Kolombiyalı ünlü yazar Gabriel García Márquez’in “İşleneceği Haber Verilmiş Bir Cinayetin Hikayesi” adlı meşhur romanı yaşanmış bir olaya dayanır. Kasabadaki herkes cinayetin işleneceğinden haberdardır ama ihmal (“birileri kesin kendisine söylemiştir zaten”), umursamazlık (“öyle diyorlar ama öldürmezler”), kızgınlık (“hak etti”), neme lazımcılık (“bize bir şey bulaşmasın”, “bize mi kaldı haber vermek”), bürokratik çekişme (“bu iş benim sorumluluğumda değil) gibi birbirinden farklı nedenlerden ötürü maktule öldürüleceğini haber vermezler. Yazar “Hiç bu kadar önceden bildirilen bir cinayet olmamıştı” der.
Maalesef Nurdağı/Elbistan depremlerinde yaşanan on binlerce ölümün o cinayetten pek farkı olduğu söylenemez. Bölgeden aktif fay hatları geçtiğini, bu fay hatlarının yakın dönemde Richter ölçeğine göre 7 üzerinde şiddetli depremler üreteceğini ve bu şehirlerin bu depremlere tamamen hazırlıksız yakalanacakları için on binlerce insanın ölmesinin kaçınılmaz olduğunu neredeyse bilmeyen yoktu. Ama halk bu konularda bilinçlendirilmedi, sebepleri de benzerdi: İhmal (“Bizim bina sağlam gibi”), umursamazlık (“kaç yıldır bir şey olmamış”), kızgınlık (“imar affı yapanlara oy vererek kendi sonlarını hazırladılar”), neme lazımcılık (“bu konuları kurcalarsak düşman ediniriz, iktidar zaten bu meseleleri gündeme getirenlere ‘vatan haini’, ‘terörist’ diye demediğini bırakmıyor”), bürokratik çekişme (“hükümet işin rantını daha fazla yemek için tüm imar yetkilerini uhdesine aldı, bir felaket yaşanırsa asıl sorumlusu biz değiliz”).
Yanlış anlaşılmasın, vatandaşın suçunu hafifletmeye çalışıyor değilim. Zaten Márquez de maktulu bize bir iyilik perisi gibi sunmaz. Cinayeti engellemek için çabalamak isteyenleri kararsızlığa iten, maktulun görünürdeki kaygısız tavırlarıdır. Nitekim maktul kendisini öldürme planından nihayet haberdar olunca hiçbir tedbir almaz: Eve gitmeye karar verir, ancak evinin arka kapısı yerine, ön kapısını kullanır. Annesi maktulun zaten evin içinde olduğunu sanarak o daha kapıya ulaşmadan saniyeler önce ön kapıyı kilitler, oysa arka kapı her zaman açılabilecek haldedir. Saldırı başladığında maktulun yardım çağırışlarını kimse duymaz, çünkü o sırada festival olduğu için kasaba gürültülüdür.
Nurdağı/Elbistan depremlerini yakın tarihimizdeki diğer depremlerden farklılaştıran en önemli özelliklerinden biri, bugüne kadar Türkiye’de hiçbir depremin bu kadar fazla videoya alınmamış olmasıdır. Enkaz altındakilerin bile kendilerini kaydettikleri bu depremin dehşetverici görüntüleri tüm Türkiye’de, uzun süreli olmasını umut ettiğimiz bir uyanışa sebep oldu. Herkes aslında “cinayetten” haberdar olduğunu hatırladı ve “Sıradaki biz olabilir miyiz?” diye sorgulamaya başladı.
İstanbul’dan kiminle konuşsanız oturduğu binanın depreme dayanıklılığından emin olamadığı için endişe içerisinde… Son depremde gerekli resmi onayları almış olan yepyeni binaların nasıl kumdan kaleler gibi moloz yığınına dönüşerek sakinlerinin tabutu haline geldiklerine şahit olanlar artık ellerindeki hiçbir belgeye güvenemiyor. Ya müteahhit malzemeden çalıp sonra bu açığını yüksek bir rüşvetle kapatmışsa? Deprem herkese bu ihtimalin, oturdukları binaların kuralına uygun yapılmış olma ihtimalinden çok daha yüksek olduğunu gösterdi. Bir şekilde evinden emin olanlar bu kez işyerlerinin veya çocuklarının eğitim gördüğü okul binalarının sağlamlığından kaygı duyuyor.
Şu an milyonlarca insanın yaşadığı bu korku, “tek adamla” özdeşleşmiş hale gelen devlete olan güvensizlikleriyle yakından ilgili… Depremin yaşandığı illerde son yirmi yıl içerisinde yapılmış, milyon liraları bulan fahiş fiyatlara satılan pek çok binanın yıkılmış olması, devletin gereken kontrolleri asgari seviyede bile olsun yapmadığını ortaya koydu. Bu lüks (!) apartmanların bir bölümü, depremde hasar görüp oturulamayacak hale gelirken, daha da vahim olanı ve ortada gerçekte kontrol namına hiçbirşey yapılmadığını apaçık ortaya koyanı ise sarsıntıya hiçbir mukavemet gösteremeyerek yerle bir olanları oldu. Bu rezidansların (!) sakinlerinin çoğu maalesef hayatını kaybetti. Oysa enkaza dönen konutların etrafında yıkılmadan ayakta durmayı başarmış pek çok yüksek bina vardı. Belki bunların bir bölümü artık oturulamayacak kadar hasarlı olsa da, sakinlerine tabut olmamışlardı.
Bunlardan en manidarlarından biri Hatay’da orta-üst sınıf ailelerin (halk ifadesiyle “ekabir takımının”) ikamet ettiği bir site olan Rönesans Rezidans’tı. Aşağıdaki fotoğraftan da görebileceğiniz gibi etrafındaki binaların hala dimdik ayakta durduğu bu “rezidansta” 250 daire vardı, kendi yüzme havuzu, kafeleri ve spor merkezi olan bu sitede dairelerin bedeli 2-3 milyon lirayı buluyordu, en şiddetli depreme karşı dayanıklı “Japon teknolojisine” göre inşa edildiği iddia edilerek pazarlanmışlardı. Oysa binada on yıl oturduktan sonra duvarlarda oluşan çatlaklardan şüphelenerek geçen yıl taşınmaya karar veren Hatay Belediyespor’un eski başkanı Zekiye Barutçu Yiğitbaşı göz göre göre gelen felaketi basına şöyle anlattı: “2022 yılına kadar burada oturduk. Taşınmadan kısa süre önce koridorda çatlak gördüm. Her geçen gün o çatlak büyüdü, birkaç ay sonra bir parmak girecek kadar genişledi. Yöneticiye anlattım, ‘Ben korkuyorum’ dedim. Temelin kaydığını düşündüğümü söyledim. Alay edermişçesine güldü. Olayın üzerine gittim, günlerce uyardım. Bunun üzerine yöneticim bana sorunu hallettiğini söyledi. Nasıl çözdüğünü sorduğumda, mühendisler geldi, yapı denetimi yaptılar dedi. Teknik bazı şeyler söyledi, anlamadım. Komşulara da söyledim. Baktım herkes duyarsız, taşınmaya karar verdim.”
Sitenin müteahhidi havalimanından yurtdışına çıkmaya çalışırken yakalanıp gözaltına alındı. Sanki binaların yapımından sorumlular sadece müteahhitlermiş, binaların depreme dayanıklılığına dair onayları veren, mesela yapı denetimi yapanların hiçbir mesuliyeti yokmuş gibi bugüne kadar bu görevleri yürüten hiçbir kişinin gözaltına alınmasına gerek görülmedi. Çünkü Erdoğan rejimi, işi o noktaya vardırırsa kendi iktidarını besleyen ana kirli oluk olan emlak yolsuzluk çarkını bozabileceğinin bilincinde… İşin doğrudan kendilerine dokunacağının farkında olduklarından soruşturmaları müteahhitlerden ileri götürme niyetinde değiller.
17 Ağustos 1999 depremi sonrasında da aynı şeyler yaşanmıştı. Toplum can ve mal güvenliğinin teminatı olan bir devletin aslında varolmadığı gerçeğiyle yüzleşmişti. 2001 ekonomiz krizi buna tuz biber ekmiş ve bu sayede 2002’de belli başlı tüm partiler “sandığa gömülürken”, yeni kurulan AKP ilk girdiği seçimde tek başına iktidar olabilmişti. 17 Ağustos depreminden alınan derslerle hazırlanan 2001 deprem yönetmeliği nedeniyle insanlarda bu tarihten sonra yapılan binaların güvenli olduğu inancı vardı. TÜİK verilerine göre depremden etkilenen 10 ilde halkın yarıdan fazlası 2001 sonrasında inşa edilen konutlarda ikamet ediyordu. Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı’nın açıklamasına göre bölgede 84 binden fazla bina, depremde ya yıkıldı, ya da ağır hasarlı hale geldi. Anlaşıldı ki, aslında 2001’den beri değişen hiçbir şey olmamış. Erdoğan rejiminin “Yeni Türkiye” dediği düzen “eski Türkiye’nin” tıpkısının aynısı… Tek farkı, propagandayla parlatılmış, şimdi depremin paramparça ettiği bir ambalaja sarılmış olması…
Kritik bir seçimin ve çok muhtemel ağır bir ekonomik krizin arefesinde yaşanan deprem Erdoğan rejimini siyaseten enkaz haline getirdi. Zaman geçtikçe bu çok daha net anlaşılacaktır. Daha deprem öncesinde Türkiye’ye ilişkin ekonomik verilerin gösterdiği açık husus şuydu: Dünyadaki gidişat ve Merkez Bankasının sıfırı tüketmiş döviz rezervleri nedeniyle 2023’de kriz şiddetlenerek sürecek. İktidarın Türk Lirası’ndaki değer kaybını ve enflasyonun yükselişini durdurmak için binbir numarayla kurduğu barajın önündeki su giderek yükseliyor. Bu barajın 2023’de bir noktada patlaması, yani Türkiye’nin ödemeler dengesi krizine düşmesi ve enflasyonun iyice kontrolden çıkması zaten düşük bir olasılık değildi. Deprem bu ihtimali çok daha fazla yükseltti.
Soru şuydu: Baraj seçimden önce mi, sonra mı patlayacak? Bunun seçimden sonra gerçekleşeceğini düşünenler çoğunluktaydı. Fakat böyle krizlerin tamı tamına ne zaman yaşanacağının tahmin edebilmek mümkün değildir. Dünyada 2007-08 krizinin nasıl öngörülemediğini ele alan bir belgeselde, finans dünyasının içinden bir Batılı yetkili “Evet, yolunda gitmeyen bazı işler vardı ama biz bunları bir düzeltme (yani şişirilmiş finansal varlıkları gerçek değerlerine çeken geçici bir düşüş) yaşanacağının işaretleri olarak okuyorduk, hiçkimse bu kadar büyük çapta bir krizi beklemiyordu” ifadelerini kullanıyor. ABD ve İngiltere gibi Erdoğan Türkiyesiyle kıyaslandığında pek çok verinin şeffaf, güvenilir ve ulaşılabilir olduğu, istatistik kurumlarının bağımsız işlediği ülkelerde bile bunu tam öngörebilmek mümkün değil iken bugün Türkiye’de, hele böyle büyük bir depremden sonra, 2023’ün ilk yarısında, yani seçimden önce ekonominin kontrol altında tutulabileceğini iddia edebilmek o kadar kolay değildir.
Erdoğan depremden önce seçimi bir ay erkene alacağını açıklamıştı. Bunun nedeni olarak ise “mevsimsel” etkileri göstermişti. Bu gerekçenin hiçbir inandırıcı tarafı olmadığı ortada… Onun asıl hedefi işçi ve memurlara yapılan maaş zamlarının etkilerinin enflasyon tarafından sıfırlanmadan bir an evvel seçime gitmekti.
Deprem Erdoğan’ın oyun planını bozdu. Ekonominin giderek sarpa saracağı bir ortamda gidilecek seçimler iktidar için çok riskli olacaktır. Halihazırda yaklaşık bir milyon depremzedenin evsiz barksız kaldığı belirtiliyor. Bu kadar kişiyi kısa sürede, hele iktidarın propagandasında iddia ettiği gibi “bir sene içinde” ev sahibi yapıp ihtiyaçlarını karşılayacak parayı hazinede bırakmadılar. Toplanan yardımların boyutu, felaketin büyüklüğü karşısında küçük kalıyor.
Erdoğan, anketlerde durumu düzelmez, ekonomide işler seçim öncesinde daha da sarpa sararsa seçimleri “savaş” gerekçesiyle bir yıl ertelemenin planlarını zaten yaptığının açık işaretlerini vermişti. Mevcut şartlarda Suriye ve/veya Yunanistan’la seçime bu kadar az bir süre kalmışken ve depremzedelerin durumu ortadayken bir savaş çıkarmaya kalkmak kör göze parmak sokmak gibi olacağından sanırım AKP lideri artık o planı rafa kaldırmıştır. “Asrın felaketi” gibi sloganlarla Türkiye’nin çok özel bir felaketle karşı karşıya olduğu için seçimlerin ertelenmek zorunda kalacağı bir senaryo üzerinde çalıştığı anlaşılıyor. Muhalefetin kendisiyle işbirliği yapmaması halinde bu tür hamlelerin ters tepeceğinden hiç kuşku yoktur.
17 Ağustos’la benzerlikler çok olmakla birlikte bir noktada o günden tamamen farklı bir durum sözkonusudur. O dönemde Türkiye’de hükümetin seçimle değişme ihtimali mevcuttu, yani özgür ve adil seçimler yoluyla halkın memnuniyetsizliğini yansıtarak iktidara kapıyı gösterme imkanı vardı. Oysa bugün aynı seçeneğin varlığından bahsedebilmek zordur.
Bir halk artık başındaki iktidarı değiştirmek istiyorsa, ama bunu yapmak için önüne sandık getirilmiyorsa veya özgür ve adil bir seçim düzenlenmesine izin verilmiyorsa, o ülkelerde toplumsal değişimler büyük patlamalar halinde gerçekleşir.
The Economist dergisinin geçen ay yayınlanan Türkiye raporunda, bir AKP’li milletvekili, tabanlarının partilerine olan güvenini, akıllarını alaya alarak da olsa şöyle açıklıyordu: “Cumhurbaşkanı eline beyaz bir mendil alıp ona mavi dese, halk da ona mavi der.” Depremin vurduğu bölge Cumhur ittifakının oy oranlarının en yüksek olduğu illeri içermektedir: Maraş %75, Malatya %70, Osmaniye %68, Gaziantep %64, Adıyaman %64, Şanlıurfa %61. Hatta Hatay’da da %51 seviyesindedir. İktidarın ekonomik kriz nedeniyle zaten oy oranlarında ciddi bir düşüş yaşadığı bilinmekteydi, şimdi deprem sonrasında Erdoğan tabanının kendisine olan güveninde muhtemelen daha ciddi kırılmalarla yüzleşecektir. AKP lideri çadırlarda başlarını sokmak için bir an önce kendilerine bir konut yapılmasını ve ihtiyaçlarının karşılanmasını bekleyen veya evlerinin ilk sarsıntıda başlarına yıkılması korkusuyla yaşayan insanları elindeki mendillerle illüzyona uğratmanın hiç de kolay olmadığı gerçeğiyle yüzleşecektir.
Muazzam bir deprem felaketiyle başlayan 2023, maalesef büyük çaplı yeni krizlere de gebe gibi gözükmektedir.
- Ömer Murat, Dış Politika ve Siyaset Uzmanı, Eski Diplomat
ÖMER MURAT
18 Şubat 2023 GÖRÜŞ
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***