YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU
Kriz zamanları aynı zamanda fırsat ve yenilenme zamanlarıdır. Krizler, acı ve hüznün yanında inkişaf ve sıçramaları da bağrında saklar. Çünkü krizler insanları konfor alanlarından uzaklaştırır, onları düşünmeye, soru sormaya, sorgulamaya sevk eder. İnsanlar neyi yanlış yaptıklarını anlamaya çalışır, benzer krizleri tekrar yaşamamak için çözüm ve çare arayışına girerler.
On yılı aşkın bir süredir Hizmet gönüllüleri zalim bir rejimin zulüm paletleri altında acımasızca eziliyor. Onlara reva görülen bu kötü muameleyi ne akıl ne hukuk ne ahlak ne de dinî ölçülerle izah etmek mümkün. Devletin güç ve şiddet aygıtlarını ele geçiren zorba bir yönetim bunları soykırım yapmada kullanıyor. Yapılanlar bütünüyle insanlık dışı. Tam bir hukuk katliamı yaşanıyor. Hizmet hareketiyle “irtibat” ve “iltisakı” olan masumlara ceza yağdırılıyor. Fakat onların bu cezaların binde birini bile hak etmediğini cezayı verenler de çok iyi biliyor.
Ne var ki meseleye sadece zahiri esbab açısından bakmak eksik olur. Kulluk ve imtihan gerçeğinin farkında bir Müslümanın yaşananlara iman ve kader gözüyle de bakması ve Allah’la münasebetlerini bir kere daha gözden geçirmesi gerekir. Bir davaya gönül vermiş insanlar sadece “maddi sebepleri” ihmal ettikleri için değil, “manevi sebeplere” riayetsizlikten de şefkat tokadı yiyebilirler. Dolayısıyla, “Kader hakkımızda bu zulümlere niye yol verdi?” sorusunu sormak, meseleye Kur’an mantığıyla yaklaşmak demektir. Bu sebeple olsa gerek fikir ve aksiyonuyla Hizmet gönüllülerine ilham veren Fethullah Gülen Hocaefendi, Çağlayan’a yazdığı baş yazılarında ısrarla kendimizle yüzleşme konusuna vurguda bulundu.
Aslında muhasebe ve yüzleşme için illa ki bir krizin yaşanmasına gerek yoktur. Bu, bir Müslümanın her daim yapması gereken bir ameliyedir. İnsanın hata ve yanlışlarını, boşluk ve zaaflarını fark etmesi ve ıslah-ı hâle yönelmesi buna bağlıdır. Bununla birlikte hayatın olağan akışı insanı gaflete sürükleyebilir. Düzenli ve ahenkli işleyen bir sistem körlüğe sebep olabilir. Rahat ve konfor zihnî melekeleri köreltebilir. İnsanoğlu genellikle başına bir bela ve musibet geldiğinde bir şeylerin ters gittiğini fark eder, eksik ve kusurlarını gözden geçirme ihtiyacı hisseder.
İşte bu sebeple olsa gerek, son yıllarda hiç olmadığı kadar hizmet eleştirisi yapıldı, yapılmaya da devam ediyor. Bunların ezici çoğunluğu sisteme, işleyişe, idareye, ilişkiler ağına yönelik eleştiriler. Yerelleşme, şeffaflık, hesap verebilirlik, denetim, hukuka uygunluk, gençlerin istihdamı… gibi bir çok konu üzerinde konuşuldu, tartışıldı. Fakat yaşanan ağır trajedilerden ötürü hassasiyetler çok yüksek. Mazlumiyet ve mağduriyetler hâlâ ağır şekilde yaşanmaya devam ediyor. Maddi-manevi bunca baskı altında sağduyuyu, makuliyeti ve soğukkanlılığı koruyabilmek ve dengeli düşünebilmek kolay değil. Bu yüzden olsa gerek, eleştiri yapanlar da, bunlara karşılık verenler de zaman zaman duygusallık ve tepkisellikten sıyrılamıyor.
Buna rağmen, yapılan eleştiri ve yorumlar, eğer yapılan bazı hatalar varsa, bunların telafisi adına önemli bir fırsat olarak telakki edilmelidir. Yıkıcı ve yıpratıcı yanları görmezden gelinerek, eksik ve kusurları bir kenara bırakılarak bunlardan istifade etmenin yolları aranmalıdır. Hazm-ı nefs sahibi, olgun ve akıllı insanlara düşen vazife budur.
Eleştirilerin daha çok şahıslara, işleyişe, ilişkiler ağına, kurumlara ve mekanizmaya yönelmesi asıl üzerinde durulması ve yüzleşilmesi gereken noktaların ihmaline yol açabiliyor. Peki, nedir asıl üzerinde durulması gereken noktalar? En kısa ifadesiyle Bediüzzaman Hazretlerinin ihlas ve uhuvvet risalelerinde ortaya koyduğu düsturlardır; bu düsturları hayatımızda ne kadar tatbik edip etmediğimizdir. Allah’la münasebetlerimizde nerede durduğumuzdur. Dinin muhkem esaslarına ne kadar riayet edip etmediğimizdir. Beslenme kaynaklarımızla alakamızı güçlü tutup tutmadığımızdır.
Maalesef hep dışarıda suçlu arayan, eleştiri oklarını sürekli başkalarına yönelten kimselerin böyle bir muhasebe ve yüzleşmeye yönelmesi de çok zordur. İnsanoğlu enfüsî tefekkürle, muhasebe ve murakabeyle kendi hatalarını kendi gördüğünde ıslah-ı hal edebiliyor. Fakat eleştirildiğini, yargılandığını ve suçlandığını hissettiği anda savunmaya ve hatta karşı saldırıya geçiyor. Çoğu zaman söylenilen sözlerin doğru olup olmadığına, bunlar içinde dane-i hakikat bulunup bulunmadığına bakmıyor bile. Neticede fasit bir daireye giriliyor, musibet ikileşiyor, ihtilaflar büyüyor ve saflar ayrılıyor. Çözüm ise herkesin samimi bir yürekle kendi muhasebesini kendisinin yapması, kendi hatalarıyla kendisinin yüzleşmesi ve eksiklerini kendisinin telafi etmesidir.
İhlas
Bediüzzaman Hazretlerinin en azından on beş günde bir okunmasını tavsiye ettiği tek risale, İhlas risalesidir. O, bu risalesinde çok önemli hizmet düsturlarını ortaya koyar. Bu eser hizmet insanları için bir rehber ve yol haritasıdır. Herkes burada zikredilen maddelere bakarak kendi muhasebesini yapabilir. Bediüzzaman’a göre hizmet insanları bütün kuvvetlerini ihlasta ve hakta bilmelidirler; sayısal çokluklarında, servetlerinde, kurumlarında, destekçilerinde vs. değil. İhlâs düsturlarına uygun hareket ettikleri nispette onlar aziz ve güçlü olacak, bu düsturlar zedelenmeye başladığı anda ise durum tersine dönecektir.
İhlasın olduğu yerde bütün himmet ve gayretler Allah rızasını kazanmaya odaklanır. Tek ve birinci hedef, onun rıza ve hoşnutluğunu elde edebilmektir. Yapılan bütün ameller, hizmetler, faaliyetler bunun için yapılır. Ortaya konulan plan ve projelerin O’nun rızasına uygun olup olmadığı elli defa gözden geçirilir. Başarı ve muvaffakiyetin şart-ı evveli olarak O’nun rızası araştırılır. Sahip olunan bütün makamlar, Allah’ın bir emaneti ve hatta imtihanı görülür ve hakkı verilmeye çalışılır. Yapılan hizmetler ne dünyevî çıkarlara ne nefsin arzu ve isteklerine ne de halkın beğeni ve takdirine feda edilmez. Bilinir ki “Eğer O razı olsa bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse bütün halk reddetse tesiri yok.”
Peki, ihlasın zedelendiğini nasıl anlarız, bunun ne tür neticeleri olur. Bu konuda kendimizi nasıl muhasebe edebiliriz?
İhlâsın olmadığı yerde insanlar nefs-i emmarenin tahakkümü altına girerler. Alkış ve takdir bağımlısı olurlar. Sürekli kendilerini methedecek birilerini ararlar. Popülariteye aldanırlar. Kemmiyeti (niceliksel çokluğu), keyfiyetin (nitelik ve kalitenin) önüne geçirirler. Aferin almak için iş yapar, başarılı yönetici vasfını kazanmak için çalışırlar. Oturdukları koltukla, temsil ettikleri makamla avunurlar. Allah’a değil, açtıkları müesseselere, yetiştirdikleri insanlara, kurdukları sistemlere güvenirler. Büyümek, yükselmek onların tevazuunu değil, kibrini artırır. Allah’ı unutarak, başarı ve güzelliklerin kendilerinden sadır olduğunu zannederler. Sürekli nazarları kendilerine çevirmenin fırsatını kollar, bunu buldukları anda da kendilerini, kendi karihalarını, kendi kabiliyetlerini öne çıkarırlar. İhlası zedeleyen bütün bu tavırlar ise Bediüzzaman’ın tabiriyle en büyük bir ruhî hastalıktır.
Uhuvvet
Bediüzzaman, başta Uhuvvet risalesi olmak üzere eserlerinin muhtelif yerlerinde uhuvvet ve kardeşliği sık sık nazara verir. Esasında İhlas risalesinin büyük bir kısmı da bu konuya tahsis edilir. Bediüzzaman’a göre risale mesleğinin en temel esası ve düsturu uhuvvettir. Bir yerde bunu şöyle izah eder: “Mesleğimiz “Haliliye” olduğu için meşrebimiz “hıllet”tir. Hıllet ise en yakın dost, en fedakâr arkadaş, en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder.”
Uhuvvet, tek kelimeyle kardeşlik demektir; vifak ve ittifakı, birlik ve beraberliği gerektirir. Bediüzzaman’a göre kardeşliğin gereği ise şudur: “Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize; şerefte, makamda, teveccühte, hatta maddi menfaat gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz.” Onun diğer bir kardeşlik tanımı da şu şekildedir: “Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip onların şerefleriyle şâkirane iftihar etmektir.” Aynı şekilde kardeşlik, “tefani” düsturunu, kardeşlerin birbirinde fani olmasını gerektirir. Yani kendi nefsi arzu ve isteklerini unutup, kardeşlerinin meziyet ve hissiyatıyla fikren yaşamayı. Yine Bediüzzaman’ın tespitiyle “Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşit vaziyetini takınamaz.”
Görüldüğü üzere Bediüzzaman’ın uhuvvetten anladığı mana oldukça derindir. Kardeşliğin gereklerini yerine getirmek ciddi bir çaba gerektirir. Uhuvvet, özellikle iman ve Kur’an hizmetine gönül veren kimseler açısından hayatî bir düsturdur.
Meselenin daha iyi anlaşılması için meseleye bir de tersinden bakalım. Zira bir yerde uhuvvetin olup olmadığını anlama adına tablonun her iki yüzünü de görmekte fayda var. Uhuvvetin olmadığı bir yerde benlik ve enaniyetler devreye girer. Zamanla insanları birbirinden koparan ve soğutan hiyerarşiler oluşur. İnsanlar emanet olarak kendisine verilen makam ve payeleri tahakküm vasıtasına dönüştürür. Herkes rütbe olarak altında bulunanları ezmeye çalışır. İdareciler, sorumlu oldukları kişileri aynı kulvarda hizmet ettiği kardeşleri olarak değil, kullanabileceği birer “eleman” olarak görür. İnsanî ilişkilerde sıcaklık ve samimiyetin yerini siyaset ve müdaraat alır. Kolay adam harcanır. Kaç kişinin kanına girilir. İnsanlar arasında şefkat ve merhamet değil, kin ve haset hâkim olur. Dahası açık veya aşikar gruplaşmalar, hizipleşmeler kendini gösterebilir. Bu durumda her hizip ve gurup iman hizmetinin değil, kendi zümresinin menfaatlerini düşünür. Adamcılık yapılabilir. Aynı yolda yürüyen insanlar arasında rekabetler, çatışmalar, ihtilaflar ortaya çıkabilir. Hatta çelme takmalar, ayak kaydırmalar yaşanabilir.
Şayet bir yerde bu tür problemler kendini gösterirse, orada sağlıklı istişareler, samimi fikir alışverişleri de yapılamaz. İnsanlar birbirleri için hayırhah olamazlar. Dostane nasihatlerin yerini acımasızca yapılan eleştiri ve tenkitler alır. En kötüsü de güven zedelenir, hüsnüzan surları yıkılır. Bütün bunlar da Allah’ın inayet ve yardımının kesilmesine yol açar.
Dinî Ahkâma Riayet
Eğer yapılan iş Kur’ân hizmetiyse, yürünen yol peygamber yoluysa plan ve projelerin, faaliyet ve aktivitelerin de dinî esaslara uygun olması gerekir. İtikadî, amelî ve ahlakî her sapma şefkat tokatlarına sebep olabilir. Dinî ahkâm ihlâl edilerek dine hizmet edilemez. Kur’an ve Sünnet düsturları bir kenara bırakılarak yol alınamaz. Gayrimeşru yol ve vasıtalarla meşru hedeflere varılamaz. Hak ve adaletten uzak kalınarak muvaffak olunamaz. Kul hakkı yiyenler değil dava adamı sıradan bir Müslüman bile olamaz. Kısacası, Allah rızası gözetilerek, O’nun dinine hizmet denilerek çıkılan yolda atılan her adımın da O’nun vaz ettiği kurallara uygun olması icap eder.
Herkes hem kendi hayatında hem de sorumlu olduğu dairede bu esaslara ne kadar riayet edip etmediğinin muhasebesini yapabilir.
İhlas ve uhuvvet düsturlarını hayata taşımanın, Kur’ân ve Sünnet yörüngeli bir hayat yaşamanın ve Allah’a kurbiyet kazanmanın öncelikli yolu ise manevî beslenme kaynaklarıyla irtibatın sıkı tutulmasıdır. Şayet okuma, müzakere, tefekkür terk edilir veya bunlar âdet kabilinden yapılırsa yukarıda bahsedilen arızaların ortaya çıkması mukadderdir. Zira beslenme kaynaklarından uzak düşen insanların kıvam ve heyecanlarını korumaları çok zordur. Yazıyı Hocaefendi’nin şu sözleriyle noktalayalım:
“Şayet kaybettiğimiz kıvamı yeniden elde etmek, insanların aşk u şevkini yeniden canlandırmak, yeniden derlenip toparlanmak istiyorsak, saff-ı evveli teşkil edenler gibi bir kere daha ilim, araştırma ve hakikat aşkına açılmalı, beslenme kaynaklarımızla tekrar sıkı bir irtibata geçmeli, herkeste bunlara karşı iştiyak hasıl etmeye çalışmalıyız. Bunun için yeni formatlar bulmalı, farklı okuma usulleri geliştirmeli ve ne yapıp edip insanların merakını bizim için menhelü’l-azbi’l-mevrud (tatlı su kaynağı) sayılan eserlere celbetmeliyiz. Kendini i’la-i kelimetullah davasına adamış yeni gönül erlerinin yetişmesi, bu devranın devamı ancak bununla mümkündür.”
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***