Tarihin kaydettiği en trajikomik darbe teşebbüsü Roma İmparatorluğu’nun Anadolu’daki valisinin hizmetçisinin gördüğü bir rüyayla başladı. Hadiseyi sayesinde öğrendiğimiz Dio Cassius’un kendisi de senatör olduğu için her şeye bizzat şahitlik etmişti. Aynen bugün Batı’ya göç eden “gurbetçiler” gibi memleketi olan İznik’i ve yemeklerini hiç unutamayan, görevi dolayısıyla yerleştiği Roma’da kendisini her zaman bir misafir gibi hisseden Dio aynı zamanda çok iyi bir vakanüvisdir, döneme ilişkin pek çok bilgiyi yazdığı tarih kitabına borçluyuz.
Dio “duyduğunuzda kulaklarınıza inanamayacağınız bir olay” dedikten sonra, Anadolu Valisi Apronianus’un imparatora karşı darbe teşebbüsü hazırlıklarında bulunduğuna dair suçlamaya ilişkin ayrıntıları şöyle anlatır: Valinin hizmetçisi rüyasında efendisinin imparator olduğunu görmüş, bunu duyan vali, dedikodulara göre, rüyanın gerçekleşmesi için büyü yaptırmıştır. Tabiatıyla söylentilerin imparatorun kulağı delik görevlileri tarafından duyulması uzun sürmemiştir. Darbe teşebbüsü tamamıyla bundan ibarettir ama paranoyak bir otokratik idarenin hemen olağanüstü bir soruşturma açarak, kritik şahiti Roma’ya getirtip işkenceyle ifadesini alması için yetmiştir. Hala Anadolu’da meşum akıbetini gözleyen valiye kendisini savunma hakkı verilmemiştir. Mahkeme valinin yokluğunda Senato’da icra edilir ve görevliler darbe teşebbüsüne dair şahitten işkenceyle aldıkları ifadeleri delil olarak senatörlere sunarlar. Fakat neticede vali darbeyi tek başına nasıl gerçekleştirecekti? Roma tarihinde darbe teşebbüslerinde mutlaka senatörler de rol alırdı. Nitekim şahit işkence altında komploya karışan bir senatörü hatırlamakta zorlanmamıştı.
Buna göre hizmetçi rüyasını efendisine anlatırken buna “kel kafalı” bir senatör de şahit olmuştu. Sözkonusu senatöre yöneltilen bütün suçlama bundan ibaretti: Rüyanın anlatıldığına şahit olmuş, ama bunu kimseye söylemeyerek kendisine saklamak suretiyle işbirlikçi olduğuna dair şüpheyi üzerine çekmişti. Ortada bir suç olup olmadığı bile belli olmamakla birlikte şahidin “kel kafalı senatör” sözü Senato kubbesinde yankılandığında ortam buz kesilir. Anadolu valisiyle hiçbir ilişkisi bulunmamakla birlikte kel olan, hatta alnı biraz açık senatörler bile korkuya düşer. O sırada kırk yaşlarında ve hiç saçı dökülmemiş olan Dio “Gülünç olsa da verdiğim tepkiyi saklamayacağım” dedikten sonra ekler: “O kadar endişelenmiştim ki, kafamda saç var mı diye gayrı ihtiyari elimle yokladım.” Modern bir tarihçi Dio’nun bu tepkisi için şu tespiti yapmaktadır: “Dio’nun hareketi, otokrasi altında yaşama paranoyasının, insanların kendi bedenlerinin gerçekliğiyle olan ayrıcalıklı bağlarını bile nasıl kaybettirebildiğini gösteriyor.”
Dio Cassius bu refleksel tepkiyi veren tek kişi de değildir, senatörlerin çoğu aynısını yaptıktan hemen sonra kendilerini toparlayıp etraftaki “kel kafalılara” bakışlarını çevirerek, hatta “Şu ya da şu kişi olabilir” diye mırıldanarak şüpheleri kendilerinden uzaklaştırmaya çalışırlar. Senatörler endişeyle bir günah keçisi ararken Senato’ya getirilen şahit, daha önce gördüğünü söylediği senatörü ne hikmetse bir türlü bulamaz, Dio’nun ifadesiyle ancak “birinin belli belirsiz baş işaretiyle” göstermesi sonrası Baebius Marcellinus’u teşhis eder. Senato binasından apar topar tutuklanarak çıkarılan Marcellinus feryat figan masum olduğunu söylerse de dört çocuğunun gözleri önünde kafası kesilerek idam edilir.
Otokratik idareler bir baskı rejimi oldukları için bunun tepkiye, nihayetinde bir darbeye yol açabileceği korkusuyla yaşarlar. O nedenle kimsenin aklından bile böyle bir şeyi geçirmemesini sağlamak için halka ve yönetici sınıfa korku salmayı, üzerlerinde terör estirmeyi vazgeçilmez bulurlar. Bunu yapabilmeleri için onlara bir mazeret lazımdır, onu bulmak için tetikte beklerler, bir darbe teşebbüsü gerçekte olmasa bile onu uydurmaktan kaçınmazlar. Dio bize Marcellinus’un masum olduğuna inandığını gösterir şekilde hadiseyi anlatmakla birlikte zavallı senatörün neden hedef alınmış olabileceğine dair bilgi vermiyor. Çünkü bunun aslında bir önemi yoktur, nitekim Dio despot imparatorların senatörlere gözdağı vermek için bu tür eylemlerde bulunduklarına ilişkin kitabında pek çok örnek vermiştir.
Dio’nun saçı var mı diye kafasını yokladığı sahneyi, eski Ülkü Ocakları Başkanı Sinan Ateş’in başkentin göbeğinde suikaste uğratıldıktan sonra “fetöcü” olmakla suçlandığını öğrendiğimde hatırladım. Ülkücü camianın önde gelen bir simasına, hatta 15 Temmuz sonrası hangi ülkücülerin “fetöcü” olmadığını belirleyen komisyonun başında bulunan bir kişiye böyle bir ithamda bulunulmasının nedeni, Ateş’in gerçekten de Gülen cemaatiyle ilişkili veya – iktidarın yeni uydurduğu garip tabirle – iltisaklı olması değildi. Aslında hiç kimse Ateş’in öldürülme nedeni olarak “fetöcü” olmasını da gösteriyor değildi. MHP’nin eski Ülkü Ocakları Başkanı’nın öldürülmesi sonrası aldığı tavırlar, Ateş’in bir iç hesaplaşma sonucu katledildiğini neredeyse açıkça ortaya koymaktadır, hatta bu gerçeğin pek de saklanmak istenmediği görülmektedir. Burada “fetö” sopasının çıkarılma nedeni, Ateş suikasti sonrası infiale gelen milliyetçi camiaya “Bakın bu suikasti kullanarak MHP ve Ülkü Ocakları’nın mevcut yönetimini yıpratmaya çalışırsanız, iktidarımıza muhalif bir pozisyon takınmaya tevessül edersiniz, sizi fetö sopasıyla eşşek sudan gelinceye kadar döveriz, ona göre!” diye gözdağı vermektir.
Milliyetçi muhafazakar camiada, Erdoğan rejiminin ürettiği “iltisak” sırlı kelimesi yüzünden, yolu bir şekilde Gülen cemaatiyle kesişmeyen herhangi bir “okumuş-yazmış”, siyasete bulaşmış insan bulabilmek neredeyse imkansızdır. Kendisinin, kardeşinin, çocuğunun cemaatin dersanesine veya okuluna gitmiş olması veya Bank Asya’da hesabı olması veya Türkçe olimpiyatlarına katılmış olması veya kardeşi gibi yakın bir akrabasının “iltisaklı” görülerek darbeci ilan edilmiş olması gibi bir nedenden kendisinin de iltisaklı görülmesinden endişe etmeyen neredeyse hiç kimseyi bulamazsınız. Ateş suikastine tepki gösterenlerin ancak “fetö” sopasıyla sindirilebileceğini düşünmelerinin nedeni budur. O sopayı milliyetçi muhafazakar çevrelere doğru salladığınız zaman saçı olanlar dahil herkesin korkup gayrı ihtiyari elleriyle “kel olup olmadıklarını” kontrol etmelerini sağlarsınız.
MUHALEFETİN ÇİFTE STANDARTLARI İKTİDARIN BÜYÜK GÜCÜ
Öte yandan zaman zaman seküler muhalefetin sesi çok çıkan kimi sözcülerinin, milliyetçi muhafazakar camianın kanaat önderlerine, yazar-çizerlerine, irili ufaklı tüm liderlerine, Erdoğan rejiminin yolsuzluklarına, hukuksuzluklarına, ülkeyi getirdiği duruma tepki göstermedikleri için eleştirdiklerine şahit oluyoruz. Oysa yine aynı kişiler, özellikle de seküler cenahın bazı yayın organları, iktidarın milliyetçi muhafazakar muhalefeti sindirmek için kullandığı “fetö” sopasını alkışlamaktan, onu meşrulaştırmaktan, onun değirmenine su taşımaktan da hiç kaçınmıyorlar, hatta bunu büyük bir mutlulukla yerine getiriyorlar. Mesela İçişleri Bakan Yardımcısının kardeşinin yurtdışında Gülen cemaatinin eğitim kurumlarında çalışmasını “Senin bakan yardımcının yurt dışında firari fetöcü kardeşi var mı yok mu?” şeklinde gündeme getirerek iktidarın “fetöcülüğünü” ispat etmeye çalışıyorlar. Güya böyle yaparak iktidarı sıkıştırıyormuş havası veriyorlar, oysa azıcık siyasetten anlayan herkes bunun aslında iktidarın tam da istediği şey olduğunu, muhalefetin iktidarın üzerine otokratik rejimini bina ettiği içi boş ideolojik, hukuki söylemi böylelikle tahkim ettiğini görebiliyor.
Milliyetçi muhafazakar camiadan insanlar İçişleri Bakan Yardımcısı’na baktıklarında, bir gün kendileri herhangi kritik bir pozisyona gelirseler başlarına neler gelebileceğini görüyorlar. Sanki Erdoğan o kişiyi ‘fetö’ takibatları yürüten bakanlığın başına atarken, kardeşinin durumunu bilmiyor muydu? Biliyordu ve bunun o kişinin her söylediğini iki etmeden yerine getirmesi için kendisine muazzam bir kudret verdiğini de biliyordu.
Seküler muhalefetin “Biz iktidara geldiğimizde AKP’yi fetöden yargılayacağız” şeklinde bir hayali var. Tabanlarına boş bir umut pompalayan bu hayali terk edemedikleri için veya Erdoğan’ın müttefiki ulusalcıların usta manevraları karşısında iktidarı gerçekten zora düşürecek bir siyaset dili geliştirmeyi başaramadıklarından, yani ya hırslarından, ya da aymazlıklarından, iktidarın hayatiyetini sürdürebilmek için can suyu gibi ihtiyaç duyduğu bir söylemi besliyorlar.
Milliyetçi muhafazakar kesimde iktidardan memnun olmayan geniş bir kesim bulunuyor. Fakat bunlar muhalefete baktıklarında, onun kendilerine de rahatlık getirecek bir hukuk düzeni getirmeyi vaadetmediğini görebiliyorlar. Erdoğan’ın iktidardan düşüp muhalefetin yerine gelmesi halinde ‘fetö’ sopasının ortadan kaybolmayacağını, sadece sahibinin değişeceğini, yani sekülerlerin bu kez “gerici” sopasıyla değil, “fetö” sopasıyla muhafazakarları devletten uzak tutmaya, sindirmeye çalışacaklarını görebiliyorlar.
Diğer yandan, Erdoğan başlarında ‘fetö’ sopası gezdiremediği için muhalefetlerinin dozunu kendisinin çizdiği sınırların üzerine çıkarak artırabildiğini gördüğü seküler cenahı da tedip etmek için yeni terör sopaları üretmeye karar verdi. Gezi davasında “Hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüsten” yani darbeden kesinleştirilen hapis kararları ve İmamoğlu’nu PKK’yla iltisaklıları belediyede çalıştırdığı gerekçesiyle görevden almaya hazırlanma gibi adımlar bu anlama gelmektedir. Düşünün ki Karadeniz kökenli bir “Sünni” CHP’li, yaklaşık beş milyon kişinin oyuyla seçilmiş bir belediye başkanı, PKK’yla iltisakla suçlanabiliyorsa Türkiye’deki hangi muhalif bir gün terörist veya darbeci olarak suçlanmayacağından emin olabilir?
Muhalifseniz o “kel kafalı” siz de olabilirsiniz, başınızda saç olup olmamasının bu minvalde hiçbir ehemmiyeti yoktur.
- Ömer Murat, Dış Politika ve Siyaset Uzmanı, Eski Diplomat
ÖMER MURAT
07 Ocak 2023 HABER ANALİZ
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***