Hepimiz gibi ben de sosyal medyaya olması gerekenden daha fazla bakıyorum. Allah’tan normal medyaya aynı ilgiyi göstermemekteyim. Televizyon kapalı bizde. Her fırsatta söylüyorum, daha fazla enformasyon değil, perspektif ve odaklanma asıl ihtiyacımız.
Bunu diyorum ama sosyal medyaya baktığımda, kim ne derse haklı geliyor bana. Kimi öfkesini ifade ediyor. Kimi dayanışma ve örgütlenmenin önemine dikkat çekiyor. Kimi var olan dayanışma çabaları ile örgütlenme biçimlerini eleştiriyor. Kimi deprem bölgesinden ihtiyaç çağrısında bulunuyor. Kimi hayatın çok çabuk normale dönmesinin acılığını, can acıtıcılığını vurguluyor. Nasrettin Hoca fıkrasında olduğu gibi herkes haklı.
Bugün uzun zamandır yüz yüze görüşmediğim bir dostumun paylaşımını gördüm. “Siz nasıl başa çıkıyorsunuz?” diye soruyordu. Deprem bölgesinde yakınları var mıydı, yoksa vicdan sahibi bir insan ve yurttaş olarak hepimize ait kayba mı işaret ediyordu? Emin olamadım.
Ben nasıl başa çıkıyorum diye düşündüm. Çok bir şey yapmadım. Henüz bölgeye gitmedim, dayanışmaya katkım şimdilik karınca kararınca maddi bağışlar üzerinden olabildi. Bir şeyler yapmak için sıramı bekliyorum, uygun bir katkı vesilesinin ortaya çıkma olasılığına yönelik olarak duyargalarımı açık tutuyorum. Bunun dışında işimde gücümdeyim, yaşıyorum. Bu cümleyi düşünmek ve yazmak ise canımı acıtıyor.
UNUTURSAK KALBİMİZ KURUSUN
Bunları düşünerek ekranı aşağılara sürüklediğimde bir başka arkadaşımın paylaştığı ve Leman’dan olduğunu not ettiği karikatürü gördüm. Ağlamaya başladım. Metin Fidan’a ait bir karikatür. Enkazdaki kızının elini tutan babanın unutulmaz görüntüsünü biliyorsunuz. Kızı çizmiş Metin Fidan, hâlâ elini tutan babasına bulutların üstünden sesleniyor: “Ben iyiyim, git artık baba, git uyu biraz. Kaymaklı bisküvi ye. Müzik dinle! Şehri yeniden kurun! Ülkeyi yeniden kurun!” diyor.
Şimdi bunu yazarken de ağlıyorum. Oysa biliyorum, ölüler bizimle konuşmaz. Bizim onlarla konuşmaya çok ihtiyacımız var ama onlar bizle konuşamazlar. Fakat yine de onlarla konuşmaya çalışırız, onlara iyi geleceğini, dolayısıyla bunu hayal ederek bir nebze acımızı unutacağımızı düşündüğümüz iyi şeyler yapmaya çalışırız. Ölülerimizi pisi pisine, boş yere kaybetmediğimizi, anılarını yaşatacak anlamlı eylemlerde bulunduğumuzu dile getirebilmek isteriz. Tıpkı karikatürdeki kızın söylediği gibi acı çektiğimiz halde, yine de dolu dolu yaşayarak ve şehri, ülkeyi, dünyayı yeniden kurarak bir anlam ve değer yaratmayı arzularız.
Ölülerimizi düşünüyorum. Sadece bu depremlerde kaybettiklerimizi değil, diğerlerini de. Önceki depremler, işkenceler, katliamlar, saldırılar… Geçen yüzyılımız vakitsiz ölümlerle dolu. Ölüp gitmiş mi olacak onlar? Onları ve onların ölümüyle kaybettiklerimizi geri yerine koymak mümkün mü? Yaşanan acılardan ders alan bir toplum olmak… Daha farklı bir dünya kurmak…
Bunları düşünmeme biraz da, 26 Şubat Pazar Artı TV’deki Sözün Yarısı programımda konuğum olan Gürsel Korat’ın en yeni romanı, 2022 tarihli Uyku Ülkesi neden oldu. Uyku Ülkesi depremden önce yayımlandı ama pandemi sonrası bir distopyayı tahayyül ediyor. Nazar Paşa’nın diktatörlüğü altında yönetilen Nazaristan adlı bir şirkete dönüşmüş bir Türkiye’de Sevda Kül adlı bir doktor konuşma yetisini yitirdiği bir ameliyat sonrası rüyalar görüyor ve totaliter distopyayı yerinden oynatan hayallerle geçmiş, şimdi ve geleceği yeniden düşünmemize yol açıyor. Yaşayanlar ölüye dönüşürken, acı ve haksızlık içinde yitip giden ölüler adalet talepleriyle yaşamaya devam ediyorlar. Bellek, edebiyat ve toplumsal tahayyülün sınır ve olanakları üzerine rahatsız edici ama zengin bir metin Uyku Ülkesi. Felaket ortamında düşünmeye, hayal etmeye ve tasarlamaya nasıl devam edebileceğimize dair imkânlar sunuyor.
KOMİK, GÜLÜNÇ, EĞLENCELİ? AH, EVET; UZAKTAN EĞİTİM
Acı, zor ve ciddi şeylerden söz ederken, daha eğlenceli bir konuya geçeceğim izninizle. Eğlenceli ama izlemesi aynı zamanda acı verecek kadar pespaye bir komiklik söz konusu. İki haftadır yazıyorum, depremden girip hep uzaktan eğitim konusundan çıkıyorum. Bu ne yazık ki, benim münasebetsizliğim değil. Durum tam da böyle. Bu pespaye komik mevzu, üniversitelerde uzaktan eğitim meselesi. Depreme bağlandığı için mecburen deprem gibi önemli bir konuyla birlikte anıp duruyor, kuyudan çıkmak bilmeyen bu taşı tartışıyoruz.
Malum, bir ara bazı üniversiteler, özellikle önde gelen bazı vakıf üniversiteleri dönemi sınıfta yüz yüze başlatacaklarını duyurmuşlardı. Ondan sonra apar topar çark ettiler. Bu üniversitelerden biri şu yöntemi benimseyiverdi: Hoca sınıfa gelecek ve online dersi başlatacaktı. İsteyen öğrenciler sınıfa da gelebileceklerdi ama onlar da online derse bağlanacak ve soru sormak isterlerse oradan soracaklardı.
Bu muhteşem çözüm bu üniversitelerin yöneticilerinin aklına vahiy ya da ilham üzerinden gelmedi tabii. YÖK başkanı tarafından tehdit edildiler. Nasıl bir tehdit, onu bilemiyorum. YÖK başkanı beni doğrudan ya da dolaylı tehdit etmeye tenezzül etmediği için bu konuda bilgi sahibi değilim. Fakat tehdit lafını da kendim uydurmuyorum. AKP’li eski milli eğitim bakanı Hüseyin Çelik, cumhurbaşkanına dönük bir metin paylaştı ve bunu kamuoyuna da ulaştırdı. Pek çok rektörün doğrudan YÖK başkanı tarafından uzaktan eğitim yapmaları için tehdit edildiğini açıkça yazdı. Bu konuyu YÖK başkanına değil, “yağcılık ve tabasbus yapmayacağından emin olduğunuz rektörlere sorun” bile diyor Çelik.
Çelik’in metni çok ilginç bir metin. Uzaktan eğitim kararının ne kadar yanlış olduğunu açıklıyor ve YÖK’ün bunu, kendi işini kolaylaştırdığı için istediğini söylüyor. Fakat şurası ilginç: Çelik bu noktada durmuyor ve bir 12 Eylül kurumu olan YÖK’ün kısa vadede Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmasını ve orta vadede dünyadaki başka benzer kurumlara benzetilmesi gerektiğini söylüyor.
Ben Türkiye’de var olan yükseköğretim yönetimi uygulaması doğrultusunda, tüm rektörlerin kayyım olduğuna inanıyor ve bunu açıklıkla ifade ediyorum. O yüzden, Çelik yağcılık yapmayan, yaltaklanma peşinde olmayan rektörler derken yine kayyım rektörlerden söz ediyor. Bunu yapıp YÖK ortadan kaldırılsın derken de, asıl sorunu görünmez kılıyor. YÖK zaten fiili olarak yok. Yükseköğretimle ilgili her şey, saraydaki ofislerden idare ediliyor ve nerede ne kayyımlık siyaseti güdüleceği, ne tür güç oyunları oynanacağı oralarda belirleniyor. Yani zaten ortada sadece adı kalmış bir YÖK’ün kaldırılmasını istiyor Çelik. Yani Çelik’in hitap ettiği sayın cumhurbaşkanı YÖK’ü ortadan kaldırdığı anda sorun kalmayacak. İşler bu anlamsız aracı olmadan, doğrudan doğruya tepeden yürütülüyor olacak.
Oysa asıl sorun, özgür özerk demokratik üniversite idealinin yerle bir edilmiş olması. Üniversite denen yer, bin yıllık tarihi sonunda bilimsel açıdan özgür, kurumsal olarak özerk, yatay bir demokrasi anlayışıyla yönetilen bir kurum haline gelmiştir. 12 Eylül YÖK’üyle başlayıp bugün ayyuka çıkan anlayış, bu idealin çökertildiği ve üniversitenin alabildiğine itibarsız bir hale getirildiği bir sistemdir. Çelik, problemin ana kaynağında yer alan iktidarın bir parçası olarak, çözümsüzlüğü çözüm olarak gözümüze sokmaya kalkıyor.
ÖZEL KAYNAĞIM BANA İŞİN ASLINI ANLATTI
Böyle bir ortamda rezilliği yaşıyoruz doğal olarak. Kayyım rektörleri ister YÖK başkanı tehdit etmiş olsun, isterse saray ofislerindeki başka birileri. Neyi yaşıyoruz biz şu anda? Rezilliği. Ne söylentiler var ortalıkta, bir bilseniz. Okula öğrenci gelişini azaltmak için servisleri kaldıran üniversite mi istersin? Kapıdaki özel güvenliğin öğrencileri, sınıfa gidecekler diye kampüse sokmadığı üniversite mi? Öğrencilerin sınıfta olduğu hibrit sistemi kullanmasına göz yumulduğu için, öğretim üyelerine “bunu açıkta çok da fazla ifade etmeyelim” diye mesaj atabilen kayyım rektör yardımcılarının olduğu üniversite mi?
Mesela başta adını andığım üniversite var ya, onun neden sınıftaki öğrenci de online derse bağlanıp oradan soru sorsun saçmalığına yönelmesinin nedenini öğrendim ben. Birinci el kaynaktan hem de. Buna neden olan kişi söyledi. Berberdeydim. Yanımda tıraş olan yirmili yaşların başındaki öğrenci, bunu kendisinin sağladığını söyledi. Dedi ki, “bizimkiler yüz yüze ders olacak dediler, ben de CİMER’e yazdım, ülkede en iyi işleyen kurum CİMER, hemen ilgileniyoruz diye cevap geldi ve ertesi gün üniversite bu yeni uygulamaya geçti.”
Nasıl? Saçmalık mı? E, sizin elinizde daha iyi bir açıklama var mı? Benim ulaşabildiğim en iyi ve en doğrudan açıklama bu. Hatta başka örnek de verdi. Daha önce de, Cuma saatine ders koyulduğu için yazmış CİMER’e, o zaman da sonuç almış. Ders saatini ileri almışlar hemen. Şimdi ben bu çocuğa inanmayayım da kime inanayım? O üniversitenin rektörü çıkıp da bir açıklama yapıyor mu? YÖK başkanı? Cumhurbaşkanı?
Kaç haftadır sivil toplumun, öğretim elemanları örgütlenmelerinin, öğrencilerin, başka sivil toplum oluşumlarının dilinde tüy bitti. En son ODTÜ Öğretim Elemanları Derneği bir açıklama yaptılar. Diyorlar ki, “Kampüste KYK yurdu yok, rektörlük de kampüsteki yurtları öğrenciler için açtı, hâlâ neden uzaktan eğitim yapıyoruz? Öğrenciler kampüste ayol.”
Tam bir rezillik. Deprem felaketine çözüm olarak koskoca Türkiye yükseköğretim alanına dayatılan iler tutar yeri olmayan bir uzaktan eğitimi idrak etmeye devam ediyoruz. YÖK bunu Nisan’da ele alacakmış da, o zaman değişecekmiş. Neden? Yüz yüze öğretime geçilecekse neden bir ay daha vakit kaybedeceğiz? Bir an önce yüz yüze eğitime geçmemiz lazım. Hemen şimdi başlasa bile bu saçmalığın kafa karışıklığını gidermemiz, oluşan hasarı tamir etmemiz ve zaten sorunlarla dolu olan akademik hayatımızı devam ettirmemiz bizi çok zorlayacak.
Fakat bu fars, bu vodvil, bu ortaoyunu artık sona erse. Kabak tadı verdi. Cidden kabak tadı verdi.
Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***