Yaşadığımız coğrafyadaki empatinin en önemli sorunu nefret, öfke değil. İnsanın gözünün içine bakarak söylenen yalanlar, sahtekarlıklar, hırsızlıklar, yolsuzluklar, arlanma yitimi ve insanların zombileşmesi. Vicdanın katledilmesinden ötürü bu insanlarla sadece tiksinerek ilişki kurabiliyoruz… Çünkü bizim empati göstermemize ve onlara yakın olmamıza izin vermiyorlar, çünkü aramıza konulan zulüm bizim yakın olma arzumuzu da kısıtlıyor. Zombilik ürkütüyor… Artık birbirimizden tiksiniyoruz…
Böyle olunca da en önemli sorun, onları reddederken ‘ötekine benzeme’ (çünkü onlar da reddederek, kabul etmeyerek zombileştiler), aynılaşma, kısacası zombileşme tehlikesi.
Ötekine benzeme ötekiyle aradaki farklılığın ortadan kalması demek olduğundan empatinin yok edilmesidir. Empatide sen sen olarak ben de ben olarak kalırım ama ben’in senin açından/tarafından nasıl görüldüğünü de bilirim. Senin duyarlılıklarını bilirim, bunu ben de senin tarafına geçip anladığımdan bu benim de hassasiyetim olur. Aramızdaki mesafeyi azaltır ama seninle de bütünleşmem. Senin sen kalmana itina gösteririm.
Ötekilerinde zombiliği teşhis ederken ve bu nedenle o insanlardan kaçınırken kendimiz de farkında olmadan bir yerde zombileşiyoruz. Zombilerle zombi olmadan ilişkilenmek zor. Ya da tiksinerek ilişkilenebiliyoruz. Tiksinme ise en ilkel ve negatif ilişki biçimi. Tiksinme ötekine yaklaşmayı, yakınlaşmayı engellediğinden empatinin oluşmasının da engeli…
Negatif ilişkiler ötekilerle aramıza mesafe koyar ama yaşanan yoğunluktan ötürü de çok yakınlaştırır. En nefret ettiğimiz insanla boğaz boğaza dövüşürken ona dostlarımızdan bile yakınızdır, kucak kucağayızdır, sevgiliymiş gibi. Negatif ilişkiler mesafe koyar ama kafaya taktığımız için de o kişiye yoğunlaşır ve böylece çok yaklaşırız. Duygular dönüşür sevgi nefrete, nefret sempatiye…
Tiksinme ise insanlar arasındaki mesafeyi geçilmez kılar. Bu duygunun değişimi dönüşümü bazen imkansızdır ya da en azından çok uzun zaman alır. Tiksinerek ilişkilenme bir toplumdaki en büyük sorundur bu anlamda. Bu ülkede yapılan her ankette halkın tamamına yakını savaş istemediğini söylüyor… Buna rağmen savaş var… Herkes barış sevdalısı… Yurtta ve cihanda sulh olsun’u dağlara taşlara yazıyorsunuz.
Bu anlamda Nobel Barış Ödülü bu ülkedeki her yurttaşa verilmeli diye düşünürken… En sevilen öyküler kahramanlık öyküleri. Rol model olarak önerilenler askerler, cengaverler… İHA’lar SİHA’lar, tanklarla gurur duymalar, yıllarca süren iç savaş… Birçok insan kendini safaride sanıp FETÖ’cü kovalıyor… Aysel Tuğluk’a yaşatılanlara itiraz ediyorsunuz, defalarca söylüyorsunuz, empati çağrıları anlamsız kalıyor. Bu durumda ‘insan’ ve insana dair olanlar üzerinden ilişkilenmek ve böylece birlikte insan olmak imkansızlaşıyor. Öteki, insan olma repertuarını reddedince her şeye rağmen insan kalmak yalnızca tiksintiyle olabiliyor. İnsan ilişkileri açısından geldiğimiz yer çok korkunç.
ÇOCUKLUK VE MERHAMET
Psikanalizdeki en önemli çalışma konularından biri, çocuk ve anne-baba ilişkisini uzun dönem gözlemlemektir. Bu gözlemlerde tanık olunan bir realite vardır: Bebek doğumdan itibaren bağlanma çabasına girer, dünyaya ve çevresine karşı meraklı davranır ve ilişkilenmek için aktif rol oynar.
Lloyd de Mause, Das emotionale Leben der Nationen [Ulusların duygusal yaşamı] isimli kitabında bebeklerde gözlemlenen bir fenomenden söz eder: Başka bir bebeğin ağladığını duyan ya da gören bebekler de ağlamaya başlar. Çocuklarda merhamet, acıma ve empati gelişkindir. Başka birinin ağladığını fark eden çocuğun, bir korku objesinin ağlamaya neden olduğunu sanarak aslında korkudan ağladığını, bebeğin ağlayan birine ağlayarak refakat etmesinin empatiyle bir ilişkisinin olmadığını düşünebiliriz belki. Ama çocuklar üzgün olduğunu ve acı çektiğini gördükleri anneyi teselli etmeye, ona yumuşak davranmaya özen gösterirler. Bazen oyun esnasında yetişkinler şakadan ağlama rolünü oynadıklarında çocukların yumuşak ve teselli edici davranışlarını gözlemleriz.
Anne/baba bazen kendi arzularını uygulatmak, çocuğu itaate zorlamak için ağlama rolü yapar ya da üzülüyormuş rolünü oynarlar. Çocuk merhamet göstererek, istemediği halde kendisinden bekleneni yapar. Bu durumlar çocuğun bir süre sonra anne/babayı üzmemek için önlem olarak kendisinden (kendi istek ve arzularından vazgeçmesi anne/babayı mutlu etmesi, bu kendisinin mutsuzluğu olabiliyor) vazgeçmesini sağlar. İşte burada sahtelik ve oynan rol gerçek merhametin katledilmesiyle sonuçlanır. Ve burada amaç çocuğun direncini kırmaktır ve yapılan çocuğun yararından çok yetişkinin arzusuna hizmet eder.
Anne/babaya merhamet eden çocuğa merhametsizlikle yanıt verilmiştir. İtaate zorlamada, boyun eğdirmede, çocuğu manipülede ve beynini yıkamada (mesela yetişkinler, her dini çocuğa çok küçük yaşlarda, beyinlerini yıkayarak öğretirler) merhamet katledilir biraz.
Lloyd deMaus işte böylesine merhametli çocukların “acımasızlık kültüründe” (Kultur der Grausamkeit) bu özelliklerini yitirdiklerini söyler. Acımasızlıkla tanışan çocuk kendisi de acımasızlaşarak, bu kültüre uyarak varlığını sürdürüyor. Zulüm kültürü empatiyi, merhameti yok ediyor…
Acımasızlık kültüründe çocuklar “ilk (birincil) adaletsizlik/haksızlık” olarak adlandırabileceğimiz bir şey yaşıyor.
İtaat etmek, boyun eğmek, iradenin yenilmesi çocuk için bir haksızlık. Bu ilk haksızlığı bir yandan içselleştirirken diğer yandan da bunu düzeltme isteği oluşuyor. Bu dönemde çocuk eşitsizlikler ve yetersizliklerle de tanışıyor, daha doğrusu bunu fark ediyor. Anne ve babanın yapabildiklerini yapamamak ve bunu bir eşitsizlik, yetersizlik ve haksızlık olarak kaydetmek…
Çocuk işte böylesine ağır konulardan fantezi dünyasına sığınarak, “mutlak adaleti” projekte ederek, muhteşemlik ve üstünlük fantezisine kaçarak (sonsuz narsisizm) iç dengeler kuruyor ve hayatı kendisi için çekilebilir kılıyor. Aynı zamanda kötüyü de relative ediyor ve olağanlaştırıyor. Acımasızlık kültürünü kabul ediyor, ona eklemleniyor. Üstün olduğuna, ailesinin soylu ve şerefli olduğuna, ailesinin yaptıklarının kaçınılmaz ve normal olduğuna kendisini inandırıyor. Ama bu durum, içindeki çelişkilerden ötürü çok kırılgan ve dağılmaya yatkın bir konsept. Görmezden gelinen ve bastırılan bu çelişkiler aile/grup kutsanarak sorgulanmaz hale geliyor ve kırılganlığa yatkın bu denge ayakta tutuluyor. “Ailenin iç meseleleri” ve “iç işlerimize karışmayın” söylemleri daha sonra büyük grup aidiyetlerine de aktarılıyor…
EMPATİNİN TANIMI
Die dunklen Seiten der Empathie [Empatinin Karanlık Yanları], Fritz Breithaupt’ın kitabının adı. Edebiyatçı, kültür ve biliş bilimci olan Breithaupt, üniversitede empati konusunu araştırıyor ve bu kitabı yazıyor. Türkiye’de bu kadar zulme sessiz kalınmasının nedenini ve empatinin zorluğunu belki bu çalışma bize açıklayabilir.
Adı geçen kitabında Breithaupt, empatiyi anlatabilmek için bir örnek seçiyor: Lokantadaki bir kişi yerinden kalkarken sandalyeye takılıyor, bir bardağı kırıyor ve sendelerken de elini kesiyor. Bu durum o insanı karmaşık hale getirir; çünkü bir yandan acı çekiyor, eli kanıyor, diğer yandan duyulan sesten ötürü lokantadaki diğer misafirler ve personel ona bakıyor. Birden, hiç beklenmedik bir biçimde o insan sahnedeki biri gibi tüm dikkatleri üzerine çekiyor ve bu durum onda utanç yaratıyor. Garsonların ilgilenmesi, yardımcı olması ve lokantadaki herkesin ona bakması o insanı yaşadığını sıradanlaştırmaya ve önemsizleştirmeye itiyor. Normalleşmeyi sağlamak için de “Önemli değil, acımıyor ve kan da birazdan durur” diyor. Amacı insanların dikkatinden kaçmak…
Bu tür sahneleri gördüğümüzde empati kurmak, bizim de sandalyeye takılıp bardağı kırarak elimizi kesmemiz değildir; kendimizi imajiner bir biçimde bu insanın yerine koyarak onun durumunu, hallerini ve duygularını anlamaya çaba göstermektir. Onun acı çektiğini, utandığını, bu durumdan kurtulmaya çalıştığını kurgulayabiliriz. Onunla özdeşleşerek, bazen o olarak kendimizi kaybedebiliriz. Mağdurları savunanlar, bazen fazla özdeşleşmeden ötürü kendileri olmayı bırakıp mağdurdan daha mağdur olurlar.
İşte böyle bir durumda sadece kendileri gibi düşünenlere empatiye açık olurlar. Lokantada empati kurabilen biri, kendisiyle diğeri arasındaki mesafeden ötürü ötekinin yaşadığı kaosu anlayabiliyor ve hissedebiliyordur. Bu kaos ama onun kaosu değildir. İşte bu durum empatik olana ötekine yardım etme, öngörme ve çözüm üretme şansı verir. Doktora gitmeyi önermek ve eline bir bandaj yapmayı denemek suretiyle, eli kesilen insana odaklaşan dikkati kendi üzerine de çeker, böylece dikkatin dağılmasını sağlar. Kaosu anlayan empatik kişi, kaosun geçilmesini de mümkün kılar.
Breithaupt’a benzer bir konuyu Richard Sennett (1985, Autoriät, S. Fischer Verlag) de inceler: Franz Kafka’nın babasına yazdığı mektuptaki empatiyi açıklamak için “iki katı/misli” (s. 174) kavramını kullanır: Bir yanıyla kendisinin babasıyla ilişkisinin bozuk olmasını kendi açısından açıklayan Kafka, mektubun sonunda babasının bu mektuba nasıl tepki vereceğini de yazar. Burada hem kendisi olur hem de babasının tutumunu, babasına empati göstererek anlamaya çalışır.
Empati, empati gösterdiğimiz insana hak verdiğimiz, haklı bulduğumuz anlamında gelmez. Onun tarafından ve açısından bakabilme kapasitemiz anlamına gelir sadece. Sennett ötekiyle “yarı özdeşleşme” sayesinde insanın hem ötekinin dünyasına girebildiği hem de kendisi kalabildiğine vurgu yapar. Empati göstermek ötekiyle aynılaşmak değildir yani. Kürt’e gösterilen empati sizi Kürt yapmaz, bir eşcinsele göstereceğiniz empati siz ibne yapmaz… Ötekini kendiniz olarak ve kendiniz kalarak ama onunla yakınlaşarak, onun tarafından bakarak anlama/hissetme ve böylece zenginleşme sanatıdır empati.
Devam edecek
Şahap Eraslan: 1980’de cunta öncesi Almanya’ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin’de çalışıyor.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***