YORUM | M. NEDİM HAZAR
“Böyle Bir Hayat”, Bahriye Çeri’nin Güzin Dino’yu 2003-2011 yılları arasında evinde ziyaret ederek konuşmalarını kaydetmesiyle ortaya çıkan bir hayat hikâyesi kitabın ismidir.
Güzin Dino çok renkli bir kişilik; ailesi, çocukluğu, eğitim hayatı, dostlukları ve Abidin Dino ile yarım asırlık beraberliği ile adeta bir kültür atlası.
Ancak bugünkü yazımızın konusu Dino ailesi olmadığı gibi mutluluğun resmi filan da değil. Açıkçası bu nehir söyleşiden iki yıl sonra kaybettiğimiz Güzin Hanım ile ilgili putlaştırmadan, şeytanlaştırmadan bir şeyler yazmak da isterim. Bilmem imkan bulabilir miyim?
Güzin hanımın hatıratında adeta cumhuriyet döneminin kültürel zenginliği var. Ve elbette bazen yolu Fransa’da çakışan Ahmet Hamdi Tanpınar da…
Bayan Dino, hatıratında 27 Mayıs 1960 tarihinde Paris’te bulunan Tanpınar’ın heyecanla çok güzel bir şiir yazdığını, kendisine okuduğunu, fakat metni bırakmadan cebine koyup gittiğini anlattıktan sonra, şiiri neşretmeyişiyle ilgili olarak da Tanpınar’ı korkaklıkla “kapı kulu” olmakla itham ediyor.
Epey bir dostluğu, hatta teşrik-i mesaisi olan büyük bir yazar ve edibi bu kadar rahat suçlamak hem onu tanıyamamak, hem de ideolojinin keskin ucunun insanların hatırasını bile nasıl kanattığının çarpıcı bir göstergesidir bence.
Evet, Güzin Dino, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı tam olarak tanıyamamış, sanat üretimini nasıl yaptığını, nasıl kılı kırk yaran bir hassasiyete sahip olduğundan haberdar değil gibi.
Tanpınar, özellikle şiirlerini öyle kolay kolay yayınlamazdı merhum. Bazı eserlerinin yayınlanması 50 yılı bile buluyordu hatta.
Güzin Dino, 1940’lı yıllarda şarka sürgün gönderilmiş, Abidin Dino ile evlendikten sonra Menderes döneminden hiç hazzetmemiş ve Paris’e yerleşmişti. Bu sebeple 27 Mayıs İhtilali’nin gönülden destekçisiydi. Ve belki de bu sebeple Tanpınar’ın yazdığı şiiri neşretmemesine içerlemiş ve 60 yıl hiç unutmamıştı!
Gelelim büyük usta Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sanat üretimine…
Fransız-Bulgar filozof ve tarihçi Tzvetan Todorov “Poetika, edebiyata dair hem ‘soyut’ hem de ‘içsel’ bir yaklaşımdır.” der.
Dolayısıyla öncelikle Tanpınar’ın poetikasına bakmamız gerekiyor. Ancak, daha öncesinde Poetika hakkında minik bir malumat:
Yunancadan Batı dillerine oradan da Türkçeye geçen poetika kelimesi, manası itibarıyla “yaratmak” anlamını taşır. Kavram ilk ortaya çıktığı dönemde bütün güzel sanatları ihtiva eden bir anlama sahip olsa da bugün itibarıyla şiir sanatı için kullanılan bir terimdir.
Bu perspektifle bir okuma yaptığımızda Tanpınar’ın, poetikasını üç temel unsur üzerine inşa ettiğini hemen görürüz: Rüya, zaman ve musikî.
Öte yandan felsefî/felsefî arka plan, duygu ve buna bağlı olarak sembollerin değişimi, tezatlar ve trajik unsurlar; rüyalardan sonsuzluk âlemine, şuuraltından şuura, iç âlemden dış âleme gidiş; aşk ve ölümün içiçeliği gibi alt kavramlar da vardır.
Öte yandan Tanpınar şiirleri iki ana kaynaktan beslendiği de bilinir. Bunların ilki Türk dilinin imkanları iken diğeri ise Batı edebiyatı ve daha çok Fransız şiiridir. Tanpınar, Türk edebiyatı içerisinde Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’in, Fransız edebiyatında ise Stéphane Mallarmé, Charles Baudelaire, Gérard de Nerval, Paul Verlaine ve Paul Valéry’nin etkisinde kalmıştır.
Kendisi bunu ifade etmekten de imtina etmez aslında:
“Bende asıl büyük tesir Fransız şiirinden ve bu tesirin Baudelaire-Mallarme-Valery kolundan gelir… Baudelaire’in ve Stephane Mallerme’nin büyüklükleri burada, sanatı alelade bir iş yahut hülya olarak değil, müsbet ve şuurlu bir şey olarak kabul etmelerindedir.”
“Bende asıl büyük tesir Fransız şiirinden ve bu tesirin Baudelaire-Mallarme-Valery kolundan gelir. Fakat bu çizgi de tam değildir. Gerard de Nerval diye çok mühim bir Fransız şairinin (. . .) payını da ayırmak lazım (Antalyalı Genç Kıza Mektup)
Bu kadar da değildir. Hemen örnekleyelim:
“Louvre’da bazı büyük psikolojik vaziyetler gibi yıkılış ve çöküş fikrinin tam ifadesi ancak “Ben” ile kabil. Rembrandt’ın ihtiyarlık devrinde yaptığı (1660) kendi portresinde bu çok iyi görülüyor ( ) Baudelaire’e gelince, şiirlerini o kadar keskin ve azaplı yapan nefis hesaplamalarını Rembrandt’ın bakışlarında muhakkak tanırdı. Çünkü bu tablonun korkusunda ihtiyarlıktan başka bir şey, kendisini suçlandırma var. Korku ve kendini suçlandırma.” (Paris Tesadüfleri, 3)
“Şiirde musiki aşkı, onunla (musikiyle) rekabet arzu ve ihtirası Baudelaire ile başlar.” (Edebiyat Üzerine Makaleler).”
“Baudelaire’in ve Stephane Mallerme’nin büyüklükleri burada, sanatı alelade bir iş yahut hülya olarak değil, müsbet ve şuurlu bir şey olarak kabul etmelerindedir ( .. .) Valery’ye göre, Baudelaire’in en büyük şerefi, Mallarme, Verlaine, Rimbaud gibi büyük şairleri yetiştirmesindedir ( … ) Verlaine ve Rimbaud, Baudelaire’i his ve ihsas sahasında devam ettirirlerken, Mallarme, onu, şiirin mükemmeliyet ve safiyet sahasına kadar ilerletmiştir.” (Edebiyat Üzerine Makaleler)”
Bu kadar örnek yeter sanırım…
Alman piyanist ve orkestra şefi Johannes Brahms ve 19. yüzyılın ikinci yarısının en önemli Romantik dönem bestecilerindendir.
Bu büyük sanatçının ilk senfonisini (Do Minör 1 nolu senfoni) bestelemesi tam 14 yıl sürmüştü. 1872’de orkestra şefi Herman Levi’ye eserini yolladığı mektubunda şöyle diyecekti:
“Asla bir senfoni yazmayacağım! Her zaman böyle bir devin arkanda yürüdüğünü duymanın nasıl bir şey olduğu hakkında hiçbir fikrin olamaz!”
Beethoven’dan bahsediyordu Brahms. Bethooven’dan esinlenmiş, şeklindeki eleştirildiği ilk senfonik konserinden sonra ise seyircilere şunu söyleyecekti:
“Aranızda onun ayak seslerini duyarken, bu işi yapmak kolay değil!”
Merak edenler Beethoven-Brahms etkileşimini şuradan izleyebilirler.
Elbette durmadı, duramazdı da…
Nitekim bir sonraki eseri olan “Piano Concerto No. 1 in D minör” tam bir başyapıttı.
Etkileşim, esinleme farklı şeylerdir, intihal farklı.
Hele hele tarihin en büyük edebi karakterine “intihalci” yaftası yapıştırmak etek dışı olduğu kadar ahlaki bir sorundur da..
Murat Bardakçı türü, ekran malumatfuruşlarını tarihçi olarak kıymet görmesi günümüzde normal sayılabilir.
Ancak, duyduğu ilk şeyi tek gerçek gibi algılayıp bunun üzerine hüküm inşa etmesi hiç ahlaki değildir.
Bunları şu sebeple yazıyorum. Sosyal medyada dolaşırken, tesadüfen bir paylaşıma denk geldim.
Biliyorsunuz, dijital çağ, “tık” uğruna her şeyi yaptırabiliyor insana. Pek çok değerin gözümün önünde başka bir şeye dönüştüğüne şahit oldum maalesef.
İnternette denk geldiği, doğruluğu şüpheli bir malumatı takipçilerinin üzerine boca ederek takipçi kovalamanın şehvetini anlayabiliyorum bir nebze. Ancak bunu, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi bir değer üzerinden yapmak, en azından Türk Edebiyatı’na büyük haksızlık olarak göründü bana.
Üstelik paylaşımı yapan arkadaş kendisine referans olarak Habertürk gazetesi ve Bardakçı’yı gösteriyordu.
Bu soluklanmadan sonra devam edelim biz.
Fransız şair, eleştirmen ve denemeci Charles Baudelaire 19. Yüzyılın en önemli isimlerinden biridir.
Dünyadaki pek çok edibi ve yazarı etkilemiştir.
Gelin görün ki, kendisi de Edgar Allen Poe’dan inanılmaz derecede etkilenmiştir.
Henüz 22 yaşında tanıştığı Poe’nun karanlık dünyası genç Baudelaire’i derinden etkiledi ve ustanın meşhur hikayelerinden önce birkaç tanesini çevirip yayınladı, ardından tüm hikayelerini çevirdi.
Hatta edebiyat tarihçileri Allan Poe’nun tek romanı Aventures d’Arthur Gordon Pym’nin en iyi çevirisinin Baudelaire’e ait olduğunu söylerler.
İsterseniz Poe-Baudelaire ilişkisine biraz yakın plan bakalım.
Baudelaire, Poe’nun “Kara Kedi”sini ilk okuduğunda, bu satırların sahibini ziyadesiyle merak etmişti. Baudelaire, adeta kendi beyninin yıllar önce okumuş olan bu dahi adamın kim olduğu hakkında fazla bilgi için can atmaya başladı ve eline geçirdiği her Poe eserini bir çırpıda okudu. Okudukça ve keşfettikçe, zannettiğinden de fazla benzediklerini hayret görmüştü.
Baudelaire, 1852’den 1865’e kadar Edgar Allan Poe’nun eserlerinin kapsamlı çevirilerini yayınladı. Bu çeviriler, bir şair ve yazar olarak Poe’ya duyduğu yakınlığı yansıtıyordu. Baudelaire, Poe’nun metninin vizyoner kalitesine hayran kaldı ve onunla pek çok düzeyde bağlantı kurdu.
Her ikisi de yoksulluk içinde yaşamış, bağımlılıklardan ve depresyondan muzdariptiler. Her ikisi de zamanlarının edebiyat otoriteleri tarafından yeterince takdir edilmemişti. Her ikisi de yazılarında mistisizmi, fantastik, ürkütücü ve grotesk olanı benimsemişti. Son olarak, her ikisi de estetik ve edebi uğraşlarında felsefi soruların cevaplarını arıyorlardı.
Baudelaire’in çevirileri ve eleştiri notlarının, sürekli maddi sıkıntı yaşayan şaire bir nevi gelir sağladığını da belirtmekte fayda var.
Dört şiir dışında, Baudelaire’in çevirileri Poe’nun kısa kurgularına odaklanıyordu.
Baudelaire, Poe’nun ilk çevirisi olarak Wiley & Putnam’ın 1845 baskısında yayınlanan “Mesmeric Revelation” öyküsünü seçmişti.
1848’de İkinci Cumhuriyet döneminde yayınlanan felsefi ve edebi bir dergi olan La Liberté de Penser’de yayınlandı.
Baudelaire’in çevirileri yayınlamasına üç yıllık bir ara verildi ve bu süre boyunca Poe’nun kurgu, şiir ve felsefesini okumaya ve incelemeye adadı.
1848 ile 1855 arasında Baudelaire, Le Pays gibi gazetelerde Poe’nun bazı çevirilerini yayınladı. Eksiksiz eserlerin çevirileri 1856’da Histoires Extraordinaires’in yayımlanmasıyla birlikte çıkmaya başladı, ardından Nouvelles histoires extraordinaires 1857’de, Aventures d’Arthur Gordon Pym 1858’de, Eureka 1863’te ve Histoires grotesques et sérieuses 1865’te yayınlandı.
Baudelaire’in çevirileri, birçok metnin haklarını satın alan Michel Lévy tarafından yayınlandı. Çevirileri, yorumları ve eleştirileri aracılığıyla Baudelaire, Poe’nun Avrupa’da genel olarak olumlu karşılanmasına ve Avrupalı sembolist ve sürrealist şairlerin Poe’ya büyük saygı duymasına katkıda bulunuyordu. Bugün Avrupalı okurlarda bir Allan Poe bilinci varsa, bunu büyük oranda Baudelaire’e borçluyuz. (Bu ilişkinin dökümünü şuradan inceleyebilirsiniz)
Daha ayrıntılı malumatı ise; Baudelaire’in Poe esinlemelerinin detaylı incelemesi için Dorothy J. Samuel’in Aralık 1959’da (Cilt 3-sayı 2) CLA Journals’te yayınladığı “Poe and Baudelaıre: parallels in form and symbol – Poe ve Baudelaıre: biçim ve semboldeki paralellikler” çalışmasında bulabilirsiniz. (24 dolarınıza kıymanız gerekiyor)
Dahası, Baudelaire Fransız gazetesi La Démocratie Pacifique’te “Kardeşim!” başlıklı yazısında şöyle yazacaktı: “İlk kez gördüğüm kitaplarından birini hayretle ve zevkle açtım. Hayalini kurduğum bazı konular, benim zannedip, sahip olduğum cümleler düşünülmüş, yirmi yıl önce onun tarafından yazılmıştı.”
Baudelaire’in eserlerinde Poe’nun etkisinin sayısız örneği vardır. Eserlerinde ölüm ve fanilik temaları, üslup teknikleri, eleştirileri, çağdaş toplum ve edebiyat teorileri, hatta konuları örtüşür ve benzer edebi teorileri, çeşitli biçimlerde farklı şekillerde ortaya çıkar. Aslında işin ehli bilir ki, tekil örnekler tek başlarına önemli olmayabilir. Önemli olan şey, Amerikalı yazarın Baudelaire’in hayatında oynadığı rol tahmin edilenden çok daha fazladır.
Bu konuda detayla bir araştırmayı okumak isteyenler Margaret Kelley’nin 2012 yılında yazdığı, “Poe ve Baudelaire: Karşılıklı mirasın inşa edilmesi” başlıklı çalışmasına başvurabilirler.
Elbette büyük usta Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sanatını şekillendiren bir tek Baudelair değildi.
Charles Baudelaire’nin ve Bergson’un zaman görüşünden, Nerval’in rüyaya yaklaşımından, Valéry’nin rüya-bilinç ilişkisinden, Paul Verlaine ile Stephane Mallarme’nin şiirdeki şekil ve üslup anlayışından etkilenir. Tıpkı Ahmet Haşim gibi sembollere önem veren bu şairler, Yahya Kemal’in üslubunu da aratmazlar. Tek ayrım, yerel/millî kültür olarak farklı konumda olmalarıdır. Aslında şiirlerin içeriğine ve onun işleniş tarzına bakıldığında, millî olup olmaması da pek önem taşımaz.
Çünkü muhteva, daha çok evrensel sembollerle ifade edilen bireye dönük temlerden meydana gelir. Tanpınar’ın, rüyayı merkeze koyması, zamanın bütünlüğüne inanması, var olanla olmayanı ayırt etmeye çalışması imajlarla ifade edilebilecek bir şiir anlayışını ortaya çıkartır.
Karakter olarak şahsî yönü ağır basan şairin sanat anlayışının da ferdiyetçilikten uzak duracağı pek ihtimal dâhilinde değildir.
Edebiyatımızda Baudelaire etkisi…
Evet, böyle bir etkiden söz etmek kesinlikle mümkündür. Ama bunu “intihalcilik” olarak nitelemek cehaletten kaynaklanmıyorsa, art niyetliliktir.
Biraz önce bahsini ettiğim sosyal medya paylaşımına da kaynaklık eden tarihçi (!) Murat Bardakçı’nın 2013’te kaleme aldığı “Tanpınar modası” başlıklı yazı, bir bilginin doğruluğunu, aslı faslının öğrenilmeden genel bir kanaat oluşturulmasında nasıl kullanılabileceğinin insafsız örneğidir.
Bardakçı şöyle yazar:
“(Tanpınar’ın) Çok daha başka bir özelliği daha vardır: Yazdığı her şey maalesef özgün, yani kendisine ait değildir! Çok bilinen ve sevilen bazı mısraları Fransız şiirinden tercümedir, kullandığı bazı kavramları yine Fransız şiirinden aynen almış, bazılarını da mükemmel şekilde bize uyarlamıştır.
Meselâ, çok bilinen “Bu azap da hilkatten beri bizimle ve bizde / Geçinir, kurt nasıl ölüyle, tırtıl neş’eyle / Beslenirse biz de öyle besleriz onu” mısralarını, Fransız Edebiyatı’nın büyük ismi Baudelaire’in “Onarılması mümkün olmayan” diye çevirebileceğimiz “L’irréparable”ından neredeyse aynen almıştır. Üstelik Tanpınar’ın bazı şiirlerini ölümünden sonra yayınlayan ve edebiyat profesörü olan ona hayran talebeleri Baudelaire’e ait asıl metinde geçen “tırtılın meşe ile beslenmesi” ifadesini “neş’e ile beslenmek” şekline getirmiş, meşe ağacından tabutu yiyen tırtılı bir neş’e oburu haline getirmişlerdir.”
Şüphesiz kitabın orijinalinden okumak yerine, bir yerlerden yarım yamalak duymuşlukla kaleme alındığı belli olan bu satırlardan sonra Bardakçı akla ziyan şu cümleyi edebilmiştir: “Son senelerde, Tanpınar’ın “Türk Edebiyatı’nın Proust’u olduğu” gibisinden benzetmeler yapılıyor ama Marcel Proust ile Ahmet Hamdi Tanpınar arasında nasıl bir benzerlik kurulduğunu, melânkolinin her çeşidini Proust’a bağlama hevesinin mantığını bir türlü anlamış değilim…”
“Anlamış değilim…”
Zaten “Proust’a” şeklinde yazan birinin mevzuyu anlamış olması mümkün değildir. Ayrıca anlamadığı bir konuda yazı yazmak sanırım biz Türklerin yarı münevverlerine ait bir özellik!
Bardakçı başta olmak üzere, bu bilgiyi sağa sola boca edenlerin, meseleyi orijinalinden, yani Tanpınar’ın şiir kitabından okumadıklarına eminim.
Eminim, çünkü Tanpınar’ın şiirleri kitaptan okunsa, üç ayrı önsözde meseleyi anlata anlata dilinde tüy biten Prof. Dr. İnci Enginün’ün ikazlarını da okumaları gerekir.
Tanpınar, “Hırsız, intihalci” diye dudak büken malumatfuruşlara kötü bir haberim var, Tanpınar’ın böyle bir şiiri yoktur.
Daha doğrusu mesele şudur:
Tanpınar’ın vefatından sonra bütün çalışmaları değerli hoca Prof. Mehmet Kaplan’ın eline geçti.
Yazının başında belirttiğim gibi, Tanpınar sayılamayacak kadar çok eskiz ile çalışırdı. Yüzlerce yarım kalmış şiiri ve tercümesi vardı.
İşte bir tanesini rahmetli Güzin Dino hanımefendi söylüyor. Diyor ki, “27 Mayıs 1960’ta bir şiir yazdı ama hiç yayınlamadı, çünkü korkaktı!”
Tanpınar’ın vefatıyla not defterlerini inceleyen Mehmet Kaplan, muhtemelen notların arasında bulunan bu Baudelaire çevirisini Tanpınar’ın zannetti ve şiir kitabının sonraki baskılarına ekledi.
Nitekim İnci (Enginün) hoca bu konuyu defaatle izah etti:
“Tanpınar’ın şiir müsveddelerini kaydettiği çok sayıda defter bulunmaktadır. Önce Orhan Okay ve Sema Uğurcan kendilerinde bulunan defterleri göstermişlerdi. Bu defterlere dayanarak Tanpınar’ın şiir çalışmasını göstermek amacıyla iki yazı da yazmıştım. Daha sonra Zeynep Kenan, Mehmet Kaplan’ın belgeleri arasında şiir çalışmalarının müsveddesi olan defterleri buldu. Mehmet Kaplan Tanpınar’ın Şiir Dünyası’nı yazdığı sırada bu defterleri görmüştür. Tıpkı Tanpınar’ın günlükleri gibi şiir müsveddelerini de Kenan Tanpınar’ın Mehmet Kaplan’a emanet ettiği anlaşılmakta.
Bu defterlerden hemen yararlanmak kolay değildir. Üzerinde çalıştığı şiirleri tekrar tekrar yazmış, bazen mısraların, bazen kelimelerin yerlerini değiştirmiş, son şeklini bulana kadar tatmin olmamıştır.”
İşin aslı şudur:
Ahmet Hamdi Tanpınar şiir kitabının ilk baskısının editörlüğünü sağlığında kendi yapıyor ve birinci baskı 1961’de yayınlanıyor. İkinci baskıyı ise yayına, Tanpınar’ın eski öğrencisi, zamanın edebiyat profesörü Mehmet Kaplan hazırlıyor, şairin yayınlanmış şiirlerine, dosyasında bulduğu yayınlanmamış dizeleri de ekliyor ve böylece Baudelaire’in üç dizesi “Yayınlanmamış Şiirler, Bitmemiş Şiirler ve Mısralar” bölümünde Tanpınar’ın şiirleri içine giriyor.
Dahası, sonraki baskıları hazırlayanlar da edebiyat profesörleri, öğretim görevlileri ve Prof. Mehmet Kaplan’ın öğrencileri. Hocaları Mehmet Kaplan’a pek güvendikleri için hiçbir araştırma, hiçbir yeni çalışma yapmadan taslağı ya da notu aynı düzenle okura sunuyorlar…
İnci Enginün’ün önsözdeki şu satırları doğrudur ama bu olayın muhatabı değildir: “Edebiyatta intihal konusu bu kadar kestirmeden, öyle listeler yaparak açıklanacak bir şey değil. Tanpınar’ın bir iki dizesiyle Baudelaire’in dizelerini yan yana getirerek “çalıntı” demek doğru değil. Şairlerin ayrı mekân ve zamanlarda aynı ifadeleri kullanabilmeleri de mümkündür. İki şair aynı kaynaktan beslenip aynı izlenimi de aktarabilirler. İster istemez bir etkileşim oluşuyor. Yeryüzünde, kendisiyle başlayan saf bir yazar yoktur. Yazarlar okuduklarıyla birikir ve onu dönüştürerek bir eser ortaya koyarlar. Edebiyatta kimse yoktan bir şey var etmiş değildir, sadece yeni bir üslupla söyleyebilir. Kesişmelerin olması kaçınılmazdır.”
Şu söylense elbette hak veririz:
Ahmet Hamdi Tanpınar‘da görülen Baudelaire etkisi, şairin bitmemiş ve hiç kitaplarına girmemiş cümlelerinden ibaret olsa da düşünce ve şairlik dünyasından etkilendiği muhakkaktır.
Yazı çok uzadı yoksa, oturup Türk edebiyatında Baudelaire etkisi başlıklı bir bölümü örnekleriyle yazmak isterdim doğrusu.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***