Astronom Carl Sagan’ın çok sevdiğim ifadesi ile “uzaydaki soluk mavi nokta” olan dünyamızın üzerinde yaşayan insanlar, çok eski çağlardan beri ufkun ötesinde hep neler olduğunu merak ettiler. Bazıları bu yolda kaşif oldu, gezgin oldu, tüccar oldu; ama ne yazık ki keşifler tarihine kan bulaştı, sömürgecilik oldu, kitlesel kırımlar, katliamlar, göçler oldu. O yılların kaşifleri 21. yüzyıla gelene dek kahraman gibi görülse de artık kamu vicdanındaki tahtları birer birer yıkılıyor, heykelleri devriliyor, isimleri kaldırılıyor. Yüzyılların bu acılı tarihi, bugünün siyasetini dahi şekillendiriyor.
Bu genel girişin öznesi, dünya haritasının tam ortasındaki Afrika kıtası; nedeni ise, bu köşede birkaç haftalık bir Güney Afrika seyahatine başlıyor olmamız.
Dünyadaki hareketliliği tek bir nedene elbette bağlayamayız. Ama Türklerin Anadolu’ya gelişleri, Osmanlı’nın büyümesi ve yayılması ve son olarak da Sultan II. Mehmed tarafından İstanbul’un fethi, İpek ve Baharat Yollarını kesmiş, daha zor, pahalı ve kontrollü hale getirmişti. Karayolu ticaretinin önüne çıkan bu bariyerler deniz yolları ile uzak diyarlara ulaşmayı teşvik etti. 15. ve 16. yüzyıl keşiflerinin en önemli nedenlerinden biri de buydu.
Burnun Doğusundaki Umut
Afrika’nın en güneyinden Asya’ya geçişin keşfi de ticaret yolları arayışının bir sonucuydu. Ancak keşiflerin keşif için yapıldığı zamanlar da vardı. MÖ. 146 senesinde yaşayan coğrafyacı ve denizci Kyzikoslu Eudoxus, Afrika’nın batı kıyılarını gezmiş; Mısır’ı ve Hindistan sahillerini gördükten sonra da kendisinden tam 1600 yıl sonra gerçekleşecek olan bu Afrika turunu hayal etmişti. Afrika’nın doğu kıyılarında bir gemi kalıntısı bulunduğunu duymuş ve bu yolla Hindistan’a ulaşmak istemişti. Amasyalı tarihçi Strabon’un aktardığına göre bu seyahat başarılı olamamış, Euxodos’tan bir daha haber alınamamıştı. Afrika’nın güneyini dönmek, gemi savuran fırtınalar ile gemi parçalayan kayalıkları geçmek demekti ki, birçok gemiye ve denizciye mezar oldu.
Tabii eskiden Hint Okyanusu’nun kapalı bir deniz olduğu düşünülürken, tüm bu anlatılar ve kaşiflerin tanıklıkları Afrika güneyinde Hint okyanusuna bir geçiş ümidinin olduğunu ortaya çıkardı. Bu buruna 12 Mart 1488 tarihinde ulaşan ilk Avrupalı, Portekizli kaşif Bartolomeu Dias oldu. Dias buraya “Fırtına Burnu” (Cabo das Tormentas) adını verdi. Fırtına Burnu’nun Ümit Burnu’na dönüşmesinin iki anlatısı var: Birincisi Hindistan ve Doğu’ya bir deniz yolunun açılmasının yarattığı büyük umutlar nedeniyle, tarihte “Mükemmel Prens” olarak tanınan Portekiz Kralı II. João tarafından “Ümit Burnu” adı konduğu yönünde. İkinci anlatı ise yine aynı krala atfen, “Fırtına Burnu” isminin kaşifler ve denizciler arasında korku yaratacağı, o nedenle “Ümit Burnu” demeyi kararlaştırdığı yönünde. Portekizli denizci Vasco de Gama ise bu umudu gerçeğe dönüştürdü ve 1497-1499 yılları arası Ümit Burnu yoluyla Hindistan’a ulaşan ilk Avrupalı oldu.
Cape Town kuruluyor
Yeri gelmişken, haftaya detaylı anlatacağım Cape Town için kısa bir fragman vereyim. Bugün Güney Afrika’nın beyaz halkının çoğunluğunu, kimi zaman sanıldığı gibi İngilizler değil, Hollandalıların ataları oluşturuyor. Yani, TRT’de Dünya Güzellik Yarışması izlediğimiz yaşlarda, Miss South Africa’nın çoğunlukla sarışın bembeyaz kadınlar olmasına şaşırarak bakma nedenimiz olan Afrikaner’ler. Kendilerini aynı zamanda çiftçi anlamına gelen Boer olarak da tanımlıyorlar. İlk kez 1652’de Hollanda’dan buraya gelip yerleştiler. Burada karşılaştıkları Khoikhoi halkını ise hiçe saydılar, aşağıladılar. Aynı yıl, dönemin neredeyse devlet kadar güçlü şirketlerinden biri olan Hollanda Doğu Hindistan Şirketi için 6 Nisan 1652’de bu bölgede bir ikmal kampı kuruldu. Bu kamp Afrika çevresinde uzun yolculuk yapan denizciler için taze yiyecek tedarik ediyor ve dolayısıyla hayati önem taşıyordu. Burası “Denizlerin Tavernası” olarak da bilinmeye başlandı. İşte burası Cape Town’dı.
Bu bölgeye Hollandalıların ardından, Fransa’daki din savaşları nedeniyle Hollanda’ya kaçmış olan Fransa Protestanları Huguenot’lar da geldi. Buradaki Fransız varlığı, İngiltere ve Fransa husumetine, daha sonraki yıllarda ise Hollanda – İngiltere husumetine neden oldu. Çok savaşlar yaşandı. Ama trajik olanı, siyah halkların kıtasında Avrupalı beyazların hüküm sürmek için aralarında kıyasıya savaşmalarıydı. Daha sonra da değineceğimiz, Apharteid dönemini anlatan Özgürlük Çığlığı adlı gerçek yaşam öyküsüne dayalı filmde dönemin Afrikaner Adalet Bakanı Jimmy Kruger, “hepimizin duvarlarında İngilizlere karşı savaşan dedelerimizin fotoğrafları var, bu ülke bizim” der; hedefinde Apartheid karşı mücadele eden ve “bu kıta bizim” diyen “Siyah Bilinç Hareketi” vardır.
Biraz da efsane
Güney Afrika’nın yakın tarihi, modern zamanları ve çatışmalarını önümüzdeki haftalara bırakıp Cape sahillerinin büyüsüyle devam edelim. Vahşi koylar, dev dalgalar, hırçın kayalıklar olur da efsaneler olmaz mı? Burada da bir Uçan Hollandalı efsanesi var. Efsaneye göre Uçan Hollandalı, hiçbir zaman limana varamayan, ancak yedi denizde sonsuza dek yelken açmaya mahkum olan efsanevi bir hayalet gemiymiş. Bu geminin hikayesi çeşitli dönemlerde seyahat yazarlarının anlatımlarıyla bugüne gelmiş. Anlatılar farlılıklar göstermekle birlikte ortak hikaye, bu geminin kötü hava koşulları nedeniyle Cape’e geldiği ve limana girmek istediği, ancak kendisine rehberlik edecek bir pilot bulamadığı ve kaybolduğu; o zamandan beri de çok kötü havalarda göründüğüdür. Bir anlatıya göre, bu gemi başka bir gemi tarafından görünür de selamlanırsa, Uçan Hollandalının mürettebatı karaya çıkabilir, ölmüş insanlara mesajlar göndermeye çalışabilirmiş. Gördüğünü iddia edenlere göre gemi hayaletimsi bir ışıkla parlıyormuş. Yine gemi mürettebatının korkunç bir suç işleyerek veba hastalığına yakalandığı, kefaretlerini ödeyene dek okyanusta kalacağı; geminin bir korsan gemisine dönüştüğü, şeytanla işbirliği yapan bir gemi kaptanın olduğu söylentileri elbette edebiyatta, sanatta, sinemada karşılığını buldu.
En yüksek fener
Birkaç örnek verirsek; örneğin İngiliz Romantik Dönem Şairi Samuel Taylor Coleridge’in Yaşlı Denizcinin Manzumesi (The Rime of the Ancient Mariner, 1797-98) adlı şiiri Uçan Hollandalı hikayesinden etkilenmiş olabilecek benzer bir hayalet gemi anlatımı içerir. Yine müzikte Richaer Wagner’in bir aşk hikayesi olan Uçan Hollandalı operası vardır. Ancak yakın döneme gelirsek Karayip Korsanları izleyicileri Uçan Hollandalı adlı gemiyi ve ahtapot sakallı Davy Jones’u iyi bilir. Kalbini bir kadın yüzünden söküp bir sandığa kilitleyen Jones’un öyküsü, Wagner’in operasındaki aşka benzemekte, filmlerdeki pek çok doğaüstü karakter ve olaylar da Coleridge’i hatırlatmaktadır.
İşte bu efsanelere, edebiyata, sanata konu olan vahşi kayalıkları görebilmek için Cape Point adlı yarımadada, bir deniz feneri var. Bu deniz fenerine çıkan finükülerin adı da Uçan Hollandalı. Turistlerin ziyaretine açık olan 1919 yapımı yeni fener deniz seviyesinde 87 metre yüksekte ve 262 metre yüksekte olan eski fenerden 2 nedenle daha alçağa yapılmış. Yüksek olan fener, doğuya doğru dönen gemiler tarafından ‘çok erken’ görülerek çok yaklaşmalarına neden olabilir. İkincisi ise, sisli koşullar genellikle daha yüksek seviyelerde hüküm sürer ve bu da eski deniz fenerini nakliye için görünmez hale getirir. Eski fener 1860-1919 yılları arası çalışmış.
Cape Riviera’sı
Bugün Cape Town’un rivierası olan bu sahiller hem dünya turizminin ve deniz sporlarının çekim merkezi, hem de lüks konutlarıyla ünlülerin yaşamayı tercih ettiği sahil beldeleri. Bu koylar Cape Town’dan itibaren nefis bir sahil yolu üzerinde birbiri ardına diziliyorlar. Örneğin Bantry Bay, şifalı otların yetiştirilmesi için oluşturulan bir botanik bahçesine sahip. Deniz kıyısında granitin doğası ve kökeniyle ilgili önemli jeolojik gözlemler yapmak üzere Charles Darwin de buraya gelmiş. Camps Bay ise Cape Town bölgesinin varlıklı bir banliyösü. Bembeyaz kumlu plajlarıyla ünlü. Film ve reklam çekimlerinin en çok aranan doğal platolarından da birisi. Atlantik Okyanusu manzaralı kayalıkların üzerine yerleştirilmiş konutlarıyla Güney Afrika’daki en pahalı gayrimenkullere ev sahipliği yapan Clifton, jet sosyetenin uğrak yeri. Dünyanın en iyileri arasına giren plajlarının tarihinde 2 büyük köpekbalığı saldırısı var. Biri 1942, diğeri 1976. Ama iz bırakmış ki hala anlatılıyor.
Tabii Apharteid döneminde, yani 1990’lara kadar bu plajların yalnızca beyazlar tarafından kullanılabildiğini de not edelim. Bölgenin ırkçılık tarihinde daha da geriye gidersek, 1794’te Mozambik’ten Brezilya’ya 400 köle taşıyan Portekizli bir köle gemisi bu sahillerde batmış ve iki yüz kişi hayatını kaybetmiş. Hayatta kalan diğer 200 kişi ise ertesi gün kasabada satılmış.
Hayvanlarla birlikte
Cape Riviera’sının şahane plajlarının sularının son derece soğuk olduğu da aşikar. Bu sularda zengin bir fauna var. Bu sahiller fokları ve penguenleri görme fırsatı da veriyor. Örneğin Hout Bay’da, fok balıklarını küçük limanda besleyebiliyorsunuz. Eğer soğuğa dayanabilirseniz Simon’s Town’da Afrika penguenleriyle aynı plajı paylaşabiliyorsunuz. Kafelerde önünüze her an bir babun çıkıp sandiviçinizi ya da kolanızı kapabilir. Ya da soluklanmak için oturduğunuz yerde “dikkat black mamba çıkabilir” işareti ile karşılaşabilirsiniz.
Ama bu hayvanların hiçbiri bu kıtada insanlar kadar tehlikeli olmadı. Anlatacağız.
Haftaya Denzilerin Tavernası: Cape Town
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***