Çok büyük bir âfet, muazzam bir yıkım, yitirilen canlar, yaşayanların dağlanan yürekleri. Tüm toplumca, depremin vurduğu komşumuz Suriye ile birlikte devâsâ bir dram yaşıyoruz. Bir süredir, ülkemizin siyâsî durumu ile ilgili olarak ve elbette yakınarak kullandığımız “enkaz” metaforunun bu denli gerçek, bu denli tahripkâr bir biçimde karşımıza dikileceğini herhâlde tasavvur etmemiştik. Fizikî tahribâtı toparlamak da zor ama, acılarımızı sarmak, yaralarımızı iyileştirmek, bilhassa ateşin düştüğü yerler için neredeyse zordan da öte. Çar nâçar, bu yük artık tüm toplumca sırtımızda. 1939’dan neredeyse 84, 1999’dan da çeyrek asra yakın bir zaman geçmesine rağmen yapamadığımızı artık behemehâl yapabilmeli, âfetlerin bir daha asla böyle yaşanmamasını sağlamalıyız. Bunun için de, âfetin önümüze koyduğu gerçeklerin farkında olmalıyız.
Bu gerçeklerden ilki, onlarca yıldır konunun bilimsel uzmanlarınca vurgulandığı üzere, ülkemizin bir deprem ülkesi olduğu. Anlamı çok net bir tesbit: Deprem, ülkemizin hemen her yöresi için kaçınılması mümkün olmayan bir gerçeklik. “Deprem olmaz” veyâ “deprem olmayacak” demek mümkün değil, aksine, “deprem olur ve olacak”. Bu gerçeğin aklî sonucu, yine onlarca yıldır söylendiği gibi, depreme hazırlıklı olacak şekilde yaşamı örgütlemek. Yâni, deprem öncesinde, deprem ânında ve deprem sonrasında, yaşamın insânî ölçülerde sürdürülebilmesi için yapılacakları harfiyen yerine getirmek. Depreme dayanıklı yapılaşma, deprem ânında ne yapılacağını bilme ve deprem sonrasında âcil müdahale, arama-kurtarma ve yardım hizmetlerini en etkili bir biçimde örgütleyerek hazır durumda olma.
Cumhuriyet’in ilk yüzyılını geride bırakmaya hazırlandığımız bu yıl, bu çok büyük, çok acı âfetle gördük ki, geride bıraktığımız onlarca yılda bunların hiçbiri yapılmamış. 1939-1999 arasında yapılmadığı gibi, 1999-2023 arasında da yapılmamış. Aksine şimdi, “neo-liberal” diye etiketlenen dönemin insanı, insânî olanı olabildiğince geriye itip, kârın âzâmîleştirilmesine endekslenmiş kapitalizme teslimiyetin yarattığı bir büyük trajediyle sınanmaktayız.
HUKUK ENKAZI
Depreme hazır olma ile ilgili olarak, mevzûatta bir eksiklik var mı? Kuşkusuz vardır ama, özellikle imarla, yapılaşma ile ilgili kanun ve yönetmelikler ile ilgili merkezî ve yerel kamu otoritelerinin uygulamaları tam bir uyum içinde olsa, herhâlde bugünkü âfetin yol açtığı yıkım, özellikle de can kayıpları ve acılar bu denli sarsıcı, bu denli iç yakıcı, parçalayıcı olmazdı. Acı ama gerçek şu ki, insanlığın fen bilimleri ile birlikte geliştirdiği bilgi ve teknoloji birikimini, hayatın daha insânî bir biçimde yaşanılabilmesi için kullanma becerisini gösterememişiz. Bunun en önemli kültürel sebeblerinden biri, bireysel yâni özel, kısmî yâni parçasal ve anlık yâni kısa erimli menfaatlerle hukuk kuralları çatıştığı zaman, hukuku değil, özel, kısmî ve anlık menfaati öne çıkaran tercihlerimiz, davranışlarımız.
Bu tarz davranış kodlarının hâkim olduğu böylesi bir kültürel iklimde, toplumsal müzakereye dayalı karar alma rasyonalitesinin değil, bireysel ve indî hükümlerle iş görmenin öne çıkması şaşırtıcı değil. Siyâsî sonuç olarak da, güçlü bir tek adam rejimiyle devletin de güçlü olabileceğinin zannedilmesi türünden bir garâbet karşımıza çıkmış durumda. Böylesi bir deprem âfetini, hattâ daha şiddetlisini yaşamış olan ama “güçlü tek adam” devleti olarak değil de demokratik hukuk devleti olma özellikleriyle öne çıkmış olan ülkelerde bu dram, bu trajedi yaşanmıyor.
Demokratik hukuk devleti olmanın çeşitli boyutlarını göz önüne aldığımızda, neden böyle olduğu da kolayca anlaşılabilir. Bir kere, kamusal kararlar kamu çıkarı doğrultusunda alınmakta, bunun gerçekleşebilmesi için de kamunun temsilcilerinin mümkün olduğu kadar aktif ve doğrudan bu kararların alınma süreçlerine katılması sağlanmaktadır. Bu, özel, bireysel ve anlık çıkarların değil, genel, toplumsal ve uzun erimli menfaatlerin gözetilmesinin ön şartıdır. Kararların bir kişi veya az sayıda, sınırlı bir özel grup tarafından değil de, toplumun tüm kesimlerinin katıldığını bir müzakere ile alınmasını en etkili bir biçimde mümkün kılan ikinci husus, kamusal kararların çok merkezli bir örgütlenme içinde belirlenmesi, yetkilerin tek merkezde yoğunlaşmamasıdır.
Ülkemizin acı gerçeği ise, tüm yetkileri hukuken ve fiilen tek kişide yoğunlaştıran aşırı merkeziyetçi bir karar alma mekanizmasına sâhip bulunmasıdır. 2017 Anayasa değişikliklerinden bu yana iyice yerleşen bu mekanizmanın, bireysel çıkarı hukuk nezdinde öne çıkaran, hukuku bireysel çıkar önünde ayak bağı gibi gören yaklaşımla birleşerek yol açtığı felâket keşke böyle ortaya çıkmamış olsaydı ama, bir musibet bir nasihatten evlâdır sözü uyarınca, depremle birlikte bu hukuk devleti enkazını kaldırmak da toplumsa sırtlandığımız ağırlığı hayli hafifletecektir.
ENKAZI KALDIRMAK İÇİN OHAL
Hükûmet, yâni Cumhurbaşkanı, bu âfetin gereği olarak, bir kararla depremin etkilediği on ili içine alacak biçimde, üç ay süreyle OHAL îlân etti. Bununla birlikte de, bir dizi kuşku da belirmiş oldu. Kuşkuların başında, yukarıda da açıklamaya çalıştığım üzere, yürütme organının OHAL ile ilgili Anayasa ve kanun hükümlerine ne ölçüde uygun davranıp davranmayacağı geliyor. İkinci kuşku ise, deprem öncesinde bizzat CB’nın ağzında 14 Mayıs’ta yapılacağı duyurulan ama resmî bir karar olarak ortaya henüz çıkmamış olan seçimlerin ertelenebileceği ile ilgili.
OHAL ile ilgili kuşku, geçmiş tecrübemizden kaynaklanıyor. Bilindiği gibi, 2016-2018 arasındaki OHAL tecrübesinde, AYM denetimine tâbi olmayan KHK’larla, aslında OHAL hukukunun izin vermediği pek çok icraat gerçekleştirildi. Yukarıda soyut olarak değindiğim, hukuk kuralları ile bireysel veyâ kısmî, bu durumda “siyâsî” çıkarların çatışması durumunda hukukun mümkün olduğu kadar savsaklanması, hattâ ihlâli, OHAL rejiminin temel niteliği hâline geldi. Yüz yıllık târihinin önemli bir bölümünde, sıkıyönetim, OHAL ve darbe dönemlerine sahne olmuş Cumhuriyet’in bu son OHAL tecrübesinde AYM, 1990’lardaki tutumunu değiştirip, OHAL KHK’larını denetleyemeyeceğine karar verince, iktidarın da neleri yapabilip neleri yapamayacağı ile ilgili herhangi bir sınırlamaya tâbi tutulması imkânsızlaştı. Bugünkü kuşku da buradan kaynaklanıyor: Acaba şimdi de böyle bir OHAL mi yaşayacağız? Yâni, OHAL îlân edilen on il dışında da etkili olabilecek şekilde bir OHAL uygulaması olacak mı? Olursa, bunu kim, nasıl önleyebilecek?
Yersiz kuşkular mı? Hiç de değil, özellikle de hukuk-çıkar çatışmasında çıkarı önceleyen bir davranış kodlamasına sâhipseniz, bir de üstüne akademik akıldâneler “OHAL bir istisnâ hâlidir”, yâni OHAL’in hukuku yoktur gibi hükümler üretmiş ve üretmeye devâm ediyorlarsa. Nitekim, hukukla ilgili doğrudan ve yeterli birgi sâhibi olmayan pek çok kişi, YÖK tarafından alınan üniversitelerde eğitim-öğretimin “online” yapılması kararını OHAL kapsamında alınmış bir karar gibi görmekte. Oysa, YÖK’ün OHAL’den bağımsız olarak, yâni OHAL îlân edilmeksizin de, böyle bir karar alma yetkisi var. YÖK Kanunu’na (7/d-2) göre, “[e]ğitim – öğretimin aksaması sonucunu doğuracak olaylar dolayısıyla öğrenime ara verilmesine veya tekrar başlatılmasına ilişkin olarak üniversitelerden gelecek önerilere göre veya doğrudan karar verip uygulatmak” YÖK’ün görevleri arasında. Kuşkusuz, bu kararın veriliş usûlü ve yerindeliği ile ilgili tartışmalar yapılacaktır. Benim de kişisel kanaatim, Türkiye çapında üniversitelerin ayrımsız “online” eğitim-öğretime geçmesinin yersiz bir karar olduğu, bundan vazgeçilmesi gerektiği yönündedir.
SEÇİMLER ERTELENEBİLİR Mİ?
YÖK’ün kararını OHAL kapsamında bir karar gibi görmek, nasıl yakın geçmişteki hukuk devletini bir enkaza dönüştüren tecrübemizen kaynaklandıysa, OHAL îlânının aynı zamanda seçimlerin ertelenmesini de amaçladığı söylenmeye başlandı. Gerçekten olabilir mi?
Anayasa’nın açık hükmüne göre, olamaz. AY’nın 78. maddesi, “savaş sebebiyle yeni seçimlerin yapılmasına imkân görülmezse, TBMM seçimlerin bir yıl geriye bırakılmasına karar verebilir” dediğine göre, TBMM, yâni milletvekili seçimlerinin ertelenebilmesi için bir savaş olmalı ve TBMM savaş sebebiyle seçimlerin yapılamayacağına yarar vermelidir. Buna göre, savaş ve TBMM kararı olmadan seçimlerin ertelenmesi mümkün değildir. OHAL, böyle bir erteleme için gerekçe oluşturmaz, oluşturamaz.
Bu açık duruma rağmen, CB’nın halk tarafından seçilmesi usûlünün benimsendiği 2007 AY değişikliğinden sonra çıkarılan CB Seçimi Kanunu ile ilgili bir AYM kararından hareketle, seçimlerin savaş dışındaki sebeblerle de ertelenebileceği ve bunun yolunun da bir CB kararı veyâ kararnâmesi ile açılabileceği ileri sürülmektedir. Buradaki “kuşku”nun dayanağı, CB Seçimi Kanunu’nun 5. maddesidir. Bu maddeye göre, “TBMM tarafından savaş sebebiyle yeni seçimlerin yapılmasına imkân görülmediğine dair karar verilmesi hâlinde, Cumhurbaşkanı seçimi bir yıl geriye bırakılır.” Görüldüğü gibi madde, AY’daki maddeye atfen, savaş sebebinden ve TBMM’nin erteleme kararı vermesinden bahsetmekte ve TBMM’nin böyle bir erteleme kararına bağlı olarak, CB seçimlerinin de erteleneceğini belirtmektedir. Bunun açık bir sebebi var: TBMM, savaş sebebiyle seçimlerin ertelenmesine karar vermişse, TBMM seçimleri ile CB seçimi aynı gün yapılmak zorunda olduğundan (AY m. 77), CB seçimi de TBMM seçimlerinin yapılacağı târihe ertelenecektir.
Buradaki kuşku, AYM’nin bu hükmün iptâli istemini reddettiği kararında kullandığı, “savaş gibi bir mücbir sebep nedeniyle seçimin yapılmasına imkân bulunmayan hallerde” tâbiridir. Bu tâbirle sanki savaş dışında başka sebeblerle de seçimlerin ertelenebileceği belirtilmiş olmaktadır. Burada önce şu noktanın altını çizmek gerekir: Anayasa ve kamu hukuku alanlarındaki hâkim görüş, seçimlerin ertelenmesiyle ilgili sebebin sâdece “savaş” olduğu, bu sebebin yorum yoluyla genişletilemeyeceği yönündedir. Ben de bu görüşe katılıyorum. Bununla birlikte, AYM’nin 2012 târihli bu kararında geçen “mücbir sebeb” kavramının savaş dışında, yine o kararda da zikredilen “deprem” gibi olaylar sonucunda, “zorunlu olarak” seçimlerin yapılmasını imkânsızlaştıran olaylar varsa, seçimlerin ertelenebileceği görüşü de ortaya atılabilir. Bu görüşün, bugün içinde bulunduğumuz âfet durumu bakımından geçerli olamayacağı açıktır. Kaldı ki, her durumda erteleme kararının TBMM tarafından alınması gerekmektedir.
Daha ileri düzeyde kuşkucu olanlar ise şöyle bir ihtimâlden söz etmektedirler: CB, hep söylediği gibi, 14 Mayıs’ta erken seçim yapma kararı alır. YSK da, bu târihte seçimlerin yapılmasının imkânsızlığına karar vererek seçimleri erteler. Bu olabilir mi? Kuşkuculara göre, çok yakın geçmişteki iki deneyim, YSK’nın kanun hükümlerinin aksine veyâ gerekçesiz kararlar üretebildiğini ortaya koyduğuna göre, şimdi de böyle bir tavır ortaya koyabilir. Kuşkuların yersiz olduğunu söyleyemiyoruz ve bu da bize, hukuk devletinin nasıl âcilen kaldırılması gereken bir enkaza dönüşmüş olduğunu tekrar hatırlatıyor.
Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara’da, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi’nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997’de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler’le birlikte “Bu Suça Ortak Olmayacağız” beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi’ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***