Türkiye, birkaç ay sonra, bugün bir AKP’linin açıklamasına göre 7 veya 14 Mayıs târihlerinde Cumhurbaşkanı’nı ve milletvekillerini seçecek. Târihin kritik seçimlerinden biri daha, terim yerindeyse yumurta kapıya dayanmış vaziyette.
Bu seçimlerin kritik önemi, Türkiye’nin otoriter bir yönetim tarzını tasfiye etmesi olarak ortaya konuluyor. Bu tasfiyenin gerçekleşebilmesi içinde, hem Cumhurbaşkanlığı makamının hem de TBMM’de anayasayı değiştirebilecek çoğunluğun muhalefet partilerine geçmesi gerekiyor. Buna karşılık, iktidardaki AKP-MHP ittifakı ve destekçileri de konumlarını tahkim edecek bir sonuç alma peşindeler ve şu âna kadar gâyet uyumlu bir tablo ortaya koymaktalar.
Benzer bir uyum, muhalefet söz konusu olduğunda yerini ayrışmaya bırakmış gibi görünüyor. Ancak bu, muhalefet güçleri arasında çok derin, aşılması imkânsız uçurumlar bulunduğu anlamına gelmiyor. Aksine, bâzı koşullar yerine getirilirse, kolaylıkla aşılabilecek ve seçmen nezdinde rahatlıkla karşılık bularak, muhalefetin gereksindiği siyâsî iktidar değişimini sağlayabilecek bir ortam da mevcut.
SEÇMEN DESTEĞİNDE DURUM
Kamu oyu yoklamalarında ortaya çıkan genel manzara, iktidar partilerinin toplam oy potansiyelinin %40, muhalefetin ise %60 civârında olduğunu gösteriyor. Buna göre, muhalefetin bir bütün olarak davranması hâlinde seçimlerin kazanılması, hattâ TBMM’de anayasa değişikliği yapabilecek bir gücün elde edilmesi işten bile değil.
Yeri gelmişken, anayasa değişikliği ile ilgili bir ihtimâle de değinmek isterim. Şöyle bir soru: CB seçimini kaybedip, TBMM’nde de azınlığa düşmüş olan Cİ’nın, bugünkü otoriter başkancı sistemi sürdürmekte ısrar etmeyeceğini ve muhalefetle parlâmenter sisteme geçiş konusunda anlaşmaya çalışacağını tahmin edebilir miyiz?
Sorunun yanıtı bence “evet” olmalı. İktidarı, özellikle de CB’nı kaybetmesi durumunda, Cİ’nın, özellikle de AKP kanadının, artık kendi ellerinde olmayan bir “güçlü-otoriter tek adam yönetimi”nde ısrarcı olmak istemeyeceklerdir diye düşünüyorum. Dolayısıyla, TBMM seçimlerinde Anayasa değişikliği için yeterli sandalyeye ulaşamasa bile, muhalefetin parlâmenter sisteme geçişi başarabilmesi pekâlâ mümkündür. Tabiî buna gerek dahi kalmaz çünkü, bir bütün hâlinde hareket edebilirse, muhalefetin kapsamlı bir iktidar ve sistem değişikliğini gerçekleştirmemesi için hiçbir sebeb yok.
Peki, muhalefet neden Cİ gibi, birlikte hareket etme becerisini şu âna dek ortaya koyabilmiş değil? Bir yandan muhalefetin bir kanadını oluşturan “Altılı Masa”nın kendi içinde bâzı sorunlar yaşandığı görüntüsü var. Bunları başlıcaları, CB için “ortak aday” sorununa ilişkin olarak bâzı anlaşmazlıkların olduğunu gösteren açık işâretler ve parlâmenter sisteme geçiş sürecinin nasıl örgütleneceği ile ilgili belirsizlikler.
Bir diğer sorun da, Masa’nın, muhalefetin diğer kanadını meydana getiren HDP ve Emek ve Özgürlük İttifâkı (EÖİ) ile herhangi bir kamusal temastan özenle kaçınıyor olması.
HDP’NİN ADAY ÇIKARMA KARARI
Bundan yaklaşık 15 ay kadar önce, muhalefetin CB adayı ile ilgili olarak bir tutum belgesi açıklamış olan HDP, birkaç gün önce, eş genel başkanlar aracılığıyla, HDP’nin kendi adayıyla CB seçimine girme kararı aldıklarını, bu adayın kimliğini kısa bir süre içinde kamu oyuna açıklayacaklarını, bununla birlikte bir ortak aday ihtimâline kapıyı kapatmadıklarını kamu oyuna îlân etti.
Gözlemlediğimiz gibi, bu açıklama kamu oyunun değişik kesimlerinde farklı tepkilere neden oldu. Bunlara geçmeden önce, bu kararın ne anlama geldiğini netleştirmekte fayda var.
Karar, HDP’nin kendi adayı ile seçime girmekten, ortak aday ile ilgili olarak ortaya koyduğu bir şartın gerçekleşmesi hâlinde vazgeçeceğini belirtiyor. Nedir bu şart? Masa’nın üzerinde anlaşacağı ortak adayın, HDP’nin 2021 Eylül’ünde açıkladığı 11 maddelik “Tutum Belgesi”ndeki niteliklere ve hedeflere uygun bir aday olacak bir biçimde HDP ile “kamusal” (yâni “alenî”) müzakere sonucunda belirlenmesi. Kanımca, HDP’nin tutum belgesi ile Masa’nın demokrasi için parlâmenter sistem mutabakatı arasında, incelendiği zaman görüleceği üzere, uzlaşmazlık yaratabilecek tek bir konu yok.
Belki, bu 11 madde arasında yer alan “Kürt sorununa demokratik çözüm” başlığı bir tartışma yaratabilir ama Masa’nın en büyük bileşeni olan CHP’nin zâten “Kürt sorununun çözüm yeri TBMM’dir” yönünde, Genel Başkan seviyesinde defalarca te’yid edilmiş açıklamalar var.
Böyle bir diyalog ve işbirliği imkânı varken ve HDP’nin kendi adayını çıkarması durumunda,
CB seçiminin, sâdece Masa için değil, tüm muhalefet için hayli riskli olacak bir biçimde ikinci tura kalması neredeyse kesinken, HDP’nin çağrısına olumsuz yaklaşımların gerekçelerini anlamak, Türkiye’de demokratik hukuk devletinin artık tam anlamıyla kurulması gerektiğini düşünenler için, gerçekten çok zor.
Bununla birlikte, HDP’nin kendi adayını çıkarma kararına gösterilen tepkiler, aynı zamanda Türkiye toplumuna tutulmuş bir ayna gibi, toplumsal ve siyâsî gerçekliğimizi de parça parça da olsa yansıtıyor diye düşünüyorum. HDP’nin tuttuğu bu aynaya bakmak, muhalefetin bir bütün olarak hareket etmesini sağlayabilecek yollardan biri olabilir mi, bilmiyorum ama bu, aynada görünenlerinin önemini azaltmaz.
HDP’NİN AYNASI
HDP’nin ortak adaya kapıyı kapatmamakla birlikte kendi adayıyla seçime gitme kararını beyân etmesinden sonra gösterilen tepkiler arasında ilk dikkât çekeni, bunun Erdoğan’ın ve AKP’nin işine yarayacağı biçiminde oldu.
Buradaki muhakeme şöyle işliyor sanıyorum: “HDP, kendisini görmezden gelen Masa’nın çıkaracağı adayı her koşulda desteklemeli, böyle yapmazsa bu Erdoğan’a destek anlamına gelir çünkü ikinci tura kalacak olan CB seçimini Erdoğan’ın kazanması neredeyse kesindir.”
Bu muhakemeyi destekleyen bir ek argüman da var. Buna göre, Türkiye’nin birinci önceliği bugünkü sistemden kurtulmaktır. Bunun da yolu CB’nı seçimle değiştirmek ve sonra da parlâmenter sisteme geçmektir. HDP’nin kendi adayını çıkarması, bu süreci baştan imkânsızlaştırabilecektir.
Yukarıda sözünü ettiğim akıl yürütme tarzı, aslında hattâ 2015 seçimleri öncesinden başlayarak dile getirilen bir görüşün tekrarlanmasından ibâret. Hatırlanacağı üzere, 2015 seçimlerine gidilirken, HDP’nin “özerklik” şartıyla “başkanlık sistemi” konusunda Erdoğan’la anlaştığı, bir “tevâtür” olarak dilden dile dolaştırılıyordu. Bu süreçte, Demirtaş’ın “Seni Başkan
yaptırmayacağız!” çıkışıyla sürece damgasını vuran HDP, aynı zamanda aldığı %13.1 oranıda oy
ve 80 milletvekili ile, AKP’nin tek parti iktidarına son vermiş parti olarak da târihe geçmiş ama,
AKP’ye muhalif diğer partilerden, CHP ve sonraları içinden İYİP’i çıkaran MHP tarafından
görmezden gelinmişti. Geçmişteki bu bence çok acı tecrübe, HDP’nin değil, HDP’yi görmeyen ve-kürt-sorunu diğer muhalefetin sırtında bir vebâl olarak târihe geçmiş durumdadır.
Geçmişten hiç ders alınmamış olmalı ki, hâlâ 2015 “tevâtürü”nü dile getirme cesâretini gösterebilenler, siyâset sahnesinde ve kamu oyunda arz-ı endâm edebiliyorlar. Oysa, biraz HDP’nin tuttuğu aynaya baksalar, neler görecekler neler.
Örneğin aynada, 2015’te HDP’yi görmezden gelmenin başımıza açtığı bu “başkancı otoriter rejim”in asıl destekçilerinin kim olduğunu hemen fark edecekler. Sonra, HDP’li milletvekillerinin, AİHM kararlarıyla hukuk kuralı mâhiyetinde bile olmadığı tescil edilmiş olan bir geçici AY değişikliğiyle dokunulmazlıklarının kaldırılıp hapse tıkılmalarına olumlu oy verenleri görecekler. Daha sonra, kayyum uygulamalarına, ardından kapatma dâvâsını ve bu bağlamda son “devlet yardımının bloke edilmesi” kararına sessiz kalanları görecekler.
Ayna’nın en derin bölgesinde ise, Türkiye’deki temel sorunun toplumsal çoğulculukla uyuşmaz bir biçimde kurulmuş Cumhuriyet’in eşit vatandaşlık temeline dayalı demokratik hukuk devleti düzenini bir türlü inşâ edememiş olmasının, kendi sûretlerine yansıyan sebeblerini göreceklerdir.
Özünde yekpâre, yâni “tekçi” bir ulusal/millî devlet ideolojisinin târihî tezâhürlerini yansıtan bu sebebler yumağı, Türkiye’nin sorununun “CB’nı değiştirip, parlâmenter sisteme geçiş” ile çözülemeyecek kadar derin ve köklü olduğunu da açığa vurmaktadır. Bunu kavramak ve “önce bir iktidarı değiştirelim, sonrasına bakarız” yaklaşımıyla muhalefetin birlik içinde hareket etmeye sevk edebileceğini düşünmek, aynaya bakmamaktan ya da yeterince dikkatli bakmamaktan kaynaklanan büyük bir aymazlıktır. Temenni ederim ki, aymazlığın vebâli, 7 Haziran 2015 sonrasına benzemesin.
Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara’da, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi’nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997’de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler’le birlikte “Bu Suça Ortak Olmayacağız” beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi’ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***