Dünyayı değiştirmek için önce onu anlamamız lazım. Günlerdir İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in altılı masayı beşe indiren açıklamasını konuşuyor, yorumlamaya çalışıyoruz. Ben güncel siyaset konusunda cahil bir köşe yazarıyım. Akademisyenim ve dikkat lambam en parlak ışığı, edebi metinlere yönelip onları anlamlandırmaya çalıştığımda veriyor. Dolayısıyla olup biteni izlerken, benim sıradan vatandaştan pek farkım yok. Varmış gibi göstermeye de uğraşmak içimden gelmiyor.
Öte yandan, dünya da Türkiye de değişsin istiyorum ve olup bitenleri bu değişime katkıda bulunacak biçimde anlamak, mümkün olduğunda da anlatmak için çaba harcıyorum. Bu doğrultuda Akşener’in açıklaması ve altılı masanın aday arayışını tekmelemesi, benim için bu seçim sürecinin belirleyici ayrışmasında konum değiştirmek anlamına geliyor. Yanlış anlaşılmasın, altılı masadaydı, şimdi AKP tarafına geçecek, şunu yapacak, şöyle edecek spekülasyonları peşinde değilim. Benim bahsettiğim ayrışma daha farklı bir konuda.
Türkiye uzun bir süredir demokrasiyi yok eden ve baskıcı bir devlet yapılanmasını tecrübe ediyor. Erdoğan tek adamcılığı ve buna eşlik eden her tür sağ popülist siyasa ve uygulama, bence bir devlet refigürasyonu ya da yeniden şekillenmesindeki belirleyici aktörlerin sadece bir kısmını oluşturuyor. 28 Şubat’a postmodern darbe deniyordu ya. İçinde yaşadığımız Türkiye’de, postmodern bir diktatörlük. Biçimsel olarak pek çok hak ve demokratik yapı mevcutmuş gibi görünüyor. Fakat bin bir katakulli ya da açıktan müdahalelerle, her tür düşünme, ifade ve kimlik özgürlüğü engelleniyor, yok ediliyor. Türkiye bir mobbing/bezdiri ülkesi haline geldi ve muktedirlerin muhalif ya da muhalifimsi herkesle ilişkilenişi, devlet kurumlarından çok tanıdık olduğumuz bezdiri, yani psikolojik işkence yöntemleri üzerinden ortaya çıkıyor. Ülkede çok uzun zamandır korkunç bir ekonomik krizi yaşamakta olduğumuz gerçeğini ifade etmek bile, savcısından kolluğuna, trolünden bürokratına muazzam bir devlet mekanizmasının saldırısına maruz kalmayı getirebiliyor.
TÜRKİYE’NİN EN ÖNEMLİ GÜNDEM MADDESİ
Şu anı düşünelim, uygun bir örnek bulmak için. Şu an Türkiye’nin en önemli sorunu nedir? Medya ve sosyal medyaya bakarsanız, Akşener’in altılı masayı mayınlaması ve Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı adaylığını engelleme çabası. Çok önemli gerçekten de. Ayrıca çok da heyecanlı. Ne olacak, bu iş nereye gidecek, gerçekten de iyi mi oldu, böylece altılı masa HDP ve Emek ve Özgürlük İttifakı ile daha rahat ilişki mi kurabilecek, yoksa İyi Parti’nin gidişi tekrar Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçileceği bir felaket senaryosu ile mi sona erecek?
Çok önemli ve çok ilginç. Fakat deprem gündemi daha önemli. İlginç değil, üzücü, kahredici ve unutulmak istenesi. Keşke depremi ve bu depremden etkilenen milyonlarca vatandaşımızı bir anda unutmak mümkün olsa. “Yaaa, istediğimiz aday seçilir ve AKP iktidardan gönderilirse bu sorunla mücadele etmek de daha kolay olacak.” Bunu ferah fahur söyleyebiliyor musunuz? Söyleyemezsiniz. İmkânsız. Vicdanlara sığmayacağı gibi gerçeklere de aykırı çünkü bu. O yüzden hepimizi mutsuzluğa ve yasa mahkûm eden deprem felaketi ve bunun üzerinden ortaya çıkan gerçeklik bizim en önemli gündemimiz. Bu yüzden, medya ve sosyal medyada bunu hatırlatan yorum ve paylaşımlara katılıyor, çabalarını destekliyorum.
Deprem bizim güncelimiz ve dolayısıyla siyasal hayatımızın ana kavramsal çerçevesi artık. Bununla ilişkilenmeyen hiçbir siyasal mesele, öne çıkamamalı. Meral Akşener ve İyi Parti yönetimine şunun da sorulması gerekiyor: Bu kararınızın ve göründüğü kadarıyla sırf milliyetçi geçmişi nedeniyle Mansur Yavaş’ı öne çıkarma çabanızın Türkiye’nin içine düştüğü bu deprem gündemine katkısı ne olacak? Kılıçdaroğlu’nun adaylığını reddedip Yavaş’ı muhalefetin etrafında birleştiği cumhurbaşkanı adayı haline getirmiş olsanız, deprem felaketine dönük uzun vadeli çabayı ne yönde geliştirebileceksiniz?
Bunu düşünmeyen bir siyaset, ister AKP’den, ister İYİP’ten, ister CHP’den, ister HDP’den kaynaklansın, yazının başında sözünü ettiğim ayrışmanın bir tarafına dizilmeye yol açacaktır. Türkiye’nin bugünkü siyasal gündemini belirleyen ayrışma, postmodern bezdiri diktatörlüğü oluşturma yönündeki devlet yapılanmasını sahiplenip koruyanlar ile bunun değişmesi için mücadele edenler arasında. Değişimi isteyenler ve bunu engellemek isteyenler. AKP’nin iktidardan gitmesi, sadece bu değişim çabasının ilk adımını mümkün kılmaktan ibaret olacak. Asıl uğraş ondan sonra başlayacak. Hiç derin devlet, Gladio, siyah takım elbiseli adamlar falanlar filanlardan söz etmeyelim. Ortada devlet var, sadece devlet ve bu devlet nepotist, kayırmacı, istismarcı, ayrımcı, mobbingci ve idaresiz işleyişini olduğu gibi sürdürmek istiyor. Şurada çürük çürük, kükürt kokusu yaya yaya, sesini çıkartanın kafasını kıra kıra, hötümüz ve zötümüzle mutlu mesut yaşayıp gidelim diyor. Muhalefet ettiğiniz şey, bu yapı değil de, buzdağının görünürdeki ucundan ibaret olan iktidar ise, sizin de değişim istediğiniz filan yok demektir.
“BUNLAR SUDAN MESELELER” DER DEVLET
Bir örnek vereceğim: Hatay’da su sıkıntısı konulu sosyal medya paylaşımları artınca, önce büyükşehir belediyesi açıklama yaptı ve evet böyle bir sorun var, şebeke suyuyla ilgili sorunları çözmek için çaba harcıyoruz dedi. Sanırım valilik de önce buna benzer bir şeyler dedi. Fakat sonra içişleri bakanı Soylu çıktı meydana ve böyle bir sorunun olmadığını, varmış gibi yapan sosyal medya hesaplarının takip edildiğini ve suç duyurularında bulunulduğunu bildirdi. Hemen ardından valilik de içme suyu sıkıntısı olmadığını ve “kara propaganda yapanlar” hakkında cezai işlemlerin başlatıldığını duyurdu.
Hatay’da içme suyu sıkıntısı gerçekten çözüldü mü, şu anda bunu bilmiyorum. Fakat bizzat içişleri bakanının sözleri üzerinden, Hatay’dan bir depremzede ya da orada hizmet veren bir oluşum su sıkıntısı devam ediyor derse, devletin bir alıcı kuş gibi tepesine bineceğinden adım gibi eminim.
Tek bir örnek de diyemezsiniz, değil mi? Bu örnekleri istediğiniz kadar artırın. Örneğin ben üç haftadır depremden yola çıkıp YÖK’ün hiç gerek yokken üniversitelerde uzaktan öğretime geçmesi kararını yazıyorum. Yüzlerce açıklama yapıldı. Üniversiteler ara çözümler bulmaya çalıştıklarında YÖK başkanı tarafından tehdit edildiler. Uzaktan öğretim kararı YÖK başkanının istifası için yeterli bir kötü karar olduğu halde, var olan devlet yapısı gereği, bunun saçmalığını kapıdan mihraba kadar ortaya koymuş olanlar dinlenmiyor ve bunları dinlemeye kalkışacak üniversite yöneticileri de tehdit ediliyor. O kampüslere zinhar öğrenci girmeyecek! Böyle bir durumda, değişim yönünde izlenecek bir muhalif siyaset, şeksiz şüphesiz YÖK’ün kaldırılması ve Türkiye’de özgür, özerk, demokratik üniversitenin yeniden ve en baştan tesisi için irade beyan etmeli, program ortaya koymalı. Bu konuda karnından konuşan bir siyaset, istediği kadar muhalif görünsün, değişimi istemeyenlerin tarafında olacaktır.
DEĞİŞİM SİYASETİ YOLUNDA
Fakat konuyu özellikle yeniden deprem gündemimize getirelim. Şunu da not düşelim: Bu depremde ölenlerin gerçek sayısını öğrenmek, vazgeçilemez bir vatandaşlık hakkıdır. “İyiyiz Böyle, Çok da Şettirmeyin” devleti, gerçek can kaybı miktarını ilan etmek zorundadır. Sayı saklamak, kalpazanca bir tavırdır. Hileci kumarbaz tavrıdır. İnsafsızlıktır. Şu deprem felaketinin büyüklüğünü ve etkisini azaltmaya çalışacak her tavır, lanetlidir ve utanç vericidir. Değişimi isteyenler, iktidara geldiklerinde bu tavra katkıda bulunan herkesten hesap sorulmasını da sağlamalıdırlar.
Eyyamcılığını sürdürebilmek için zulümden kaçınmayan devlet değişmeli. Bu değişimi savunacak ve gerçekleştirecek siyaset için, geçen sene yayımladığım ve Amerikalı dilbilimci George Lakoff’un siyasi iletişim yaklaşımına dayalı “yeniden çerçeveleme” konusunu ele aldığım iki yazımı yeniden anmak istiyorum: Birincisi 9 Mayıs 2022 tarihli “Yeniden Çerçeveleme: Daha İyi Düşünmeye Giden Yol” ve ikincisi 16 Mayıs 2022 tarihli “Bir Hakikat Sandviçi Yemez Miydiniz?”
Bunlarla birlikte, 5 Mart Pazar günü Artı TV’deki Sözün Yarısı programındaki konuğum Şahin Sınır’la yaptığımız söyleşiyi de hatırlatmak istiyorum. Şahin Sınır’ın 2011 Van Depremi ile ilgili bir Türk Frankenstein hikâyesi olarak kurduğu romanı Ahlat’ın Hayaleti’ni ve bu roman vesilesiyle devleti, şu değişmemek için bin takla atmaktan imtina etmeyen ve etmeyecek olan devleti konuştuk. Sınır’ın romanıyla ilgili daha uzun konuşmak lazım ama yer kalmadı. Romanla ilgili olarak Özgür Elibol’un yazısına dikkat çekmekle yetinmek zorundayım.
Son bir nokta: Antakyalı Eren Can depremde anne ve babasını kaybetti. Her ikisini enkazdan çıkarmak için günlerce uğraştı ve oradan çıkarıp toprağa verdi. Şimdi ortak yasımız için bir çağrı yapıyor. 6 Mart akşam 21:00’den itibaren pencerelerimizde bir mum yakmamızı istiyor. 10 gün boyunca.
Değişim azmi ve çabamızın eksilmeden artacağı bir hafta geçirmemiz dileğiyle…
Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***