Akıl almaz bir acının içindeyiz.
Böyle bir felaketi tüm boyutlarıyla anlamak mümkün olabilir mi?
Tüm süreci, nedenleri ve sonuçlarıyla önümüze koyabilir ve bu felaketin etkilerini izale etme yönünde gecikmeden yol alabilir miyiz?
Mümkün değil. Kısa bir sürede, hele ki bireysel çabalarla bunu halletmek imkânsız.
Fakat yine de, medyanın ve sosyal medyanın başına geçtik, görevli veya gönüllü olarak deprem bölgesine gidenlerin çabalarını izliyor, orada olanların çabasına bir katkıda bulunabilir miyiz, bir işe yarayabilir miyiz diye uğraşıyoruz.
Fakat bu arada, tepemizden enformasyon yağıyor. Her zaman çok fazla olan bu enformasyon yağmuru, şu felaket döneminde bir fırtınaya dönüşmüş durumda. İlk günlerde enkazdan yardım çağrıları, daha sonra ihtiyaç çağrıları, derken devlete ve her türden yetkiliye dönük eleştiri ve öfke ifadeleri, derken Suriyelilerden başlayarak mülteci ve göçmenlere dönük ırkçı, ayrımcı kampanyalar, derken yağma yaptıkları iddia edilenlere dönük işkence ve eziyet videoları, hatta linç edilerek öldürülmüş ceset görüntüleri…
Sosyal medya bir kıyamet sahası. Neye ne kadar zaman ve dikkat ayırabiliyorsunuz bilmiyorum ama Johann Hari’nin Barış Engin Aksoy çevirisiyle Metis Yayınları’ndan çıkan Çalınan Dikkat: Neden Odaklanamıyoruz? kitabını okumanın tam zamanı. Her yeni enformasyona yetişmek bir şeyleri daha iyi anlamanızı sağlamayacak. İhtiyaç duyduğumuz şey odaklanma ve perspektif. İçinde bulunduğumuz felakete, afete hangi çerçeveden yaklaşacağız? Bunu nasıl anlayacak ve anlatacağız? Ne tür çözümlerin peşinde olacağız?
YIKILAN DÜNYA
Biz bu iki büyük depremle bambaşka bir dünyaya uyandık. Öncelikle bunu idrak etmemiz gerekiyor. Deprem vurduğu yerdeki canları yaktı ve yıktı. Bu açık. Fakat belirli bir toplum anlayışını da yıktı. Her tür ekonomik ve siyasal krize rağmen bir statüko etrafında ilerleyen, ne yapacağını bilmez halde, yasal şiddet tekelini elinde tutan devlete karşı sesini çıkaramayan ve o devletin kendisini maruz bıraktığı tebaa yapısını beğenmese de kabullenmek zorunda kalan bir toplumsal yapıydı bu.
Bu yapının ve karşısındaki zebella devletin uygun gördüğü ve sürekli kendini yeniden ürettiği bir bozuk düzende yaşıyorduk. Nepotizm, adam kayırmacılık, iltimas, rüşvet, komisyonculuk… Akla ne gelirse o! Böyle bir düzende, depremin bir dokunuşta yıktığı ve on binleri öldürdüğü sözde “depreme dayanıklı” süper lüks ve fahiş fiyatlı binalar yapıldı. Yine böyle bir düzende, o kadar uzman ve yerel inisiyatif bağıra çağıra anlattığı, yalvardığı halde devlet, üç sene önce işareti verilen bu depreme önlem almak için en küçük bir şey yapmadı.
Bütün bunların değişmesi için seçimin ve seçimle gelecek bir iktidar değişiminin hayalini kuruyorduk. Fakat değişim, rüyalarımızdaki gibi bol kutlamalı seçim zaferleriyle değil, en kötü kabuslarımıza bile sığamayacak bir yıkımla geldi. Artık eski dünya yok. Yeni bir dünyadayız.
Zebella devlet, baş müsebbibi olduğu ve yıkımıyla henüz başa çıkamadığı bu yeni dünyayı eskisine dönüştürmek için elinden geleni yapacak. Depremler ve felaketlerle yıkılmayan, paramparça olmayan bir topluma para ve emek harcamak istemedi. Yine istemeyecek. Daha önceki deprem ve yıkımlarda olduğu gibi, her fırsatta zebella yüzünü gösterecek, biz yurttaşları düzen bozan ve bu yüzden cezalandırılan canavarlar ile her illete sabır gösteren Yusuf peygamberler olarak kutuplaştırmak için elinden geleni yapacak. Türkiye’de devletin toplumdan anladığı tek şey bu ve yine bu olsun diye elinden geleni ardına koymayacak.
TEBAA OLMAYAN TOPLUMU KURMAK
Buna üzülmek ve öfkelenmek doğal. Fakat üzüntü ve öfke, bizi yerelden ülkesele uzanan bazda bir örgütlenmeye, olabilecek en mükemmel şekilde örgütlenen bir sivil ve siyasal topluma dönüştürmeyecekse bir işe yaramayacak. Bu şekilde ya sinir krizleri geçirir, kendimizi berbat ederiz ya da en sonunda pısıp köşemizde otururuz.
Burada sözünü ettiğim zebella devlet ve bu devletin biz yurttaşları nasıl gördüğü konusunu 29 Mayıs 2022 tarihli “Devletin Gör Dediği: Düzeni Bozan Canavarlar” ve 6 Haziran 2022 tarihli “Aklın Uykusu Canavarlar Doğurur” yazılarımda ayrıntılı biçimde tartıştım. Merak edenler yeniden göz atabilirler. Böyle bir felaket içerisinde lafı çok uzatmamak gerektiğinin farkındayım.
Tebaa olmayan bir toplumu kurma günü geldi. Bunun için dikkatimizi toplamalı, birbirimiz daha fazla ve sabırla dinlemeli, her türden iş birliği ve etkileşime açık ve hazır olmalıyız. Önceliğimiz elbette bu depremin acılarını dindirmek, yaralarını kapatmak ve yasımızı mümkün olduğunca sağlam ve sağlıklı biçimde tutabilmek. Ancak bunların ötesinde, artık şu bilmem kaç kere ve her birinde diğerinden daha fena biçimlerde yaşanan felaketlerin yaşanmaması, her defasında birilerinin çıkıp “kader” filan diye utanmazca saçmalamalarına maruz kalmamamız için uğraş vermek durumundayız.
Bizi ferahlatacak bir adam ya da tek bir örgüt yok. Devlet bu süreçte öncelikle takoz işlevi görecek. Ayağımızı sürçtürecek. Buna rağmen işbirliği yapabildiğimizde ve bugünkünden farklı bir toplumu inşa edebildiğimizde o da bize katılacaktır. En azından bunu umalım. Biz değişirsek, değişmeyi becerebilirsek, bu kötü devlet pratiği de değişmek zorunda kalabilir. Bunu ummaktan ve buna çabalamaktan vazgeçmeyelim.
UZAKTAN DEĞİL, SINIFTA ÜNİVERSİTE
Bu çabaya da, zebella devletin popülist politikaları doğrultusunda pek dahiyane bir çözüm olarak ortaya attığı yükseköğretimin bu dönem uzaktan eğitim yoluyla yapılmasına karşı çıkarak başlayalım.
Milyonlarca insan deprem bölgesinden hiç de kısa olmayan bir süreliğine ayrılıyor, ayrılacak. Bu insanları yerleştirmek için neden ilk akla gelen yer üniversite öğrenci yurtları oluyor? Sarayda birilerine bu pek dahiyane bir çözüm olarak gelmiş olsa gerek ki, kayyım rektörler ve yöneticiler yoluyla öğrenci yurtları zorla boşaltılmaya, öğrenciler yerlerinden edilmeye başlandı. Mağduriyet gidermek için mağduriyet yaratmak. Zebella devletin vazgeçilmez alışkanlıklarından biri bu. Diğer devlet misafirhaneleri, küçüklü büyüklü turizm işletmeleri ve en önemlisi boş duran emlak potansiyeli neden düşünülmüyor? Bölgeden gelecek milyonları barınaksız bırakmamak mı sizin derdiniz, yoksa işte hemencecik çözüm ürettik deyip dikkatlerin dağılmasını sağlamak mı?
Üstelik yurtlar dışında olup ev kiralamış on binlerce öğrenci de mevcut. Bunlar ne olacak? Sözleşme mi bozacaklar? Ailelerinin yanına mı dönecekler? Peki, pandemi döneminde bile mükemmelleşmemiş internet erişim imkânı ve uzaktan öğretim yöntemleri hazırda bekliyor ve bir düğmeye basınca hemen işlemeye mi başlayacak? Biz pandeminin iki uzaktan öğretim yılında en iyimser yoldan ancak yüzde 25 verim alabildik. Henüz pandeminin etkileri sona ermemişken, yükseköğretimin zaten kayyım yöneticiler elinde yerle yeksan edildiği Türkiye’de bir dönem daha aniden heba mı ediliverecek?
Yükseköğretim uzaktan gerçekleştirilemez. Bu, böyle bir felaket döneminde verilebilecek en kötü karar. Böylece zebella devletimizin bu süreci ne kadar kötü yöneteceğinin de bir ilk örneğini görmüş oluyoruz. Ancak, öyle ya da böyle, bu yanlış ve kötü karardan dönülmeli, belki biraz gecikerek normal dönemin başlaması sağlanmalıdır. Bu felaket döneminde ilk adım olarak yükseköğretimin hedeflenmesi siyasi bir karardır. Bunun farkına varmamız ve bu kararın geri çekilmesi için çaba harcamamız gerekir.
Depremlerle yıkılmayan bir Türkiye’yi düşünebilmek ve yeniden kurmak için sınıflarımıza girmek zorundayız.
Başta devlet, kimse buna engel olmasın.
Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***