Bir ülke düşünün ki, sistemin kendisi halktan daha mühim ve öncelikli… Öttürülen “devletin bekası” borazanı eşliğinde oyuna kalkılıyor. Halaya durmayanın ise kulağı çekiliyor. Tutuklanıp hücrelerde misafir ediliyor.
Bir ülke düşünün ki, evrensel değerler, ahlak hiçe sayılıyor; insanlar gürül gürül esen şiddet, otorite ve baskı rüzgârında tutunacak bir direk bulmakta zorlanıyor.
Bir ülke düşünün ki, son on yılda en az 2 bin 534 kadın öldürülüyor. İlk imzacısı olduğumuz İstanbul Sözleşmesi keyfe keder ve gayri nizami yolla rafa kaldırılıyor. Flört ettiğiniz bir parti, nikâh masasına oturmak için 6284 Sayılı Kanun’un kaldırılmasını şart koşuyor. AK Parti Grup Başkanvekili Özlem Zengin dahi, sahip çıktığı için yasaya, linçe maruz kalıyor.
Bir ülke düşünün ki, 1929 Büyük Buhran’ından, 1980 Petrol ve 1984 Banker Krizi’nden beter bir ekonomik çöküş içinde… 2022’de cari işlemler açığı 48 milyar 769 milyon dolar… Bir hurma, bir pide 10 lira… Normal koşullarda bir aylık gıda ve içecek ihtiyacını karşılayabilen bütün temel ürünlerin olması gereken, ama yokların varlardan fazla olduğu ramazan kolisinin en uygunu 300 lira…
Bir ülke düşünün ki, 6 Şubat sabahına depremle uyanmış. Hatay, neredeyse haritadan silinmiş, adeta numunelik üç beş bina ayakta… Depremin üzerinden kırk gün geçmesine rağmen hâlâ hiçbir siyasi erkin uğramadığı Adıyaman yerleşkeleri var. Onca kampanya ve devlet imkânına rağmen afet bölgesinde 80 kişiye bir tuvalet düşüyor. İçişleri Bakanı pijama ve kahvaltılık istiyor.
Bir ülke düşünün ki, 300 binden fazla binası enkaza dönmüşken, bağıra çağıra ‘ben geliyorum’ diyen bir sağanağa yakalanıyor. Kızılay’ın verdiği çadırlar yağmur geçiriyor. Dere kenarına kurulmuş çadırkentleri çamur basıyor. Tarım ve Orman Bakanı çıkıyor, “Sel, 15 canımızı aldı, ama toprak suya kavuştu” diyor.
Bir ülke düşünün ki, resmi verilere göre 15 ve daha yukarı yaş grubunda işsiz sayısı 3 milyon 576 bin kişi. Başka bir ifadeyle her 8 kişiden biri işsiz.
Böyle böyle uzayıp gider liste. Ve bu tablonun bir adım ötesi kıyamet.
İşbu ahval içinde bile, 2002’den beri iktidarda olan bir partiyi devirmek (!) için 6 benzemez bir araya gelmiş, tereddütle seçime gidiliyor.
Hiç kuşkusuz, ateşi harlı tutulan kazanma umudu, önceki seçimlerden yüksek. Ancak normal koşullarda yoldan geçen herhangi birini aday gösterseniz, açık arayla seçimi kazanması gerekirken, tüm iyi niyetli çabalara, kısmi medya desteğine rağmen, kimse gönül rahatlığıyla “Bu iş bitti!” diyemiyor.
***
Liyakat, hükümetin yumuşak ve yaralı karnı. Son örneğini Kızılay’da gördük. Üniversitelerde gördük. Belediyelerde gördük. YSK ve RTÜK’te görmekteyiz hâlâ.
Muhalefet liyakat eleştirisiyle gönülleri okşuyor adeta. Önceki seçime göre şansının bir nebze yükselmesinde bu liyakat vurgusunun payı çok.
Dolayısıyla ne bekliyorsunuz? İktidara talip olan partinin kadrosunu buna göre düzenlenmesini… İşinin ehli kişileri seçmesini… Hakkaniyetli bir dağılım yapmasını… “İşte ben bu kadroyla çürüyen sistemi, diz çöken devleti ayağa kaldıracağım.” demesini…
Oysa anlamakta zorluk çektiğim şeyler yaşanıyor.
Bakıyorum, Filiz Taçbaş, CHP İzmir 2. bölge milletvekili aday adayı…
Bakıyorum, Onur Akın’ın adı geçiyor, İzmir, İstanbul yahut Muğla için…
Bakıyorum, Candan Erçetin’in adı kulislerde… Pazarlık kokusu geliyor.
Bakıyorum Mısra Öz konuşuluyor.
Kim bilir daha nice isim eklenecek, liste kabaracak, şöhretlerin parıltısından mührü basacağımız yeri şaşıracağız.
Yapmayınız, etmeyiniz; bindiğiniz dalı kesmeyiniz. Bu denli popülizmin yarardan çok zararı olur. Vitrin derdine düşmeyiniz.
Tüm Altılı Masa çabalarınıza rağmen en yüksek iltifatı, Akşener’in devirdiği masayı düzeltmeye niyetlendiğinde, ona gösterdiğiniz nezaket sayesinde gördünüz. En çok alkışı defalarca gittiğiniz afet bölgesinde iktidarı yuhlayanları susmaya davet ettiğinizde aldınız.
Neden aday kişilerde, adının önündeki sıfat bolluğuna bakıyorsunuz?
Neden bilinen yüz, sevilen kişi derdindesiniz?
Oysa siyasetin gümüş ekranı şöhretler mezarlığı gibi…
Hatırlayalım; 1991 genel seçimlerinde Cüneyt Arkın, ANAP’ın Eskişehir listesine girdi. Ancak seçilemedi.
Hatırlayalım; 27 Mart 1994’teki yerel seçimlerde Barış Manço DYP’nin Kadıköy adayıydı. Şarkılarını ezbere bilenler dahi oy vermedi.
Hatırlayalım; Halil Ergün, önce SHP’den, sonra CHP’den belediye başkan adayı oldu. Daha sonra gitti, “Oyumu AK Parti’ye verdim” dedi.
Hatırlayalım; Levent Kırca, 27 Mart 2009’daki yerel seçimlerde DSP’den Üsküdar Belediye Başkanlığı için aday oldu. Dördüncü sırada kaldı.
Hatırlayalım; İbrahim Tatlıses, 22 Temmuz 2007 seçimlerinde Genç Parti’den aday adayıydı, ama macerası kısa sürdü. Nicedir AK Parti’nin peşinde…
Hatırlayalım; Hülya Koçyiğit, 1987’deki genel seçimlerde ANAP’tan İstanbul adayıydı, seçilemedi. Şimdi hali malum…
Hatırlayalım; Zülfü Livaneli, 1994 ve 1999’da SHP ve CHP’den İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı oldu, ikisinde de ipi göğüsleyemedi.
Hatırlayalım; Ferhat Tunç, 28 Mart 2004’teki yerel seçimlerde aday oldu, seçilemedi. HDP’den 24 Haziran seçimlerinde de Aydın’dan aday oldu; yine Meclis’e giremedi.
Bora Gencer, Meral Konrad, Serdar Gökhan, Selahattin Alpay, Ferdi Tayfur, Ozan Orhon, Tamer Yiğit, Şebnem Kısaparmak, Adalet Ağaoğlu, Metin Şentürk, Balık Ayhan, Kaan Girgin, Mesut Uçakan, Cengiz Kurdoğlu, Tolga Çandar…
Nicesi kendi rızasıyla (!), kimisi hayranlarının zoruyla (!) soyundular siyasete.
Şüphesiz, aday olup girenler de vardı Meclis’e; Berhan Şimşek gibi, Sabahat Akkiraz gibi, Ediz Hun gibi… Lakin benim demek istediğim şu: Kişiler üzerinden yürütülen siyaset, eninde sonunda yok olmaya mahkûmdur. Eğer kişi partiyi iktidara taşırsa gücünün farkına vardığı anda, partinin temsil ettikleri ehemmiyetini kaybeder.
Üstelik liyakatın bunca vurgulandığı, kolalanıp ütülendiği bir dönemde, popüler isimler üzerinden oy avcılığına çıkmak doğru değil.
İlle de o isimlere yer vermek isteniyorsa, bu sessiz sedasız yapılmalı. Hatta önce ehliyetli kişiler açıklanıp seçmen ikna edildikten sonra ‘tatlı’ olarak da bunları düşündük denmeli. Ama doğrudan tatlıya geçilince ülseri azar kişinin. Şeker komasına girilebilir. İştahı kesilmeyebilir.
Elbette mübalağa ederek söylüyorum bunu. Öyle söylüyorum, çünkü hakikat görülsün istiyorum.
***
Tuhaf bir alışkanlık var. En çalışkan milletvekili, en çok soru önergesi verendir. Böyle düşünürüz. Yalnız halk değil, gazeteciler de böyle düşünür.
Soru önergesi vermek bir başarı kriteri olabilir mi hiç?
Gazeteler şöyle taransa, internette birkaç dakika dolaşılsa, günde sayısız önerge yazılabilir. Bunca huzursuzluğun yaşandığı bir ülkede önerge konusu bulmak zor olmasa gerek.
Bir milletvekilinin görevi, gerçekleşmesi zor yahut imkânsız vaatlerde bulunmak değildir. Olmamalıdır. Seçim bölgesinin sorunlarına çözüm arayıp bulamadıktan sonra ne anlamı var vekil olmanın?
Afet bölgesine giden parti başkanlarını görüyorum. Milletvekillerini… Lütfederlerse dinliyorlar halkı.
İstisnai durum: Belediye başkanları çözüm üretmeye çalışıyor. Ama doğru, ama yanlış.
Yurttaşlarla iç içe olmak… Son derece popülist bir yaklaşım bence. O yurttaşın sorununa çözüm bulamadıktan sonra, saatlerce sohbetine katılsan, sofrasına otursan ne fayda.
Z Kuşağı’nın seçimi belirleyeceği söyleniyor. Açıklanan isimlere bakıyorum; Z Kuşağı’nın oy vermesi olası bir tek kişi görmüyorum. Apolitikleşmiş gençlik değil hâlbuki bu Z Kuşağı. Eleştirel bir tavırları var. Doğaları gereği isyan ediyorlar verili düzene. Üniversiteler liseleşmiş. İş garantisi yok. Çalışsalar dahi yuva kurmaları zor. Aileye mahkûmlar. Bu gençlere, “Sizi anlıyoruz. Çözüm de üreteceğiz.” diyecek kimse bulunamaz mı?
Tuhaf gelecek belki, ama sormadan edemeyeceğim: Tuncay Özkan, Zeynep Altıok, Mustafa Balbay; milletvekili seçildikten sonra İzmir’e gidip hiç uzunca bir süre kaldılar mı? İzmir’in hangi sorununa çare buldular?
Selin Sayek Böke’yi İzmir’de göreniniz oldu mu?
Oysa partiye yıllar boyu emek verenler var. Gençlik kollarında, kadın kollarında çalışanlar var.
Kaçı kendine yer bulabilecek listede?
Bir aidiyet oluşturmadan nasıl yürünecek iktidara?
Emek vermemiş, maddi-manevi hiçbir yardımda bulunmamış; ama milletvekili…
Bu mudur liyakat?
***
Şunu da bilmiyor değilim: Siyasete soyunmak yalnız yürek değil, çevre ve kalın bir cüzdan da gerektiriyor.
Eski Ulaştırma Bakanı Oktay Vural seçim harcamaları konusunda şöyle bir hesap yapmıştı vaktiyle:
“Bir adayın bu seçimde en aşağı yapacağı masraf 10 bin dolardır. O da sadece aday olduğu ili gezip en ucuzundan el ilanı bastırmakla yetinirse… Anket yaptırmaya niyetlenen olursa mesela, sadece o anketin profesyonel bir kuruluş tarafından yapılmasının maliyeti 20 bin dolar civarında. İlk üç sıradan aday olanlar çok daha fazla harcar.”
O köprünün altından çok sular aktı. Bazen cüzdana dahi sığmayacak büyüklükte harcamalar…
E, kolay değil tabii, promosyon niyetine tencere, pazar yerlerinde bedava karpuz, mitinglerde ekmek arası sucuk dağıtmak.
Peki, bir milletin vekili seçilmek için niye ihtiyaç duyulsun bunlara?
Zaten devlet bütçesinden partilere adil olmasa da bir pay veriliyor.
Zaten üyeler aidat ödüyor.
Zaten bağışlar yapılıyor. Destekler söz konusu.
O halde cüzdanı kalın olanların yanında olmayanlar da aday olabilmeli.
Haksız rekabete gidilmemeli.
Bir insanın fakir yahut ortadirek olması, onun meziyetsiz, vasıfsız olduğu anlamına gelmez.
Diğeri de geçerli: Bir insanın zengin olması da onu meziyetli, vasıflı kılmaz.
***
Bize mahsus bir durum değil, popüler kültür ikonlarının siyaset sahnesine taşınma hikâyesi.
Kovboy filmleriyle şöhrete kavuşan Hollywood yıldızı Ronald Reagan, ABD’nin 40’ıncı başkanı oldu.
Ukrayna devlet başkanlığına seçilen Vladimir Zelenski de öyle; bir oyuncu.
Bu ikisi mesela benim için sadece ‘seçilmiş’ kişiler. Oyunculukları aklıma dahi gelmiyor.
Gerçi, Zelenski’nin maharetlerini yakından takip ettiğim söylenemez; zira Rusça bilmiyorum ve oyunları hakkında malumat sahibi değilim.
Ama Reagan öyle mi?
Kült film Casablanca’daki Rick Blaine rolü için Humphrey Bogart’tan önce düşünüldüğünü biliyorum mesela.
FBI’ya muhbirlik yaptığını, komünist sanatçılara karşı kampanyalar düzenlediğini de biliyorum.
Durup dururken gelmedi bunlar aklıma. Mayıs 1983 tarihli Milliyet Sanat’taki Haldun Taner söyleşisini okuyunca vurgulama ihtiyacı hissettim.
Ne diyor Haldun Taner dergide?
Şunu diyor: “Edouardo de Philippo, özellikle Napoli yaşamı üzerine nefis komedyalar yazarak ün yapmış İtalyan yazarı, geçenlerde Napoli şehri senatörlüğüne seçildi. Kendisiyle röportaj yapmaya giden gazeteci ‘Sayın Bay Senatör’ diye lafa başlayınca, ünlü yazar, ‘Lütfen, bana senatör demeyin, ben bu koca ömrü Edouardo de Philippo olmak için tükettim. Bay senatör herkes olabilir.’ demiş. Ben şahsen beni başkalarının getirip bir yere koymasına, bunun doğal sonucu olarak da, yine başkalarının o yerden almasına katlanamam, onuruma yediremem.”
Seçilmek adına nelerden vazgeçiliyor oysa günümüzde. Seçilince de neler yapılıyor – hepsi ortada. Çoğunun seçilmeden önce takdir edilesi bir meziyeti yok.
Bazen şöyle bir arkamıza bakıp ondan sonra ileri atılmamız gerekiyor.
Geçende bir duvar yazısı okudum. Şöyle yazıyordu: Hatalar bakiredir, tekrarı zevke girer.
Kılıçdaroğlu’nun bu zevkten kaçınması gerekir.
Aksi takdirde şunu düşünmem gerekecek: Seçim işe yarasaydı yasaklanırdı.
BERKE KAYA
21 Mart 2023 GÖRÜŞ
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***