Bir önceki yazımızda, Nâzım Hikmet’in “Güneşin Sofrasında Söylenen Türkü” başlıklı şiirinde “Güneşin Sofrası” imgesiyle işaret edilen yerin İzmir olduğuna değinmiş, ancak ayrıntıya girmemiştik.
Şiir okumanın “keyif veren”, duyguyu, düşünceyi sarmalayan yanlarından biri de seslerin, imgelerin, mecazların, metaforların, alegorilerin açımlanması, anlatının yorumu ve çağrışımı kışkırtması değil midir?
Yazıda dile getirdiğimiz görüş, şiirdeki ateşleyici imgenin çözümlenip yorumlanmasıyla ilgili. Değindiğimiz imgenin yorumumdan vardığımız sonucu güçlendiren birden çok saik bulunuyor. Başta şiirin okura aktardığı duygular ve düşünceler… Ayrıca şairin benimsediği şiir anlayışı… Şairin kendi yaşamından yapıta yansıyan kesitler… Bakalım…
NESNEL KARŞILIK
Nâzım Hikmet’in şiirinde “nesnel karşılık” her zaman önemlidir. Şair “gerçekçidir”, ama “gerçekçilik” imgesizlik değildir, olmamıştır. Aksine imge her zaman önemlidir, yerindedir. Şiirde “imgenin yerindeliği” de nesnel karşılık kadar önemlidir. Bunu da yeri gelmişken kaydedelim. Birçok şiirdeki “üretim hatası”nın belli başlı nedenlerinden biri de “imgenin yerindeliği” sorunuyla başa çıkılamamış olmasıdır.
Nâzım Hikmet’in şiirlerinde, bazen tek başına “metnin sesi”nin bile imge olarak şiire katıldığına tanık oluruz. Ayrıca onun, her zaman için şiirde temel yaklaşımı gerçeğin imgeleştirilerek dile aktarılması olmuştur.
Gelelim “güneşin sofrası” imgesinin nesnel karşılığının neden İzmir olduğunu düşündüğümüze… Bizi bu yoruma kışkırtan, yönelten ibareler, işaretler, izler nelerdir?
NEDEN İZMİR
“Güneşin sofrası” imgesinin nesnel karşılığının ne olabileceği sorusuna yanıt ararken şairin bir yerden, bir mekândan, bir ortamdan söz ediyor olabileceği, duygusu, düşüncesi ağırlık kazanıyor. Şiirin sunduğu ipuçlarını, şairin yaşamından bazı kesitlerle birleştirerek yorumladığımızda bu duygu ve düşünce daha da pekişiyor. Bu arada, önce şiiri bir hatırlayalım:
Dalgaları karşılayan gemiler gibi,
gövdelerimizle karanlıkları yara yara
çıktık, rüzgârları en serin
uçurumları en derin
havaları en ışıklı sıra dağlara.
Arkamızda bir düşman gözü gibi karanlığın yolu.
Önümüzde bakır taslar güneş dolu.
Dostların arasındayız!
Güneşin sofrasındayız!
Dağlarda gölgeniz göklere vursun,
göz göze
yan yana
durun çocuklar.
Tasları birbirine vurun çocuklar.
Doldurun çocuklar,
Doldurun
doldurun
doldur içelim.
Başları
göklere
atalım
serden geçelim…
Heeey, nerden geçelim?
Yalnayak
koşarak
devlerin
geçtiği
yerden geçelim.
Heeey
hop
Heeeey
hep
birden geçelim
Doldurun çocuklar,
Doldurun
doldurun
doldur içelim.
Dostların arasındayız!
Güneşin sofrasındayız!
Şiirin Timur Selçuk tarafından bestelendiğini, bu çalışmanın da metin çözümlenip yorumlanırken dikkate alınabileceğini belirtmek isteriz.
YORUM VE VARSAYIM
Şiir gücünü, etkisini büyük ölçüde ses ve ritimden alıyor. Bunun yanı sıra güneşin, ışığın, sıcaklığın, dostluğun, coşkunun, kendini güvende hissetmenin, yoldaşlığın şiirin içeriğine, anlatısına genişlik, derinlik veren duygusal ve düşünsel motifler olduğunu da kaydedebiliriz. Neticede okuduğumuz metnin duygu ve düşünceleri bizi, “güneşin sofrası” imgesinin mekânsal karşılığı muhtemelen İzmir’dir diyeceğimiz yoruma ulaştırıyor. İzmir’le ilgili kullanılan “Küçük Asya’nın şamdanı” metaforu da şair tarafından elbette biliniyordur. “Güneşin Sofrası” imgesinin oluşumunda, muhtemelen bu bilginin de etkisi, ilhamı vardır.
“Güneşin Sofrasında Söylenen Türkü”, Nâzım Hikmet’in 1932’de yayımlanan “Gece Gelen Telgraf” adlı kitabında yer alıyor. Kitap ve 1933’te, kitapla aynı adı taşıyan şiirde Süreyya Paşa’ya hakaret edildiği gerekçesiyle toplatılmıştır. Şair kitapta yer alan şiirlerden bazılarının altında yazıldığı tarihi belirtmiştir. Ancak, konu ettiğimiz şiir, altında tarih olmayanlardan.
Nâzım Hikmet, on dokuz yaşında İstanbul’dan yurtsever bir şair olarak ayrılır ve önce Anadolu’ya, bir süre sonra da Moskova’ya gider. Burada Bolşevik Devrimi’nin öğrencisi olur. Öğrenimi süresince yeni bir dünya görüşü ve sanat anlayışı kazanır. Sovyet şairlerini, yazarlarını inceleme, tiyatroyu tüm yönleriyle tanıma imkânı bulur. Kemal Sülker’in “Nâzım Hikmet’in Gerçek Yaşamı” adlı çalışmasında dile getirdiği gibi Sovyetler’de öğrendikleriyle kendi kendini doğurur. Bu dönemde, ilk işçi devrimini gerçekleştiren coğrafyada kapılar dünyanın bütün sosyalistlerine sonuna kadar açıktır. Ayrıca Lenin de, Yesenin’ de, Mayakovski de henüz hayattadır. Troçki kendi devriminden sürgüne gönderilmemiştir. Stalin’in muhaliflerini katletmesine de yıllar vardır.
DEVRİMCİ ŞAİR
Nâzım Hikmet, Moskova’dayken yeni dönemin ve devrimin örsünde biçimlendirerek yazdığı şiirlerini İstanbul ve Ankara’daki bazı dergilere gönderir. Aydınlık, Yeni Hayat, Orak Çekiç gibi yayınlarda N.H. rumuzuyla imzalanmış şiirlerinin yanı sıra incelemeleri de okura sunulur.
“Gözlerimiz” de Aydınlık’ta Ekim 1923’te yayımlanan şiirlerden biridir. Şiirin ilk betiğini alıntılıyoruz:
Gözlerimiz
şeffaf
temiz
damlalardır.
Her damlada
demire can veren dehamızın
bir küçücük
zerresi vardır.
Şairin Moskova’dan gönderdiği ve yayımlanan şiirleri ve yazıları, onun kısa sürede dikkatleri üzerine çekmesine yetecektir. Hem şair hem de politik bir isim olarak adeta yıldızlaşır. Nâzım Hikmet yalnızca edebiyat, sanat ve siyasal çevrelerde dikkatleri üzerine çekmekle kalmaz. İktidar ve devlet tarafından da takibe ve kıskaca alınacaktır.
Dünyanın ilk işçi ve köylü devriminin gerçekleştiği yerde, Sovyetler’de deyim yerindeyse gece gündüz süren sıkı bir eğitimden sonra Nâzım Hikmet, Ekim 1924’te Türkiye’ye, İstanbul’a döner.
Nâzım Hikmet’in, İstanbul’a gelişi “temellidir”. Bunu da Kemal Sülker’in aktardığına göre babasına, açık ve kesin bir dille, “Ayrılmamak üzere geldim baba” cümlesiyle ifade etmiştir. Ancak kısa süre içerisinde “gizli güçler”, Nâzım Hikmet’e hayatı zehir etmek üzere harekete geçer. Kaldı ki “gizli güçler”, “gizli eller” hiçbir zaman onun peşini bırakmamıştır. Ama bu defa doğrudan doğruya, “faili meçhul” biçimde öldürülmesi ihtimali gündemdedir. Açık ya da örtük biçimde ölüm tehditleri alır. Babası, annesi ve kız kardeşi başta olmak üzere yakın çevresi tarafından, her an, kimliği belirsiz kişi ya da kişilerce öldürülebileceği konusunda uyarılmaktadır. Çözüm olarak İstanbul’dan, hiç değilse bir süreliğine uzaklaşması önerilir.
Tehlikeyi sezen şair, önlem olarak hem saklanabileceği hem de sanatsal ve siyasal çalışmalarını aksatmadan yürütebileceği en uygun yer olarak İzmir’i seçer.
ÖLÜMDEN KAÇIŞ
Nâzım Hikmet’in İzmir’e ilişkin anılarını, yıllar sonra yazdığı “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim” romanında buluruz.
Biyografik bir anlatı olan “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim”in baş kişisinin adı Ahmet’tir. Ahmet, muhtemelen, Nâzım Hikmet’in kullandığı müstear adlardan Kemal Ahmet’tir. Romanda, Ahmet bir kulübede saklanır. Söz konusu kulübe, anlatının diğer kişisi olan İsmail’in, şairi yerleştirdiği bir kulübedir ve şehirden uzaktadır. Muhtemelen bir bağ kulübesidir. Şunu vurgulayalım; Nâzım Hikmet, İzmir’e ölümden kaçarak gelmiştir, ama saklandığı yerde de her şeyden vazgeçmiş değildir.
İSMAİL’İN KULÜBESİ
Şairin İzmir’de çok fazla gezip dolaşmadan saklandığını, sosyal ilişkisinin, gündelik hareketliliğinin bir hayli kısıtlı kaldığını tahmin edebiliriz. Şöyle de denilebilir: Şair için İzmir, bu süreçte saklandığı “İsmail’in kulübesi”nden ibaret kalmıştır. (İsmail’in kulübesi metaforundaki kulübeyi “parti” olarak düşünebiliriz.) Çünkü son derece ayrıntıcı, muhteşem bir gözlemci ve betimleyici olduğunu şiirlerinden ve diğer yapıtlarından bildiğimiz şairin, İzmir’e ilişkin nerdeyse hiç bilgi vermemesini başka türlü açıklamak zor. Kaçaktır ve bu süreçte tam bir kapanmayla, tecrit olarak yaşadığı anlaşılmaktadır. Nâzım Hikmet’in biyografik anlatısında, İzmir’le ilgili iki şey, yine de dikkati çeker. Birincisi İzmir’de kalması için kendisine yardım edeceği varsayımıyla kapısını çaldığı, İttihatçı ve eski vali eniştesiyle olan görüşmesi. Bir de İzmir’in yağmuruyla ilgili sözleri. Eski vali enişte, Nâzım Hikmet’e pencereden köşe başındaki dilenciyi gösterir. Bunun anlamı; kendisinin de göz hapsinde tutulduğu, bu şartlarda Nâzım Hikmet’e yardım edemeyeceğidir.
Öte yandan şairin, “İsmail’in kulübesi”nde saklandığı sürede İzmir’le ve Ege bölgesiyle ilgili araştırmalar yaptığını, okuduğunu, örneğin Şeyh Bedreddin Destanı’nı burada tasarlanmış olabileceği ihtimalinden söz edilebilir. Bunun gibi başka yapıtlarına da İzmir’de kaldığı süreçten izlerin, doğrudan değilse bile dolaylı olarak yansıdığını belirlemek mümkündür.
Nâzım Hikmet’in, “gözden uzaklaşmak” ve siyasal çalışmaları sürdürmek için İzmir’de bulunduğu sırada başlayan Şeyh Sait isyanı hükümet değişikliğine neden olur. Fethi Okyar istifa eder ve başbakan koltuğuna tekrar oturan İnönü, Şeyh Sait ayaklanmasını bastırmak başta olmak üzere muhalefeti susturmak için “Takrir-i Sükûn Kanunu”nu çıkarır. Yasaya dayanılarak dönemin sol muhalefeti de deyim yerindeyse tırpanla biçilir. Nâzım Hikmet’in çalıştığı gazeteler, dergiler kapatılır ve yasaklanır. Sol yayınların sorumluları ve önde gelen yazarları, çalışanları tutuklanır ve kurulan İstiklal Mahkemesi’nde yargılanırlar. Şair de bu mahkemede yargılananlar arasındadır ve dava sonucunda on beş yıla mahkûm edilir.
Nâzım Hikmet, tutuklamalar başlar başlamaz İzmir’den ayrılır ve İstanbul’a döner. Vakit kaybetmeden İstanbul’dan ayrılır ve tekrar Kırım üzerinden Moskova’ya gider.
YOLDAŞLIK DENEYİMİ
Nâzım Hikmet, ikinci defa ülkesini terk ederken bu defa yanında “Güneşin Sofrası”nı ve orada, o sofrada kazandığı deneyimi de yanına alır. Yani yoldaşlık, bağlılık, örgütlülük deneyimini… Şairin “Güneşin Sofrası”nda, yani İzmir’de saklanırken deneyimlediği yoldaşlık ilişkisi de şiirin önemli temalarından birini oluşturmaktadır. Şu dizeleri bir daha hatırlayalım:
Dostların arasındayız
Güneşin sofrasındayız
“Güneşin sofrası” muhtemelen mekân olarak İzmir’dir demiştik. Burada, bu mekânda, illegal koşullarda örgütsel çalışma ve “yoldaşlık” deneyimini de yaşar şair. Öyleyse “güneşin sofrası” imgesinin bu deneyimi de kapsadığını söyleyebiliriz.
Enver Topaloğlu: Türk dili ve edebiyatı öğrenimi gördü. Birçok sanat edebiyat dergisinde şiirleri yayımlandı. Altı şiir kitabı bulunuyor. Cumhuriyet gazetesinde 1993 – 2015 yılları arasında düzeltmen olarak çalıştı. Emekli oldu. Gazete Duvar’de yazarlığa başladı. Beş yıl süreyle cumartesi günleri modern Türkçe şiiri odak alan yazılar yazdı. 10 Eyül 2022 tarihinde Artı Gerçek’te başladığı köşe yazarlığını sürdürüyor. Topaloğlu 2017’den bu yana İzmir’de yaşıyor.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***