Depremin devasa bir felakete dönüşmesinde, deprem öncesi ve sonrasında işlenmiş olan ‘günah’ların, yani çoğu ‘suç’ niteliğinde ihmal veya suiistimallerin hesabını ‘öteki dünya’ya bırakmamak gerekiyor. Hem geçmiş depremlerde yaşatılanların bedelini öde(t)mek hem de gelecek depremlerde yaşanabilecekleri mümkün olduğunca önlemek için.
Artık olası depremler ve özellikle beklenen Marmara/İstanbul depremiyle ilgili sorumluluklarımızı ısrarla ve kararlılıkla dile getirmeden hiçbir şey yapmamak ve söylememek gerekiyor…
Günün en önemli gündem maddesi olan gelecek seçimlerde oy verirken parti değerlendirmesinde öncelikli kriterlerden biri, deprem konusundaki söylem ve vaatler ile ortaya koyulan planların ikna ediciliği olmalı.
Söz konusu ihmal ve suiistimaller, olası bir deprem sonrası yapılması gereken şeyleri önceden düşünmek ve gerekli hazırlıkları bir plan kapsamında yapmamak anlamına geldiği kadar ve hatta ondan da çok deprem öncesi doğru imar ve yerleşim politikasına sahip olmamak anlamına da gelir.
Bu bağlamda şunu söylemek mümkün: Depremin felakete dönüşmesi konusunda “aramızdan günahsız olan ilk taşı atsın” dense (şahıs ve kurum olarak) hiçbirimizin taş atması, yani eleştirel bir söz etmesi mümkün olmaz herhalde!
Ancak günahlarımızın farkında olmak bizi bu nedenle sessiz ve eylemsiz kılmaya yol açmamalıdır. Yaptıklarımız ve yapmadıklarımızı (ihmal ve suiistimallerimizi) bilmek bizi felç ya da dilsiz etmemelidir. Günahlarımıza rağmen taş atabilmenin, yani etik davranarak eleştirebilmenin tek yolu, işe özeleştiri ile başlamaktır.
Bu konuyu düşünürken konuşurken ve yazarken, “biz” demektir bunun tek yolu.
Eleştiriye kendimizle başlayamıyorsak bile, sorunlar ve sorumluluklar söz konusu olduğunda muhakkak kendi payımızı katarak konuşmamız gerekir.
Son zamanlarda Ekrem İmamoğlu’nun yaptığı gibi…
Özelikle deprem bölgesinde gördükleri ve yaşadıkları sonrasında Sayın İmamoğlu’nun bugüne kadar deprem konusunda yapılan yanlışlar ve ihmal edilen doğrular konusunda açık sözlü konuşmaları ve sürekli İBB ve şahıs olarak kendisini de katarak eksiklikler ve sorunlardan söz etmesi, çok değerli bir örnektir. Yeni bir başlangıç için umut vericidir.
Elbette merkezi hükümetin bu konudaki tüm savsaklayıcı ve hatta engelleyici tavırları her fırsatta dile getirilmeli, yapılmak istenen şeylerin yapılamamasının nedeninin bu olduğu da kamuya açıkça anlatılmalıdır. Ancak ‘Ankara’ya rağmen’ bir şeyler yapılması gerektiği başından beri bilindiğine göre, ‘her şeye rağmen’ yapılmayanlar ve hatalar konusunda açık ve samimi bir sorgulama gerekiyor şu anda.
ZAMAN, SOMUT RADİKAL ADIMLAR ZAMANI
Bugün elzem olan bir şey de sorgulamanın ötesine geçip somut radikal adımlar atmaktır. Ekonomik ve özellikle siyasi bedellerine rağmen bu adımların atılması gerekiyor.
Olası siyasi bedelin nedeni olan kamuoyu baskısının, hadi doğrudan söyleyelim oy kaybı kaygısının ortadan kalkması için belediye kadar tüm sivil toplum aktörlerine, yani hepimize görev düşüyor: Depreme hazırlık için yaşanabilecek geçici sıkıntıların kaçınılmazlığını ve uzun vadeli düşünerek atılan adımların desteklenmesi gerektiğini halka anlatmak ve depremin partiler üstü bir mesele olduğuna herkesi ikna etmek hepimizin görevi. Özellikle neoliberal politikalara iyice teslim olmuş maddiyatçı egoların bu konuda hepimiz için ne büyük risk taşıdığı, bıkmadan usanmadan anlatılmalı.
Ancak bu bedellerin ödenmesi konusunda, bariz sınıfsal farkları dikkate alarak, geçici olarak da olsa ödenecek mağduriyetin oransallığını düşünmek de devletin ve kamu kuruluşları olarak belediyelerin işidir. Depreme hazırlıklı yeni bir yapılaşma ve kentleşme süreci için gerekli olan, bina yıkımları, sokak ve hatta mahalle boşaltmaları nedeniyle herkesin yaşayabileceği mağduriyetler sırasında en büyük pay kendisine düşecek olan yoksul kesimlerin mağduriyetini giderme görevi kamuya ait olmalıdır. Çekinmeden (kimilerine hala dinozorca gelen) kamu müdahalesi ve hatta mülkiyet üzerinde tasarruf yetkisi, gerekirse radikal, ama özenli bir şekilde kullanılarak, en kısa zamanda en köklü çözümler için adımlar atılmalıdır.
Zemini sağlam bölgelerdeki boş olduğu bilinen ve sayısının on binleri bulduğu söylenen yeni yapılmış daire ve binalar konusunda radikal kamusal kararlar gerekiyor. Boş duracaklarına ‘el koyularak ihtiyaç sahiplerine sunulmaları’ gibi kabul edilmesi ve aslında adil bir şekilde uygulanması zor olan politikaları bir yana bırakacak olursak, bu yapıların belirlenmiş makul rayiç bedeller üzerinden kamu tarafından kiraları ödenerek, dönüşüm sürecinde ihtiyaç sahiplerinin hizmetine (herkesin geliriyle orantılı bir katkı payıyla) sunulması bir çözüm olabilir.
Depremle ilgili bugüne kadarki çalışmalarda anahtar kavram olan ‘kentsel dönüşüm’ kavramının bile süreç içinde sadece rant kaynağı olarak anlaşılmaya başlandığı bir ülkede bu radikal kararlar nasıl alınır ve ne kadar hayata geçirilebilir bilmiyorum, ama buna rağmen adım atmayanların olası bir depremin ardından gelecek (bugünkülerden de büyük) yıkım ve yok oluş sonrası yaşanacaklarla ilgili dolaysız sorumluğunu bugünden ilan etmek gerekiyor.
Alternatif geçici veya kalıcı barınma olanaklarını acilen sunmak için İstanbul’un kuzeyinde prefabrik yapılar da dahil devlet yatırımları düşünülmelidir, ancak yeni yerleşim alanları açarken Kuzey Ormanları’na ve genelde ekolojik dengeye zarar vermemek koşuluyla.
ÇILGIN PLAN İLE MEGA PLAN ARASINDA
Daha uzun vadede İstanbul’un bir deprem kenti olarak yeniden planlanması ve orta vadede bu planın uygulanması ise gerçek bir ‘master plan’ ve hatta ‘mega plan’ gerektiriyor, ama ondan önce kâr merkezli düşünen piyasacılık anlayışının hakimiyeti gözden geçirilmeli.
Kanal İstanbul gibi, büyüklüğünün ve zorluğunun inanılmazlığı nedeniyle (olumlu anlamda) ‘çılgın proje’ olarak adlandırılan, ama insanlık için yaratacağı olası olumsuz sonuçları açısından akıl dışı olmasından dolayı gerçekten bir çılgınlık örneği olan projeler yerine, depreme hazırlık amaçlı mega projeler gerekli şu anda. Bunun önündeki engel, sadece bugüne kadar tercih edilen çılgın projelerin vaat ettiği rantın büyüklüğünün insanları ikna eden cazibesi olduğu açıktır. Var olan paylaşım eşitsizliğini artıracağı bilinse bile, büyüyen pastadan (ranttan) kırıntı niteliğinde de olsa pay alma beklentisinin geniş kitleler üzerindeki cazibesini kabul etmeli ve halk dalkavukluğuna düşmeden bu aç gözlülüğü açıkça eleştirmeliyiz: Kanal İstanbul konusunda böyle bir kamu desteği (henüz) olmasa bile, Üçüncü Boğaz Köprüsü veya İstanbul Havalimanı gibi önceki tüm ‘çılgın projeler’, duyarlı aktörelerin haykırırcasına uyarılarına ve cansiperane mücadelelerine rağmen ‘halk’ tarafından kabul gördü ve sonuçta yapanlar için ‘oya dönüştü’. Bunu kabul emek gerekiyor. Bu bizi aynı semantik anlam alanında ele alınması gereken halk, millet, cumhur, kamu, demos ve populus kavramlarıyla ilgili önemli bir tartışmaya götürür, ama bu başka bir ters konusu olmalıdır. Yine bu bağlamda gündeme gelen, ‘nasıl bir siyaset’ sorusu da başka bir tersin konusu olacak.
Diğer yandan, depremle ilgili sorumluluklar/günahlar söz konusu olduğunda hepimizin sorumlu olduğunu söylemek, oransallık sorununu ortadan kaldırmaz: Unutmamak gerekir ki herkes yetkisi/gücü oranında sorumludur!
Yani herkesin payına düşen sorumluluk, sahip olduğu yetki ve güç ile orantılıdır ve tam da bu yüzden tüm kurumsal ve bireysel aktörleriyle devlet/hükümet yaşanan can kayıplarının bir numaralı sorumlusudur.
Deprem öncesi süreçte imar ve kentsel gelişimde politikasızlık veya yanlış politikalar nedeniyle devletin başı ve hükümet genelde sorumluluk/suç sahibiyken, daha dolaysız ve somut olarak denetimden sorumlu tüm merkezi ve yerel devlet kurumları doğrudan sorumluluk sahibidir. Aynı sorumluluk/suç dağılımı, olası afetler için önceden hazırlıklı olması amacıyla kurulmuş olan AFAD ve Kızılay gibi kurumların deprem sonrası sergilediği utanılası performans bağlamında da geçerlidir: Depremden sonra yapılan büyük hatalar, felaketi azaltacağına bazen büyüttü.
Kamu kurumları olarak belediyeler (hangi parti tarafından yönetildiklerinden bağımsız olarak) sorumluluk sıralamasında ikinci sırada gelir. Belediyelerde yapı denetiminden sorumlu tüm kurum ve kuruluşlar başta olmak üzere depremle dolaysız ilgili tüm yetkili birim ve şahıslar, bu sorumluluğun en somut taşıyıcılarıdır. Bölgede ilk günlerde ortalıkta görünmeye yüzü olmayan bu aktörlerin, daha sonra ortaya çıkıp hiçbir sorumlulukları/suçları yokmuş gibi konuştuklarını ve işlerine olduğu gibi devam ettiklerini görmek, onlar adına bana yüz kızartıcı geldi.
Sorumlular arasında sonraki sırayı alması gereken ve resmi makamlar tarafından adeta günah keçisi ilan edilerek vitrine çıkarılan müteahhitler konusunda pek bir şey söylemek istemiyorum. Her zaman günah keçileri olarak edilen bu sivil aktörler hakkında yeterince konuşuluyor.
Çoğu zaman yetkililerin sorumluluğu atmak için hemen göz altında almaya başladığı ve yandaş medyanın günah keçisi ilan ettiği ‘günahkar’ müteahhitler yanında, aslında çoğunluğu oluşturan yıkılmamış binaların mühendis, mimar ve müteahhitlerine de yeterince odaklanmalı, ibret için onları öne çıkarmalıyız. Ağır hasar görse bile can kaybına yol açacak bir yıkıma direnerek asli görevini görmüş olan bu yapıları da ‘normal’ olanı görmek, iyi örnekleri göstermek üzere (yüceltmeden) konuşmalı ve yazmalıyız bence.
Sol söylemde genelde olduğu üzere, tüm bunları (devlet + sermaye) toptan ‘sistem’ veya ‘düzen’ adı altında hedefe koymak yeterince açıklayıcı ve aydınlatıcı gelebilir ilk anda, ama bu genelleştirme veya soyutlaştırma aynı zamanda sorumluluğu muğlaklaştırır. Bazıları düzen dışı veya karşıtı olan devlet/hükümet dışı aktörlerin, yani ‘bizler’in payını da unutmamak gerekiyor.
Yarı kamu kuruluşu niteliğindeki mimar, mühendis ve şehir plancıları odaları tarafından bugüne kadar gerçekleştirilen depremle ilgili çalışmalar, STKlar tarafından daha güçlü bir şekilde desteklenmeli ve katılımcı bir anlayışla belediyeler başta olmak üzere kamu kuruluşlarının çalışmalarına entegre edilmelidir.
Devlete/hükümete entegre çalışan STK’ların (GONGO) ve resmi yayın organı gibi çalışan ‘yandaş medya’nın sivilliği zaten tartışmalıdır ve onların sorumluluğu/günahı da devletle/hükümetle birlikte ‘düzen’ bütünlüğü içinde değerlendirilebilir. Ancak öyle olmayan STK’ların ve medyanın depremden önceki sessizliği ve ses çıkaran azınlığa duyarsızlığı da hesaba katılmalı. Mesela Açık Radyo’da yıllardır kararlı ve ısrarlı şekilde devam ettirilen Altın Saatler gibi programlara yönelik duyarsızlığımız ve bunu örnek alarak her birimizin kendi bulunduğu/çalıştığı alanda/mevzide bu konuda bireysel veya kolektif olarak sürekli bir şeyler yapmaması bizi sorumlu kılar. Bugünden tezi yok, hepimiz bu konuda neler yapabileceğimizi düşünmeli, konuşmalı, yazmalı ve somut adımlar atmalıyız. Evlerimizde, işyerimizde, sokağımızda ve şehrimizde yıkımı beklerken, gün geçtikçe büyüyen unutkanlık ve normalleşme ataletine engel olmamız lazım. STKlar ve bağımsız medya olarak, yetkili tüm aktörleri seferberliğe zorlarken ve içinde olduğumuz seçim sürecinde ve sonrasında deprem meselesini sürekli gündemin başında tutmaya çalışırken, diğer yandan deprem anında ve sonrasında sivil toplum kuruluşları olarak yapılabilecekleri şimdiden sistemli bir şekilde örgütlemeliyiz.
“Kabahat senin demeğe de dilim varmıyor ama kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!”[1]
Ya örgütlü olmayan tek tek bireyler olarak ‘sıradan insanlar’?
Deprem sonrası süreçte her zaman sadece ‘mağdur’ sıfatıyla ele alınan ve kendisini öyle görmeye meyilli sıradan insanlar veya halk olarak, (yukarıdaki çok önemli genel ve soyut düzlemdeki sorgulamalarla birlikte) somut ve bireysel düzlemde şu samimi soruyu kendimize sormadıkça sorunun kökten çözümü mümkün olmayacaktır: Herhangi bir imar ve kent planı sırasında, maliyet hesapları ve dolayısıyla maddi beklenti nedeniyle kaçımız depreme dayanaklılık veya hazırlık için gerekli maliyet/fiyat farkını gönüllü olarak kabul ettik, ederiz ve edeceğiz?
Elbette sınıfsal boyutu belirleyici olan bu sorunun sınıflar üstü bireysel boyutu da unutulmamalıdır: Herkesin barınma hakkı bağlamında değerlendirecek olsak bile ev alırken bize sunulan şu teklife hangimiz hangi cevabı verdik, veririz veya vereceğiz: Depreme dayanaklılık için gerekli fiyat farkından dolayı bütçemize yansıyacak ekstra harcamalara (tamamen karşı çıkmasak bile) mümkün olan en azıyla ‘idare etme’ eğilimi hangimizde yok?
Mahallemizde veya şehrimizde yeşil alanlar ve hatta deprem toplanma alanları gözümüzün önünde yok edilirken, buna karşı çıkmak bir yana, karşı çıkanların marjinalleştirilmesine ve hatta kriminalize edilmesine (duyarsızlık, korku ve belki kişisel çıkar nedeniyle) sessizliğimiz aracılığıyla hangimiz ne kadar katkı sunduk, sunarız ve sunacağız?
[1] Nazım Hikmet
Bülent Bilmez: Lisans eğitimini ODTÜ Ekonomi bölümünde, doktorasını Berlin Humboldt Üniversitesi’nde tamamlayan Prof. Dr. Bülent Bilmez, 2005 yılından beri İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 30 yıla yakın hocalık sürecinde, daha önce Almanya’da (Berlin Freie Universitaet), Arnavutluk’ta (Elbasan Alexander Xhuvani Üniversitesi), Kosova’da (Prishtina Üniversitesi Yaz Okulları) ve Türkiye’de değişik üniversitelerde dersler verdi. Bir dönem Tarih Vakfı Başkanı olarak görev yapan Bilmez’in araştırma ve ders konuları şunlar: Modernleşme/(az)gelişme, emperyalizm ve küreselleşme teorileri; son dönem Osmanlı modernleşme süreci ve bu bağlamda modern kolektif kimlik inşa süreçleri ve modern Balkan (özellikle Arnavut/luk) tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti tarihi; Türkiye’de azınlıklar ve bu bağlamda sözlü tarih, kolektif bellek ve geçmişle yüzleşme.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***