Bir târih sayfası daha yüzyılı geride bıraktı. 30 Ocak’ta Türkiye ile Yunanistan arasında “zorunlu nüfus mübâdelesi” öngören anlaşmanın üzerinden yüzyıl geçip gitti. Bugün düşünülmesi dahi mümkün olmayan ama, kendi dönemi içinde bile çok kolayca haklılaştırılma imkânı bulunmayan bir anlaşmadan söz ediyoruz. Bugünün hukuk ve özellikle insan hakları öğretisi içinde, insanların zorla göç ettirilmelerinin etnik temizlik, hattâ soykırım gibi insanlığa karşı suçlar kapsamında yer aldığını hatırlatmak bile gereksizdir. Bugün için böyle de, yüzyıl önce bu anlaşma hangi koşullar altında imzalandı ve uygulamaya kondu?
Anlaşma, Birinci Dünyâ Savaşı’ndan sonra, Bulgaristan ile Yunanistan arasında, 27 Kasım 1919’da Neuilly’de imzâlanmış olan “Azınlıkların Serbest Göçüne İlişkin Anlaşma” ile karşılaştırılabilir. Bu iki anlaşma arasında, çok temel bir fark, Neuilly anlaşmasında Bulganistan’la Yunanistan arasında öngörülen nüfus transferinin, her iki ülkedeki azınlık mensubu bireylerin gönüllü başvuruları üzerine gerçekleşecek olmasıdır. Türkiye ile Yunanistan arasındaki nüfus mübâdelesi ise, gönüllülük esâsına değil, taraf devletlerin kendi vatandaşlarını göçe zorlamasıyla gerçekleşmiştir. Bu, iki devlet arasında, dönemin uluslararası örgütü Milletler Cemiyeti’nin aracılığıyla ile gerçekleşmiş, bu yönüyle uluslararası hukukun da bir parçası hâline gelmiş bir anlaşma olarak târihteki yerini almıştır.
NÜFUS MÜBADELESİNİN TÂRİHÎ ANLAMI
Bu anlaşmanın Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci yüzyılını tasavvur etmeye çalıştığımız bu zaman diliminde üzerinde durmayı gerektiren çok önemli boyutları bulunmaktadır. Kuşkusuz, bugüne kadar üzerinde çok inceleme yapılmış olan Mübâdele Anlaşması’nın, Türkiye’deki Rum nüfus ile Yunanistan’daki Müslüman nüfusu kendi memleketlerinden ayrılmak zorunda bırakan ve büyük insânî trajedilere neden olduğu açıktır. Buna rağmen, böyle bir zorunlu mübadeleyi iki devletin kendi vatandaşlarına nasıl revâ gördükleri gerçekten sorgulanmaya değer bir noktadır.
Konuyla ilgili literatürde öne çıkan sebebler arasında şunlar vurgulanmaktadır: (1) Millî Mücâdele’nin sırasında, özellikle de sonlarına doğru, bir milyon civârında Rum nüfusun Anadolu’dan Yunanistan’a göç etmiş olduğu bilinmektedir. Yunanistan hükûmeti, özellikle de Birinci Dünyâ Savaşı yıllarından beri homojen bir Yunan/Rum Ortodoks nüfusa sâhip olma hedefini benimsemiş olan Venizelos bu mübadeleyi kabûl etmekte tereddüt etmemiştir. Mübâdele ile, önemli bir bölümü zâten Yunanistan’a göç etmiş olan, tamâmı Osmanlı vatandaşı olan Rumların Yunan vatandaşı yapılmaları kolaylaşmıştır. (2) Türkiye açısından da, nüfusun Müslümanlık esâsında homojenleştirilmesini sağlayacağı için, mübâdele uygun bir fırsat olarak değerlendirilmiştir. Milletler Cemiyeti’nin ve o dönem uluslararası ilişkilerdeki hâkim güç konumundaki İngiltere’nin de bu mübâdeleyi kendine göre sebeblerle teşvik ettiğini biliyoruz.
Burada üzerinde durmak istediğim husus, Türkiye’nin nüfus mübâdelesi ile ilgili tavrına kaynaklık eden ideolojik pozisyonu. Toplumsal Târih dergisinin bu ayki (Ocak 2023) sayısında konuyu ele alan Y. Doğan Çetinkaya, bu ideolojinin “Müslüman Milliyetçiliği” olarak adlandırılmasının neden uygun olacağını hayli iknâ edici bir biçimde göstermektedir. Burada bu değerli çalışmanın argümanlarını ayrıntılarıyla ele almayacağım. Sâdece, bir siyâsî ideoloji olarak “milliyetçilik” açısından baktığımızda, mübâdele öncesi-mübâdele-mübâdele sonrası süreçlerdeki devamlılık ve kırılma noktaları üzerinde bir hayli kuş bakışı bir değerlendirme yapmak niyetindeyim.
MİLLİYETÇİLİK VE TÜRK-İSLÂM MİLLİYETÇİLİĞİ
Önce milliyetçilik. Tanım vermek gerekirse, milliyetçilik, türdeş bir kültürel varlık olarak tasavvur edilen “millet” ile, monolitik bir iktidar örgütlenmesi olarak devletin birlikteliğini hedefleyen, böyle bir birliktelik mevcut değilse, bunu inşâ etmeyi amaç edinen bir siyâsî ideolojiyi anlatmaktadır.
19. yüzyılın ikinci yarısından îtibâren yoğunlaşan reformlar bağlamında, gayri-Müslim unsurların ayrılıkçı hareketleriyle yüzyüze gelen ve bir dağılma süreci yaşayan Osmanlı Devleti’nin, her türlü zayıflamaya rağmen, güçlü bir merkezî iktidar örgütlenmesine sâhip olduğunu tesbit edebiliriz. Tanzîmat ve sonrasının modernleştirip güçlendirdiği merkezî iktidar aygıtının, farklı etnik ve dinî ve inançsal gruplardan oluşan toplumla ilişkisi ise, ilk anayasa dönemine doğru ve sonrasında, bu farklılıkları birarada tutabileceği düşünülen bir Osmanlı kimliğini oluşturmaya çalışmak yönünde olmuştur.
İttihat ve Terakki’ye de adını veren, farklılıkları birarada tutmaya yönelik bu yaklaşımın ardında, çekingen bir milliyetçili ideolojinin mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Buradaki “çekingenlik”, İT politikası açısından, farklı etnik, dinî ve inançsal grupları bünyesinde barındırmaya devâm eden imparatorluk yapısını muhafaza etmek ile bu muhafaza etme işini, bir “ulus-devlet” formatı içinde gerçekleştirmek arasındaki çelişkiden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Literatürde zaman zaman “gizli Türkçülük” diye de adlandırılan bu “çekingen milliyetçilik”, bir başka açıdan baktığımızda ve biraz da paradoksal bir biçimde, II. Abdülhamid dönemine dek geriye göttürülebilir gibi görünmektedir. Dönemin önemli tâihçilerinden Selim Deringil, İktidar ve Sembolleri adlı eserinde, Abdülhamid döneminde İmparatorluğu dağılmaktan korumak için yerleştirilmeyi çalışılan Osmanlı kimliğinin, İslâmî terminolojiyle “paketlenmiş” olmakla birlikte, giderek artan bir biçimde “Türkçü” bir karakter kazandığını vurgulamaktadır.
Bu açıdan, mübâdeleden önce, Tanzîmat reformlarının oluşturduğu yeni ortamın filizlendirdiği siyâsî ideolojiler arasında beliren, hattâ 1876 Anayasası’na da nüfuz etmiş olan “Osmanlı kimliği”ne dayalı bir devlet fikri (“Osmanlıcılık”), aslında “İslâmcılık” ile “Türkçülük” karışımı bir ideolojinin habercisiydi. İT’nin iktidara geldiği ortamda, özellikle de I. Dünyâ Savaşı içinde İslâm’ın ve Çetinkaya’nın yazısında vurguladığı gibi, onunla eş anlamlı kullanılan Müslüman kimliğinin artık yeni, türdeş kültürel kimliğin kurucusu olduğu da belirginleşmişti. Balkan topraklarını yitiren Osmanlı Devleti’nin doğuya yönelişinde, İT’nin türdeş kültürel varlık olarak milleti, Osmanlı Devleti’nin klâsik târihî müktesebâtına da uygun olarak “din” (İslâm) temelinde tanımlayışı şaşırtıcı olmamalıdır. Bir diğer deyişle İT, I. Dünyâ Savaşı içinde, çekingenliğini üstünden tümüyle atarak, elde kalan ülke topraklarının en genişi olan Anadolu’yu Müslümanların ülkesi hâine getirmeye karar vermiştir. 1915 Soykırımı bu kararın en acı ve bugün de hesaplaşmayı bekleyen sonucudur.
Mübâdele, bu Müslümanlaştırma hamlesinin ikinci en büyük hamlesi olarak târihteki yerini almıştır. Böylece, küçük bir kısmı Doğu Trakya’dan, büyük bölümü ise Anadolu topraklarından oluşan yeni Türkiye Devleti’nin bir ulus-devlet olarak gereksindiği türdeş kültürel varlık, Müslüman unsur esâsına göre belirlenmiş oluyordu. Mübâdele ve Soykırım öncesinde, örneğin 1914’te, devletin istatistiklerine göre %20’nin üzerinde olan Anadolu’nun gayri Müslim haklarının oranı mübâdeleden sonra %2’lere kadar düşmüş, süreç içinde bugün bindeli oranlarla ifâde edecek duruma gelmiştir.
TÜRK-İSLAM MİLLİYETÇİLİĞİNİN AŞILAMAYAN SORUNLARI
Açıkça görülüyor ki, Türkiye nüfusu, din esâsına dayalı hızlı bir türdeşleşme süreci yaşamıştır. Bu türdeşleşmenin kurucu esâsı “Müslümanlık” veyâ “İslâm”dır. Buradan hareketle, Mübâdele Anlaşması’na, öncesi ve hemen sonrasıyla birlikte, bir “Müslüman Milliyetçiliği” evresi olarak bakabiliriz. Bu açıdan Çetinkaya’nın makalesindeki yaklaşımı bana da doğru gelmektedir. Çetinkaya’nın bu boyutu vurgularken dile getirdiği bir diğer tesbitine de katılmamak mümkün değil. Bu tesbite göre, dönemin İslâmî veyâ Müslümanlıkla ilgili politik vurguları, hâkim literatürde zannedildiği gibi, Millî Mücâdele sırasında ve hemen sonrasında müracaat edilen bir “taktik îcâbı” değildir. Bu da doğru bir tesbit ve kanımca bugün içinde bulunduğumuz otoriter rejime giden süreci ve bu rejime hakikî rengini veren boyuta da ışık tutuyor.
Müslümanlığın “çekirdek kimlik” olduğunu belirten Zürcher’e, Müslümanlığın Türk vatandaşlığı için “olmazsa olmaz” bir nitelik olduğunun altını çizen Çağaptay’a atıflarla kendi argümanını destekleyen Çetinkaya’ya göre, Kemalist dönemin radikal lâiklik anlayışına dayalı uygulamaları, “Türkiye’de halihazırda din [İslâm] temelli olarak homojenleştirilmiş olan nüfusun Türkleştirilmesi ve sekülerleştirilmesiydi.” Doğru. Belki bir ekleme yapılabilir. Mübadele Anlaşması’nın imzâlandığı, yaklaşık altı ay sonra da nihâî barış andlaşmasının imzâlanacağı Lozan’da görüşmeci olan TBMM Hey’eti, azınlıklar konusunda sâdece “dinî azınlıkları” kabûl edeceklerini, dil azınlıklarını veyâ bu anlamda etnik azınlıkları kabûl etmeyeceklerini ileri sürmekle ve bunu başarmakla hep “gurur” duymuşlardır.
Bunun anlamı, Müslümanlar arasında artık “dil farkı”na dayalı bir ayrım yapılamayacağı, bütün Müslümanların “Türkçe” üzerinden ve dolayısıyla Türklük esâsında da türdeşleştirilmelerinin sağlanacağı idi. Bir diğer deyişle, Müslüman milliyetçiliği, başından îtibâren “Türkçü” bir damarı da içeriyordu. Bu bakımdan, Kemalist tek parti dönemi ve sonrasındaki Türkleştirme politikaları, Müslümanlık esâsında elde edilmiş olan bir türdeşleşmenin üzerine kurulan yeni bir baskı rejimi anlamına geliyordu. Çok partili hayat içinde, Müslüman türdeşliğinin Türk türdeşliğine “inkılâb” ettirilmesi sürecinde, Türkleşme ve sekülerleşme hedeflerine “zarar vermeyecek” açılımlar yaşandı. Bu açılımlar, 1960’ların sonlarından îtibâren yükselen “Türk-İslâm Sentezi” olarak bilinen milliyetçilik türüdür ki ilk zirvesi 12 Eylül ve onun ürünü olan 1982 Anayasası, ikinci zirvesi de 2017 sonrasının Başkancı rejimidir.
Özetle, Mübâdele Anlaşması ile Anadolu’nun din esâsına dayalı olarak türdeşleştirilmesi yönünde ikinci büyük adımın atılmıştır. Bundan sonraki süreçte milliyetçiliğin Türkçülük evresini her türlü çekingenlikten arınmış biçimde yaşamaya başlayan Türkiye’nin, bu târihi yükün altında, hâlâ çözemediği farklılıklarla boğuşması da târihin acı bir cilvesidir. Anlaşılmış olduğunu umuyorum ki, kökleri II. Abdülhamid dönemine uzanan, Soykırım ve Mübâdele üzerinden bugünlere sarkan Türk-İslâm milliyetçiliğinin hâkimiyeti altındaki devlet paradigması, bu milliyetçiliğin hedeflediği etnik ve inançsal türdeşliği hiçbir zaman sağlayamayacaktır. Bunun en önemli kanıtı, bugün âcil çözüm bekleyen Kürt sorunu ile Alevî sorununun eriştiği kamusal görünürlüktür. Bu tarz bir milliyetçilikte ısrarın sonu tam bir totaliter rejim olacaktır.
Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara’da, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi’nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997’de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler’le birlikte “Bu Suça Ortak Olmayacağız” beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi’ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***