Kitaplara sığınmak, çocukluğunda kültürel ve duygusal olarak çıkış arayan pek çok kişinin bildiği bir şeydir, geçmişte örneğine daha fazla rastlanan. Kendini ailesinden ya da memleketinden değil de kitaplardan, yani sınırsız bir evrenden oluşturan kişiler, birinin dediği gibi “kafadan doğumunu” gerçekleştiren kişiler, büyük bir çaresizlikle teselliyi eşzamanlı tecrübe etmişlerdir. Buradaki sığınma edimi, düz okumaların gösterişçiliğinden kesinlikle farklıdır ve hayatta karşımıza sık çıkıp bizi şaşırtan insanlar, onlardan, öylesine okuyanlardan çıkar. Konuştuğunuzda pek çok şeyi okuduğunu öğrenirsiniz, iyi filmleri, insan ruhunun en derin uçurumlarını sezdiren kurmacaları bildiklerini. Fakat insanın sınırlandırılamayacak varoluş halleri, başka zamanlarda başka biri olma biçimleri konusunda yaptıkları yorumlar, toplumun onlara öğrettiklerinin azcık süslü ve referanslı biçimidir. Adeta bu alıntıları yapabilmek için okuduklarını düşündürene kadar konuşurlar.
Eskiden çok şaşırırdım ve isyan halinde bağırırdım: Bu kadar çok karakter geçidini seyretmiş biri nasıl olur da hayatında iki üç prototip tanımış gibi konuşabilir diye. Şimdi hiç şaşırmıyorum, çünkü okumak, eğer sonsuz bir “harf denizine” bir anlam, bir sığınak bulmak için-kendini bırakmak biçiminde anlaşılmamışsa, yani sadece işlevsel bir yerde kalmışsa- bir değişime yol açmaz, tersine sınırlı bir dünyanın verili içeriklerini sağlamlaştıracak argümanlar repertuarı oluşturmak anlamına gelir.
Kitaplara sığınanlar gerçek yaşamda karşılığını görmedikleri davranışlarla, akıl yürütme biçimleriyle ilk defa orada karşılaşırlar; nezaketin ve kabalığın bütün hallerini, hayal kırıklıklarını, belki de hiç karşısına çıkmayacak türden insanların inceliklerini orada öğrenirler. Zaten kimsenin okumadan bu kadar çok hayat ve tutum görme, deneyimleme şansı yoktur. Özgürlükler konusunda, inançlar, özlemler hakkında bildikleriyle yaşadıkları bir yerinden denk düşmüyorsa, yaşadıkları yeri yadırgamaya başlarlar. Taşrada ya da kapalı bir çevrede yaşayıp kendini kitaplara emanet etmiş birinin yalnızlığı, kimsenin yalnızlığına benzemez, kendisi gibi düşünecek birini arar ve dünya tarihinin özgürlük ilham eden bütün metinlerini okuduğu halde, akşam eve giriş saatini denetlemelerine çaresiz gözlerle bakar. Bildiği hiçbir şeyin bir karşılığı yoktur, arkaik bir evrenden gelen sesler onu uyarır, kural koyar ve bu kurallara kayıtsız kaldığında cezalandırır.
İnsan bir yarılma yaşasa bile yolunu bulur, benzerlerini, ailesini arar ve bulur, onunla benzer düşlere sahip insanlar bir yerlerde mevcuttur ve ruhun göçebeliği bu anlamda zorunludur.
Çok güzel bir karikatür vardı, belki hatırlarsınız, evdeki anne kız, önlerinde kitaplar, kendilerine bağıran babayla “böyle buyurdu Zerdüşt” diye dalga geçiyorlardı.
Durumumuz biraz buna benziyor, insanlık tarihinin kazanımları hakkındaki bilgimizin karşısına, karikatürdeki bıyıklı baba gibi bir siyasetçi çıkıp, öpün bakayım elimi diye sesleniyor.
MİZAHI DENİZ KESTANESİ SANIYORLAR
İnsan hakları diyoruz, türlerin eşitliği diyoruz, doğaya uyumlu kentleşme diyoruz, cevap olarak karşımıza kasasına para istif etmekten başka bir bilgisi olmayan müteahhitleri çıkarıyorlar. Kadın mücadelesinin tarihi diyoruz, “evlenmeden el ele tutuşamazsınız” diye cevap veriyorlar. Bakın siyasetin bu biçimi artık zaman aşımına uğradı, katılımcı bir formül üzerinde çalışmanız gerekiyor, bu çok komik siz sadece bir aparatın geçici görevlilerisiniz diyoruz, cevap “ananı da al git” kıvamında bir sesleniş oluyor. O kadar şey okumuştuk, sivil itaatsizlik konusunda tezler yazmıştık, özgür bir dünya için çalışmıştık, bize cevap versin diye ümmi bir imamı görevlendiriyorlar.
Karşılaştırmalı Anayasa Hukuku dersi aldık diyoruz, ey devlet önce kendi yasalarına uy diyoruz, hakkımızda dava açıyorlar. Ömrümüz, bu böyle değil demekle geçiyor, ömrümüz, sadece ama sadece birileri zengin olsun diye, her şeyin askıya alınabildiği bir ülkede geçiyor. Pardon ne geçmesi, bildiğiniz çürüyor.
Birileri ya hiçbir özelliği olmayan, insanlar bir arada yaşayabilsin diye kurulmuş bir organizasyonun görevlileri, aşkın’ın manasını bilmeden aşkınlık taslıyor, bırakın yasal çerçeveyi, insani bütün değerler sistemini parçalıyor ve bizim bütün öğrendiklerimizi unutmamızı istiyorlar. Aya çıkılmamış, devrimler olmamış, parlamenter sistem kurulmamış, temel hak ve özgürlükler, çalışma saatleri kazanılmamış, hiçbiri hiçbiri olmamış gibi kendi istedikleri gibi yaşamamızı buyuruyorlar. Hep birlikte çakıldık diye bağırıyoruz, efendiler, “yerçekimi yok” diyorlar.
Sadece bir kötülüğün, bilgisizliğin değil, akıl dışılığın içinde yuvarlanıyoruz, absürdün bir karşıtı kalmadığı için mizah dergileri kapanıyor. Zaten şakadan anlamak yasak, mizahı deniz kestanesi, sanatı bir yosun çeşiti sanıyorlar.
Sizin bulunduğunuz yerde de yerçekimi var! Ben söyleyeyim de.
Süreyya Karacabey: Adana’da doğdu. 1992’de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK’sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht’ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***