YORUM | M. NEDİM HAZAR
Matrix filminin beni çok etkileyen sahnesi, filmin kötülerinden yani antagonistlerinden biri olan Cypher’ın (ki Joe Pantoliano harika oynamıştı) Ajan Smith ile ihanet için yedikleri yemek sahnesidir.
Hatırlatayım.
Morpheus ve Trinity dünyayı kurtaracağına inandıkları Mesih’i aramaktadırlar. Bunun için sürekli Matrix’in içine dalıp habire kurtarıcı uyandırırlar. Ancak o güne kadar buldukları kurtarıcıların tamamı hayal kırıklığıdır. Cypher ise bunlardan sonuncusudur. Vaktiyle onu da kurtarıcı olarak görmüş, mutlu, rahat ve rüyalar içinde kuvözünden çekip almışlardır.
Cypher uyandığı dünyanın berbat halini görmüş ve rüya dahi olsa yaşadığı alemde mutlu iken uyandırılmak gücüne gitmiştir.
Bunun için ajanlarla temas kurmuş ve tekrar uyutulmak karşılığında gerçek dünyadaki özgür insanlara ihanet etmeyi planlamaktadır.
İşte tam bu esnada Ajan Smith ile bir yemekte buluşur.
Aralarında bir konuşma geçer ve Cypher şunları söyler:
“Biliyor musunuz? (Bifteğinden bir ısırık alarak) bu bifteğin var olmadığını biliyorum. Bunu ağzıma koyduğumda Matrix’in beynime bunun sulu ve lezzetli olduğunu söylediğini biliyorum. 9 yılın ardından ne fark ettim biliyor musunuz? Cehalet erdemdir!”
Bunun üzerine ajan “anlaştık” der ve Cypher devam eder:
“Hiçbir şey hatırlamak istemiyorum. Hiçbir şey. Zengin olmak istiyorum. Yani önemli biri. Bir aktör gibi. Bedenimi bir santrale götürün Matrix’e yeniden dahil edin…”
Sahneyi hatırlamak isteyen şuradan izleyebilir.
Wachowski Kardeşler aslında ‘Erdem’ değil de orijinalini söyletmiştir ama Türkçe‘ye çevirirken nedense ‘Erdem’ gibi daha nitelikli bir kelime seçilmiştir.
Aslında belki de farkında olmadan doğru bir bükülme yapmıştır çevirmenler.
Milattan önce birinci yüzyılda yaşayan köle-yazar Publilius Syrus’un söylediği “In nil sapiendo vita iucundissima est.” (Hiçbir şey bilmemekle, hayat en zevklidir.) ve Thomas Gray’in 1768 tarihli “Ode on a Distant Prospect of Eton College” isimli kitabında geçen meşhur deyim “ignorance is bliss – cehalet mutluluktur” deyimini bir adım ileri taşımış ve cahilliği erdem noktasına taşımışlardır.
Kabul etmek lazım ki, çok zalimce gibi görünse de maalesef bir hakikatin altını çiziyor bu tabir.
2002 yılının yaz aylarıydı.
Dünya kupası o sene Japonya ve Kore’de düzenleniyordu.
Ben bir süredir ABD’de yaşıyordum ve yaz tatili için geldiğim Türkiye’de gazeteye uğramıştım.
Spor servisimizin neredeyse tamamı dünya kupasını takip için oralara gitmişlerdi.
Sağ olsun spor müdürümüz şahane bir dil kullanarak beynime girdi ve bir aylığına spor servisine takılmam konusunda beni ikna etti.
Onlar zaten haberlerin hemen hepsini yapacaklardı, benim işim sadece organize olacaktı.
İşte tam o zaman futbol fanatikliği kavramını keşfedecektim.
Şöyle bir durum vardır:
Türkiye’de her gazetenin bir kimliği ve görselliği vardır.
Yani herhangi bir gazetenin birinci sayfasından kibrit kutusu kadar bir bölümü kesip aldığınızda bile o gazetenin hangisi olduğunu bilmek mümkündür.
Haber dili, tasarımı, fontu, puntosu filan farklıdır yani.
Bir tek spor sayfaları bu genellemenin istisnasıdır.
Gazetenin ideolojisi, düşüncesi, okur kitlesi ne olursa olsun Türkiye’nin spor medyası birbirinin tıpkı basım aynısıdır.
Muhabirler meslektaşlarının gazetelerini o gün şefleri hangi atlatma haber için kendilerine fırça atacak endişesiyle okurlar.
Dönelim dünya kupasına…
Türk spor medyası her gün bir yalan haber yumurtlamakla meşhurdur.
Alınan skorların okuru tatmine yetmeyeceğini düşünerek, özel haber üretmek yerine otel odasında kankalarıyla okey oynarken ya da barda geyik yaparken asparagas üretirler.
Dolayısıyla Dünya Kupası haber ve yorumları yetmiyordu futbol medyasına.
İstisnasız her gün ayrı bir futbolcuyu üç büyük kulübe transfer ediyorlardı.
Diyelim ki Luis Figo bir got attı. Ertesi sabah yüksek tirajlı bir gazetenin spor sayfasının manşeti şöyle oluyordu: “Figo Fener’e doğru!”
David Beckham’a fotoşopla sarı kırmızılı forma giydirip “Anlaşma sağlandı” yazanı mı istersiniz, Zidane görselinin altına “Siyah beyazlı kulüp neden olmasın!” türü akla karpuz kabuğu getirmek mi?..
Bir sabah spor servisinin telefonu çaldı.
Arayan bir zaman okuruydu ve dönemin meşhur futbol gazetelerinden birinin manşetini bana okudu.
Ve dedi ki, “Bu önemli haberi nasıl görmezsiniz? Siz nasıl spor servisisiniz?”
Olayın hala farkında değilmişim ki, dakikalarca anlatmaya çalıştım. Özeti şuydu:
“Kardeşim o haber yalan. Yok böyle bir şey!”
Okuyucu ne dedi biliyor musunuz?
“Olsun, yalan olsun. Ne var bunda, siz de yazsanız olmaz mı? Biz taraftar olarak mutlu oluruz!”
Telefonu kapadım…
Biliyorsunuz seçimlere artık birkaç ay kaldı.
Açıkçası ben hala yapılıp yapılmayacağı konusunda emin değilim, çünkü benim inancıma göre Erdoğan eğer kaybedeceğini anlarsa ülkeyi yakar yine seçimleri yapmaz.
Hoş buna gerek de kalmayacak gibi bir hissiyatım var. Gelecek yıl Türkiye’de 20 yeni cezaevi açılacak haberini gördüğümde kendi kendime “İşte Erdoğan’ın hayalindeki ülke” dedim. Bu hissiyatımı sosyal medyada da paylaştım.
“Ne yazık ki kazanacak!”
Şöyle bir cevap gelmekte gecikmedi: Ümitsizlik ile pollyannacılık arasına sıkışmış kalmış bahtsız bir neslin ahfadıyız.
Öyle bir çaresizliğe saplanmış debeleniyoruz ki, gerçekleri görmek yerine kendimizi kandırmak daha çok hoşumuza gidiyor ve meseleyi “Bu meselenin yalanına cübbemi verdim, gerçek olsa canımı verirdim” manevi romantizmine bile isteye kapılıyoruz.
Aksini söyleyen ise rahatsız ediyor şüphesiz.
İngiliz yazar Daniel Defoe’nin meşhur sözü şöyleydi sanırım:
“Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyorlar diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala, hem de alçaktır. Bir adamın ‘benden başka herkes aldanıyor’ demesi güç şüphesiz; ama sahiden herkes aldanıyorsa o ne yapsın?”
Unutmayalım aynı Defoe şunu da söylemiştir:
“İnsanlar hatalarını mutluyken değil ancak mutsuzken anlarlar.”
Böyleyken böyle…
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***