YORUM | Av. NURULLAH ALBAYRAK
‘Depremle yaşamayı öğrenmeliyiz’. Bu söz, 99 depremiyle hayatımıza giren Kandilli Rasathanesi Müdürü Ahmet Mete lşıkara’ya ait. O günleri yaşayanların zihinlerine adeta kazınmıştı. Ancak bugün gördük ki 99 depreminin üzerinden 23 yıl geçmiş olmasına rağmen deprem adına öğrendiğimiz çok bir şey yokmuş. Zihnimize kazındığını zannettiğimiz gerçek ise zihnimizden çoktan silinip gitmiş.
Aslında siyasetçisinden vatandaşına, idarecisinden müteahhidine, yöneticisinden iş adamına kadar herkes şunu biliyor. Deprem, Türkiye’nin bulunduğu bölgenin jeolojik konumu itibariyle sık sık yaşamak zorunda olduğumuz bir gerçektir. Bu gerçeği kabul etmek demek ise onunla yaşamayı öğrenmek ve doğabilecek zararları en aza indirmek için tedbirler alınmasını istemenin ve beklemenin bir zorunluluk olduğudur.
Halen göçük altında yaşam belirtisi ihtimalinin konuşulduğu bir ortamda elbette mağdurlar için hep birlikte elimizden geleni yapmaya devam edeceğiz ancak var olduğunu zannettiğimiz deprem bilincinin nasıl oluşacağını ve depremle birlikte ortaya çıkan sorunları da konuşmalıyız.
Kahramanmaraş merkezli olup 10 ili etkileyen ve hepimizi derinden sarsan bu deprem yüzyılın felaketi olarak tanımlanıyor. Henüz tablo net olarak ortaya çıkmasa bile yıkılan bina sayısı, yitirilen canlar ve göçük altında olanlar düşünüldüğünde gerçekten büyük bir felaketle karşı karşıyayız.
23 yıl önce yaşadığımız Yalova merkezli 99 depremi de o günün koşullarında benzer şekilde tanımlanmıştı. Resmi raporlara göre Yalova depremi 285.211 ev ve 42.902 işyeri, resmi olmayan bilgilere göre ise 133.683 çöken bina ile yaklaşık 16 milyon insanın değişik düzeyde etkilendiği belirtilerek son yüzyılın en büyük depremi olarak nitelendirilmişti.
Yalova depremi tüm Türkiye’nin zihninden kolay kolay atılamayacak bir hadiseydi. 17 Ağustos tarihi, insanların hafızalarında duvarların kağıttan yapılmışcasına yerle bir olduğu ve kaybedilen yakınlar için akıtılan göz yaşlarıyla dolu dehşet anları olarak yer alıyor.
O günün gazetelerinin manşetlerinde yer alan “Çöktük”, “Felaket”, “Cinayet”, “Çaresizlik”, “Ulusal Yas” ‘Sanki Kıyamet’ ‘Katiller’ ‘Halk Sahipsiz’ gibi ifadeler yaşanan hadisenin dehşetini gösteriyordu. Depremle birlikte hayatımızın bir parçası haline gelen Kandilli Rasathanesi Müdürü Ahmet Mete lşıkara’nın “Depremle yaşamayı öğrenmeliyiz” sözleri de o günlerde akıllara kazınmıştı.
17 Ağustos 1999 günü sabaha karşı meydana gelen deprem, binlerce insanın ölümüne ve çok büyük ekonomik zarara yol açmakla kalmamış, ülkemizdeki afet yönetimiyle ilgili önemli gerçekleri de ortaya koymuştu. Yaşanılanlar doğal afet öncesi ve sonrasında yapılması gerekenler konusundaki eksikliklerimiz olduğunu göstermişti. Depremde hayat kurtarmak için hayati öneme haiz haberleşme ve ulaşımla ilgili sorunların çözümünde geç kalınmıştı. Merkezi yönetim ve deprem bölgesindeki yerel yönetimler arasında iletişim sağlanamamıştı. Altın saatler olarak bilinen ve depremde zarar gören insanların kurtarılması için yaşamsal önem taşıyan ilk 6 saatin değerlendirilmesinde geç kalınmıştı. Yerel yönetim kademeleri ve halkımız, deprem öncesinde ve sonrasında yapılması gerekenler konusunda bilinçsiz; yetkili birimler arasında eşgüdüm ve ekip çalışması yetersiz kalmıştı. Hasar tespit çalışmalarının yetersizliği nedeniyle sonraki 5 yıl mağdurların açtığı davalarla geçmişti.
Marmara Bölgesi’nde yaşadığımız “yüzyılın depremi” milletçe geçirdiğimiz büyük bir sınav olarak değerlendirilmiş. Depremin ardından pek çok kurum ve kişi sorgulanmaya başlanarak çok sayıda sorunun cevabı tartışmaya açılmıştı. Deprem basının yanısıra, bürokratların, politikacıların, akademisyenlerin, iş adamlarının, sivil toplum örgütlerinin ve halkın bulundukları konumu da yeniden sorgulamayı zorunlu hale getirmişti. 7.4 büyüklüğündeki bir deprem, her alanda yaşadığımız sorunların sonuçlarını son derece acı bir biçimde ortaya koymuştu.
Dönemin başbakanı Ecevit deprem bölgesine ziyareti sonunda yaptığı açıklamada, halkı çok mutlu durumda gördüğünü belirterek, “Mutlu demek belki doğru değil, fakat kendine, devletine güven içinde gördüm” yorumunu yapmıştı. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de bir depremzedenin “Kimden şikayetçi olacağız?” tepkisine “Depremden. Deprem bir kenara bırakılıp devletten davacı olmanın hiçbir yararı yok” şeklinde yanıt vermişti.
23 yıl sonra yaşanan büyük felakette değişen tek şey gazetelerin manşetleri olmadı. Siyasiler suçu başkasına atmakla kalmayıp baskı ve tehditlerle insanları susturma yolunu seçtiler.
Maalesef öğrendiğimiz ya da öğrenmek zorunda olduğumuz en önemli şey; depremin zararlarını en aza indirebilecek tedbirleri almada sorumluluğu olan kişi, kurum, ve kuruluşları sorgulayarak başarılı ve başarısız ayrımı yapmadığımız müddetçe felaketler yaşanmaya devam etmekle kalmayıp, yaşanan baskı ve tehditler de artmaya devam edecek.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***