilmiş olduğunu anlayabilsek de- dinin ta kendisidir. Bu anlamda devlet, kendisinden ders aldığı –dinin bu dersin öğretmenliğine soyunup soyunmamasından bağımsız olarak- dini kendi hakkını meşrulaştırabilmek için seferber etmeye, onunla kol kola girmeye ya da onunla mücadele etmeye muhtaçtır. Bir adım daha attığımızda şunu söyleyebiliriz demek ki: Yeni bir devlet talebi, inşası, icadı nasıl ki yeni bir toplum talebi, inşası, icadı anlamına geliyorsa bu aynı zamanda yeni bir dinin de keşfi, icadı ya da inşası anlamına gelecektir; devletin isterlerine uygun yeni bir din. Oysa hiçbir devlet bu dinin yeni bir din olduğunu ileri sürmeyeceği gibi, çoğunlukla tersine, bu dinin mevcut dinin ta kendisi olduğu biçiminde ya da eski dinin özüne döndürülmesi, rafine edilmesi, yüzyılların birikmiş kirinden pasından arındırılması, batıl inançlar ve hurafeler yükünün boşaltılması olarak sunacaktır.
Aynı fotoğrafa din açısından baktığımızda da benzer bir görüntü bizi beklemektedir. Topluluğun kurucu onayını ele geçiren ve bugün din denilen şey de ancak topluluğu dinsizleştirerek var olabilir; yani topluluğun dinsizleştirilmesi bu dinin varoluş koşuludur. Topluluk ancak “dininden” söküldükçe, “dinle” arasına bir boşluk konuldukça din sahibi kılınabilir. Kendini ölümüne dindar sayanı ve dindar varlığı dışında varlığı olmayanı din sahibi kılamazsınız. Bu yüzdendir ki her yeni din de ya kendinden önceki dine yönelik bir hayır’la ya da o dini arıtma, yenileme iddiasıyla söze girer. Yani her din olarak sahneye çıkma iddiasındaki din, her iman edip onaylama biçimi içinde var olduğu “dine” küfürle başlayabilir ancak; çünkü yerleşebileceği bir mesafeye, bir aralığa, bir yarılmaya ihtiyacı vardır. Ancak dinleri gökten zembille indirmediğimize göre, dinin bu dersi kimden aldığını da sormak zorundayız. Din, bu dersi, içinde var olduğu ve kendisinin birazdan kafirlik sayacağı, bugün adına din diyemediğimiz, varlığı topluluğun ekonomik, iktisadi, siyasal, askeri, cinsel varlığından ayrılamayan “din”den almıştır. Ama çoğun sanıldığı gibi bu din, yalnızca bir dizi performanslar, sembolik jestler ya da bedensel kontrol biçimleriyle tezahür etmediği gibi, bunlarla da sınırlı değildir. Aksine onun da ciddiye alınması gereken son derece incelikli bir kurumsal yapısı vardır. Ancak o kurumsal yapıya dokunduğunuzda ya da saldırdığınızda, aynı anda topluluğun iktisadi, cinsel, askeri, siyasal kurumsallaşmasına da dokunmuş olursunuz.
Kendi varlığının bilgisi ve bilincini ancak kendi dışından kavrayabilen topluluk, gereksinim duyduğu onamı da ancak yine kendi dışındaki kutsallıktan elde edebilir. Topluluk, topluluk olarak var olabilmek için zorunlu olarak gereksinim duyduğu eşitleyici düzlemi –ki eşitleyici bir düzlem olmaksızın topluluktan söz edemeyiz- ancak onayı üretebildiği kutsallık kendi dışında var olabildiği sürece inşa edebilir. Yani demem o ki toplulukların var oluşu zorunlu olarak demokratik bir içeriğe sahiptir. İşte bu demokratik zorunluluk topluluğun kendisiyle, kendisini onaylayan kutsalın kendisine dışarıdalığı arasındaki mesafede hayat bulabilir ki bu da topluluğun hayata gözlerini açması demektir zaten. İşte kendisiyle kutsal onamı arasındaki bu mesafe dinin de, devletin de ontolojik kader ortaklığının ya da yerleştikleri uzamın ortaklığıdır.
Bugün din dediğimiz şey bu boşluğu ele geçirip buraya yerleştikçe adeta kaçınılmaz olarak devlete doğru evrilir. Bu bakımdan Gauchet’yi yeniden anımsarsak eğer, Fransız papazın söylediğince “devlet din için yaratılmamıştır ama din devlet için yaratılmıştır.” Yani bu durumda din kronolojik olarak devletten önceyken, devlet mantıksal ya da teleolojik olarak bu dinden öncedir. Şöyle ki topluluğun kendini onay hakkını ele geçiren ve artık kendini hakiki din, biricik hakikat ya da din olarak sunan şey, aslında devletin ya da bir yüzü devlet bir yüzü din olan bir kurumsallaşmanın, örgütün, “şeyin” diğer yüzünden başka da bir şey değildir. Burada Agamben’in vurgusunu da hemen not etmeliyiz. Cumhuriyet ya da devlet dediğimiz şey eğer res publica ise, res dediğimiz de şeyden başka bir şey değilse, öyleyse devlet ya da cumhuriyet yani res publica aslında dile ilişkin bir şeydir de ve devleti dile getirdiği kadar dini de dile getirir. Demek ki bugün din dediğimiz şeyin şekillenişi ve dile gelişi aynı zamanda ve hatta belki de aynı biçimde devletin de dile gelişi ve şekillenişidir de. Madalyonun iki yüzü de aynı anda belirmektedir. O halde, buradan hareketle diyebiliriz ki düşünürler haklıdır: Dinin yıkılması devletin de yıkılması demektir! Dinin elden gitmesi devletin elden gitmesi, din düşmanlığı devlet düşmanlığıdır. Yani sonuç olarak eğer “devlete karşı toplum”dan söz etme imkanı varsa, bu aynı zamanda “dine karşı toplum”dan söz etme imkanıdır da.
Bu ontolojik ortaklık devletin krizinin aynı zamanda kendisini dinin krizi olarak da göstereceği anlamına gelecektir; tersi de doğru. Derin bir dinsel krizin varlığı aslında derin bir siyasal-kurumsal-örgütsel krizin varlığına işaret eder. Bu, çoğun iddia edildiği gibi, dinin devleti ele geçirmesinden, dinin sözde doğal sınırlarını aşmasından değil, tersine devletin yeterince “devlet olamamaklığıyla” ya da tersinden, belki de dinin yeterince din olamamaklığı ya da din olmaklığının şu ya da bu nedenle, giderek çözülüşüyle ilgilidir. (Hatırlayalım: “Devlet nerede?” Bu cümle aslında en azından Türkiye örneğinde tamı tamına “Din nerede?” anlamına da gelecektir. Devlet nasıl var ya da yok ise, din de aynı biçimde var ya da yok olduğunu, DİB örneğiyle apaçık göstermiştir.) Öyleyse böylesi bir krize karşı verilecek mücadele ya da yanıt da kesinlikle dinsel değil, apaçık siyasal olmak zorundadır.
Böylesi bir krize dinsel yanıt üretme çabası devletin zaten yaptığı şeye payanda vurmaktan başka bir anlama gelmeyecektir. Devletin krizi eğer dinin baskılanması, tek biçimli bir dinselliğin dayatılması, dinsel homojenleşme biçiminde kendini gösteriyorsa buna karşı verilecek yanıt, örneğin dinsel özgürlük, daha fazla dinsel özgürlük talebi olmayacaktır. Demem o ki müminlerin daha fazla özgürlüğünü talep etmek, esasen dinin, belirli bir dinin –ki bu dinin çoğunlukçu din olacağı açıktır-kamusallaştırılmış özgürlüğünün ve keyfiliğinin varlığını gözden kaçırmak, devletin rolünü gözden kaçırmak demek olacaktır.
Talep edilmesi gerek şey, dine karşı dinin, -asla dindarın değil- dinden –ve aynı anlama gelmek üzere –devletten daha fazla özgürleştirilmesidir. Bu da açıkça, topluluğun kendini tanıma/onay hakkını gasp edene karşı direnişinden beslenerek, onu örgütleyerek mümkün olabilir. Bu direniş imkanı da tıpkı din gibi, elbette gökten zembille inmeyecektir: Zaten buradadır ve hazır ve nazırdır! Hiç ummadığımız biçimde hem de. Bunun bütün potansiyelleri ya da imkanları da bizzat kendisini bastırıp yok etmeye çalışan mevcut din ve devlet tarafından bugüne taşınmıştır ve hayattadır; devletin ve dinin bütün müdahalelerine rağmen ve tam da onların kendilerini yeniden üretebilmek için can düşmanını bugüne taşımak zorunluluğu sayesinde.
Devam edecek
Ayhan Yalçınkaya: 1964 yılında dünyaya geldi. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Akademik, Alevilik, Bektaşilik, Azınlıklar, Etnik gruplar kategorilerinde eserler kaleme aldı. Yalçınkaya’nın çok sayıda kitabı çeşitli yayınevleri tarafından okurlarının beğenisine sunuldu.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***