Sözlükteki tanıma göre menfaat, Arapça nef’ yâni faydalandırmak kökünden türeme bir kelime. Günümüz Türkçesinde fayda, yarar, kâr, çıkar gibi sözcüklerle karşılanabiliyorsa da, bu karşılıkların hepsinin aynı çağrışımlara sâhip olduğunu söyleyemeyiz. Örneğin, eskiden kullanılan “âmme menfaati” yerine “kamu çıkarı” demeyip, daha yerleşik olan “kamu yararı” terimini kullanmaktayız. Buna karşılık, özel bir kişinin faydasını ifâde etmek istediğimizde, eskinin “ferdî menfaat” kalıbının yerine “bireysel fayda” daha uygun bir kullanım gibi görünüyor. Kendi bireysel faydasına öncelik veren, bütün hayatını, ilişkilerini ve davranışlarını bu önceliğe göre düzenlemek isteyen kişiler içinse, “faydacı” veyâ “yararcı” değil de, “çıkarcı” nitelemesini tercih ettiğimiz görülüyor. “Faydacı” veyâ “yararcı” sözcüklerini, “çıkarcı” gibi olumsuz çağrışımlarla yüklü bir sözcüğün eşanlamlısı gibi değil de, bir felsefî akımın adı olarak kullanmamız daha da yaygın. Çoğu kez İngilizce “utility”den türemiş “utilitarianism”in dilimizdeki karşılığı olarak “faydacılık”, daha seyrek de olsa “yararcılık” kullanılıyor ama, bu akım için aslâ “çıkarcılık” demiyoruz. Menfaatin “çıkar” gibi olumsuz çağrışımı daha ağır basan bir kullanımını da, çıkarcı tâbirin eski karşılığı olan “menfaatperest” veyâ “menfaatperver” sözcüklerinde görmekteyiz.
MENFAAT KAVRAMININ HUKUK DÜZENİ İÇİNDEKİ DEĞİŞEN ANLAMI
Menfaat, hukuk düzeni içinde de çok temel yeri olan kavramlardan biri. O kadar ki, toplum hayâtını düzenleyen bir kurallar düzeni olarak hukukun, bu ilişkilerde merkezî yer tutan menfaat kavramından soyut olarak anlaşılması neredeyse imkânsız. Bu nedenle, hukuk düzenini gereğince kavrayabilmek için menfaat kavramına özel bir dikkatle yaklaşmak gerekiyor. Tabiî ki, bu yaklaşımı açıklamadan önce, hangi “hukuk düzeni”nden söz ettiğimizi de belirtmek zorundayız. Daha doğrusu, genelgeçer bir ayrıma göre hukuk düzeni dediğimiz zaman, Tanrı veyâ doğa gibi insanüstü/insan ötesi (aşkın) bir varlığın irâdesinin ürünü olarak kabûl edilen kurallardan oluşan bir düzenden değil de, doğrudan insan irâdesinin ürünü olarak ortaya konulmuş kurallardan meydana gelen “pozitif hukuk” düzenini kasdettiğimizi hemen kaydetmeliyiz. Bu ayrımın sonucu olarak hukuk, belirli bir toplumda vâr olan, insanların nasıl davranmaları gerektiğini gösteren ve devlet adı verilen bir örgütün elinde bulundurduğu fizikî zor kullanma tehdidi ile desteklenen kuralların oluşturduğu düzenin adı olmaktadır.
Şimdi, sorumuz şu: Bir toplumda vâr olan hukuk kuralları, o toplumdaki kişilerin nasıl davranmaları gerektiğini belirlerken, kimin, hangi menfaatini gözetmektedir? Toplumsal ilişkilerin hayli karmaşıklaştığı günümüz dünyâsında, hukuk düzenini meydana getiren kuralların korumayı amaçladığı menfaatin de çoğul bir nitelik taşıdığı şaşırtıcı olmasa gerek. Hukukun düzenlemek istediği ilişkilerin niteliğine bağlı olarak, bu düzenlemelerin içinde merkezî bir yere sâhip olan menfaat kavramı da değişmektedir. Örneğin, Roma Hukuku’ndan kaynaklandığını kabûl ettiğimiz bir ayrım uyarınca, bireyler arasında ve bireylerin özgür irâdelerine dayalı olarak kurdukları ilişkilerden oluşan “özel” alanda öne çıkan menfaat kavramı ile, toplumun tümünü ilgilendiren, bu nedenle “kamusal” sıfatını verdiğimiz ilişkiler alanındaki menfaat kavramı aynı değildir. Bu ayrımı esas alarak belirtmek gerekirse, özel hukuk “ferdî menfaat” anlamında bireysel faydayı veya çıkarı muhafaza etmeye yönelirken, kamu hukuku esas olarak “âmme menfaati”ni, yâni “kamu yararı”nı korumayı amaçlamaktadır.
BİREYSEL ÇIKAR-KAMU YARARI ÇATIŞMASI
O hâlde bir soru daha soralım: Bireysel fayda veyâ çıkar ile kamu yararı arasında nasıl bir ilişki bulunmaktadır?
Devletin müeyyide (yaptırım) gücüyle desteklenen hukuk düzeninin bireylerin özgür irâdeleriyle oluşturulduğunu kabûl eden ve “toplum sözleşmesi” diye bilinen bir teorik bakış açısına göre, bireylerin kendi çıkarları önünde hiçbir engel görmeksizin davranmaları, toplum hâlini imkânsız kılan bir savaş veyâ “kaos” ortamıdır. Bu görüşe göre bireyler, yaradılışları veya doğaları gereği, hiçbir engel tanımayan çıkarcı davranışlarının sonucunda oluşan çatışma ortamında, aslında kendi çıkarlarını da koruyamayacaklarını fark ederek, üstün bir iktidara, aralarındaki ilişkileri güven içinde sürdürme ortamını oluşturma yetkisini vermek üzere anlaşmaktadırlar. Bu açıklamaya göre bireyler, kendi çıkarlarını güvenli bir biçimde gerçekleştirebilmek için, kendilerinden daha üstün bir iktidarın buyruklarına itaat etmeyi kabûl etmekte ve böylece “çıkarcı” davranışlarına da bir sınır getirmeyi benimsemiş olmaktadırlar.
İngiliz düşünür Thomas Hobbes’un ünlü “insan insanın kurdudur” deyişiyle özetlenen bu yaklaşımda, bireylerin kendi çıkarlarının gereği olan güvenlik ihtiyâcının bir sonucunda kurulmuş olan devlet ve hukuk düzeninin en temel amacı, güvenliği sağlamak olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu açıdan baktığımızda hukuk düzeninin amacı olarak “güvenlik”, bireysel çıkar ile kamu yararı arasındaki çatışmanın uyuma dönüştüğü bir kavramı ifâde etmektedir. Elbette, çağımızdaki sosyal devlet anlayışının bu tür “güvenlikçi devlet” anlayışından çok daha insânî bir devlet tipini ifâde ettiği kuşkusuzdur. Hattâ, daha da ileri giderek, “güvenlikçi devlet”in temeline yerleştirilen “bireysel çıkar” kavramının, sınıflı kapitalist toplumdaki çatışmaları gizleyici bir ideolojik örtü veyâ bir yanlış bilinçlilik biçimi olduğu da vurgulanmalıdır. Ancak, bu tartışmaları bir ân için geri plâna iterek belirtmek gerekirse, sırf Hobbesçu bir anlayış içinde bile yaklaşılsa, “güvenlik sağlayamayan devlet, devlet değildir veyâ devlet olma niteliğini yitirmiştir!” sonucuna varmamız gerekmez mi?
ÇIKARCILIK VE HUKUK DÜZENİ
Deprem, Türkiye devletinin güvenlik konusunda hangi noktada durduğunu hepimizin suratına suratına, en can yakıcı, en yıkıcı bir güçle çarpıverdi. Güvenlik deyince hemen düşmanları titreten şanlı târih hamâsetinin desteğinde, tank, top, tüfek, vurucu güç vb. akla gelen bu toplumda, nasıl farklı bir güvenlik anlayışının doğru ve insânî sonuçlar üretebileceği şimdi görülebilmiş midir acaba?
Kısaca bakalım. Deprem başta olmak üzere, “tabiî âfet” kavramıyla ilgili olarak “hukuk düzeni”nde vâr olan kurallar, Anayasa’da yeri olan ve iktidarın hemen müracaat etmekte tereddüt etmediği “tabiî âfet nedeniyle olağanüstü hâl îlânı” dâhil, son derece yeterli. İşin uzmanları, aslında uzunca yıllardan beri, kanunlarda ve kanunların uygulanmasını düzenleyen yönetmeliklerde pek bir eksiklik olmadığını belirtiyorlar. Özel olarak deprem konusundaki düzenlemelerin hayli ileri düzeyde olduğu açıkça vurgulanıyor. Demek ki hukuk düzeninde, temel bir kamu yararı olarak “güvenlik” konusunda nelerin yapılması gerektiği enikonu iyi bir biçimde belirlenmiş. Aksaklık uygulamada. Neden?
Uygulamadaki aksaklıklar, hukuk düzeninde yer alan kamu yararı ile özel çıkarın çatışmasında, kamu otoritesinin tercihinin “özel çıkar”dan yana ortaya konulmuş olmasında. Bunun çok sayıda örneği var, hem bu deprem öncesinde, hem önceki depremlerde, hem önceki depremlerden önceki dönemlerde… Cumhuriyet târihinin en çok can kaybıyla sonuçlanmış ilk depremi olan 1939 Erzincan depreminden sonraki bir gazete manşeti, depremin sebebini “hileli inşaat” diye işâretlemişti. Seksen küsûr yıl sonra bugün de manşetler aynı, yirmi küsûr yıl önceki Gemlik ve Düzce depremleri sonrasında olduğu gibi. Değişmiyor. “Kâr hırsı” anlamında “çıkarcılık” veyâ “menfaatperestlik”, bir hukukî değer olarak toplum güvenliği kavramında içkin olan “kamu yararı”nın her zaman önüne geçiyor.
ÇIKARCI SİYASETİ DEĞİŞTİRMEK
Depremin suratımıza suratımıza çarptığı acı gerçeğin ifâdesi olan ve bir türlü değişmeyen “çıkarcılığın hukuka üstün gelmesi” hâli, maalesef siyâset tarzı olarak da sürüyor. Siyâseti hafife almayın. İster Arapça kökten evrilmiş anlamıyla “devlet yönetme san’atı”, ister Batı dillerindeki karşılığının temelinde yatan “toplum için iyi olanı bulup ona göre örgütlenme” tarzı gibi düşünelim, her halükârda, bireysel çıkarcılığın hâkim olmaması gereken bir faaliyeti anlatıyor bu kavram. Ve, bu kavram bize siyâsetçinin kendi bireysel veyâ içinde bulunduğu grubun çıkarını gözeterek davranmaması gerektiğini açıkça emrediyor. Bu noktada, modern zamanların, kapitalizmin gelişmesine paralel olarak şekillenen, “ekonomik menfaat”, yâni “kâr etme” mantığının tüm toplumsal ilişkilere, bu arada siyâsete de sirâyet etmiş olmasını eleştirel bir biçimde anmamak mümkün mü? Ama, belli ki kapitalizmin kamu yararını önceleyen siyâset tarzını geri plâna ittiren “neoliberal” evresinde, şanlı târihimiz ve “millî ve mânevî değerlerimiz” edebiyâtıyla pozisyon alan ricâlde birey ya da özel çıkar ne kadar da baskınmış meğer?
Yoksa, ülkeyi yirmi küsûr yıldır tek başına yönetmekte olan siyâsetin kurucularından biri, çıkıp da, “Yüksek Seçim Kurulu’nun seçimleri erteleme yetkisi var!” der mi? Demekle kalmıyor, “bal gibi var” diyor ve Anayasa’nın 79. maddesini işâret ediyor. Oysa orada öyle bir yetki yok. Olmadığını kendisi de bilmiyor mu? Biliyor, çünkü “seçimlerin ertelenmesi için Anayasa değişikliği lâzım” diyor ve “partiler uzlaşsın” diye de ekliyor hattâ, böyle olmazsa “kaos” olur uyarısı yapıyor! Kaos, kuralsızlık varsa olur. Seçimlerin ne zaman yapılacağı ile ilgili kurallar var mı? Var. Bu kurallara uymak gerekiyor mu? Gerekiyor. Peki, niye kaos olsun? Eh, kurallara uymakla yükümlü olan biri, “benim işime gelmiyor, ben bu kurala uymam, uyamam!” dermiş, o zaman kaos olurmuş. Yâni, demek istiyor ki, iktidar sâhipleri eğer seçimleri ertelemeyi kendi çıkarlarına uygun bulurlarsa, bunun önündeki hukukî engelleri tanımazlar, bu da normaldir, gelin bunun karşısında durmayın, anlaşın!
İlk tasfiye etmemiz gereken bu yaklaşımdır. Bir kişinin veyâ grubun siyâsî, ekonomik, vb. çıkarı için hukuku yok saymaya cür’et etmesi ve bunun normal karşılanmasını beklemesi. Benzeri yaklaşımlar, kimbilir hangi îmar uygulamasında, hangi inşaat izinlerinde, hangi denetimsizliklerde ve hangi uygulanmayan şehircilik raporlarında, uzman meslek odalarının kaale alınmayan çalışmalarında ve mahkeme kararlarında somutlaşıyor. Hepsi ama hepsi aynı kapıya çıkıyor: Hukukun objektif kuralları, bireysel veyâ özel çıkarlarla çatışsa bile, tâvizsiz uygulanmalı ve bunu sağlamak için de “çıkarcı”, “kaotik” siyâset tarzını tasfiye etmek zorundayız.
Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara’da, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi’nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997’de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler’le birlikte “Bu Suça Ortak Olmayacağız” beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi’ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***