Söz ağızdan çıktı bir kere: Türkiye’nin kaderini belirleyecek; ya demokrasiye dönüşe kapıyı açacak ya da otokrasinin iyice yerleşmesine neden olacak seçimler 14 Mayıs’ta. Belli ki Cumhur İttifakı unsurları Türkiye ekonomisini seçime kadar mevcut politikalar eşliğinde, Yeni Ekonomi Modeli (YEM) anlayışlarına göre yönetecekler. Böylece son 18 ayda YEM çerçevesinde alınan kararlar eşliğinde biriken ve seçim sonrasına ötelenen ekonomik risklere yenileri eklenecek.
Cari fazla yaratarak enflasyonu düşürme, ucuz faizle yatırımları artırma ve böylece kuvvetli büyüme elde ederek işsizlik sorununu çözmek YEM’in amaç fonksiyonuydu. Hükümet yetkilileri son günlerde ekonomi tarafında kalan ve çözülmesi gereken tek sorununun yüksek enflasyon olduğunu ve onda da düşüş dönemine girdiğimizi müjdelese de hükümetin söylemleri ile gerçekler arasındaki uçurum uzun zamandır olduğu kadar derin.
Mart-Nisan gibi %35’lere baz etkisiyle gerilemesi mümkün görünen enflasyonda yılın ikinci yarısında yeniden %45-50’lerle tanışacağız. Keza baz etkisiyle enflasyon düşmez. TL’nin değer kaybının şimdilik baskılanabiliyor olması sayesinde baskılanmasının yarattığı dengesizlikler bir yana dolara karşı olması gereken kabaca 22’li seviyelerden daha yukarılara gitmesi halinde enflasyonda bir ivme daha izleyeceğiz.
AKP Türkiye’si dış dünyadan sermaye çekemediği gibi Putin’in seçim hediyesi olarak ötelediği 20-25 milyar dolar tutarında enerji faturası ödemelerini seçimin ardından yapmak zorunda kalacak. YEM’in iddiasının aksine yüksek cari açık bizimle, 2022’de 50 milyar dolara dayanan cari açık, 2023 sonunda en iyi olasılıkla 35 milyar dolara gerileyecek. Önümüzdeki bir yıl içinde dışarıya ödenmesi gereken 189 milyar da tabi atlanmasın. Kamu harcamalarında anormal seçim dönemi artışı yılın ikinci yarısında enflasyon olarak döneceği gibi, yavaşlayan büyüme artan oranda iç talep köpürtülerek, dengesizlikler artırılarak desteklenecek. İşsizlikte düşüşün çalışanların %50’sinin asgari ücretli olmasıyla sağlanabildiği kalitesiz istihdamı Türkiye emek piyasası 2018’den bu yana daha yakından tecrübe etmekte zaten. Son bir senedir özellikle hızla artan enflasyon eşliğinde yoksulluk kadar yoksunluk ve açlıkla da mücadele II. Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez Türkiye’de.
Kamu bankalarının gerçek hali, özel bankaların fonladığı şirketlerin ne kadarının sağlıklı olduğu, Varlık Fonu içindeki gerçek durum tam anlamıyla Pandora’nın Kutuları olarak seçim sonrası dönemi beklemekte.
Seçim sonrası döneme ötelenen ve her biri kendi başına önemli ekonomik sorunlar olan başlıklar bu şekilde özetlenebilir. Seçimlerden sonra ne olacağı ise önemli bir konu.
SEÇİM SONRASI EKONOMİDE İKİ YOL VAR
Ekonomideki gidişat iktidarın değişip değişmediğine göre iki ana senaryoda özetlenebilir. AKP-MHP düzeninin devamı, kısa ve öz konuşarak Türkiye’de sosyal ve ekonomik krizlerin derinleşeceği, ülkenin içine kapanacağı, Rusya etkisinin mecburiyetler ölçüsünde artacağı, sermaye kontrollerinin resmi hale dönüşeceği, büyümenin zayıflayıp işsizliğin artacağı bir dönem olarak tarihe geçer.
İktidarın değişimi halinde ise çok katmanlı bir yeniden yapılanma dönemi izleyeceğiz. Hukuk, ekonomi, insan hakları, eğitim gibi ana konularda restorasyon dönemi uzun soluklu ve tempolu bir çaba gerektirecek.
AKP’nin özellikle son dönemlerinde oluşturduğu derin ekonomik hasarlardan çıkış varılan aşamada artık kısa ve kolay bir süreç değil. Yeniden inşanın başlaması için zemini düzeltme, güçlendirme çalışmalarının başlangıç noktası ise hiç kuşkusuz enflasyonu düşürmek olacak. Bu yazıyı en azından buraya kadar okuyanların, küresel enflasyonla ciddi mücadele içinde olan büyük merkez bankalarının dünya ekonomisinde nasıl yavaşlama yaratmakta, büyümeden kısa dönemde ödün vererek enflasyonu hedef %2’ye getirmekte kararlı olduğunun farkında olduğunu varsayabiliriz.
Seçimin ardından Türkiye ekonomisini bekleyen de farklı bir süreç olmayacak. Para politikasının normalleştirilmesi ile başlayacak adımlar, mevcut %9 politika faizinin muhtemelen kademeli şekilde %30’lara doğru çıkarılması ile şekillenecek.
Bu dönemde ekonomik büyüme yavaşlayacak ve işsizlikte artışlar oluşacak. Bu dönemi ancak AKP döneminden ayıracak en önemli özellik işsizliğin artması ve ekonomik büyümenin yavaşlamasına rağmen gerçekten gerileyen enflasyon sayesinde yaşam şartlarındaki ağır yıkımın hafiflemesi olacak. Üstelik iktidar değişimi bu sürecin daha da hafifletilmesi için kamu harcamalarının kompozisyonunda önemli değişiklikler yaparak adım atacak. Hemen akla gelebilecek, işsizlik fonunun gerçekten işsizlere çok daha etkili ve uzun sürelerce destek verecek şekle büründürülmesi.
Fakat tedbirlere kamu kaynak yaratımında gelir eşitsizliğini daraltacak adımların da eşlik etmesi gerekli. İşte bu aşamada oluşması gereken maliyetin hangi kesimler tarafından ağırlıklı yükleneceği sorusunun cevabı net değil.
2001 krizi sonrası IMF programı tecrübesi, oluşan ekonomik krizden çıkış maliyetinin ağırlıkla sabit gelirli kesim üzerinde eklenen yüklerle karşılandığı gerçeğiydi. Halbuki AKP döneminde izlenen ekonomik tercihler ve pandemi sürecinde atılan adımlar artık bu tarafta fazla marj kalmadığını anlatıyor. Ya da anlatmalı herkese.
DÜNYA SERVET VERGİSİ’Nİ KONUŞUYOR, TÜRKİYE İÇİN DE ZAMANI
Bu hafta dünyanın gündem maddeleri arasında Davos Zirvesi de vardı. Bu zirveden hemen önce açıklanan, küresel gelir dağılımının ne derece şiddetle bozulduğunu anlatan Oxfam Raporu da Davos’a damga vurdu:
Eşi benzeri görülmemiş bir çoklu kriz döneminden geçiyoruz. On milyonlarca insan daha açlıkla karşı karşıya. Yüz milyonlarca insan, temel malların maliyetinde veya evlerini ısıtmada karşılamaları imkânsız artışlarla karşı karşıya. İklim çöküşü ekonomileri felç ediyor ve kuraklık, siklon ve sellerin insanları evlerinden zorladığını görüyor. Milyonlarca insan, halihazırda 20 milyondan fazla insanı öldüren COVID-19’un devam eden etkisinden hala sarsılıyor. Yoksulluk 25 yıldır dünya çapında ilk kez arttı. Eş zamanlı olaraksa bu çoklu krizlerin hepsinin kazananları vardır. En zenginler çarpıcı biçimde daha zengin hale geldi ve şirket karları rekor seviyelere ulaştı. Tüm bunlar eşitsizlik patlamasına yol açtı. En zengin %1’i, 2020’den bu yana yaratılan 42 trilyon dolar değerindeki tüm yeni servetin yaklaşık üçte ikisini, dünya nüfusunun en alttaki %99’unun neredeyse iki katı kadar parayı ele geçirdi Son on yılda, en zengin %1, yaratılan yeni servetlerin yaklaşık yarısını ele geçirmişti. Aşırı servet yoğunlaşması büyümeyi zayıflatırken siyaseti ve medyayı yozlaştırmakta, demokrasiyi aşındırmakta ve siyasi kutuplaşmaya yol açmakta. Süper zenginler, ortalama bir insandan bir milyon kat daha fazla karbon salarak iklim krizinin başlıca sorumluları olmakta.
Türkiye’de yaşananlar da dünyadan bu anlamda kopuk değil. AKP dönemi ekonomi politikaları siyasal bir tercih olarak yoksullaşmayı araçsallaştırdı. Pandemi etkisi ve iklim krizi, tarımda son 20 yıldır izlenen politikaları sonucunda gıda fiyatları enflasyonu dayanılmaz seviyelere çıkardı. Barınma, konut, beslenme sorunları akut krizler şekline dönüştü. Dünya ekonomisinde en çok tartışılan konu bu dengesizliklerin nasıl normalleşmeye doğru döndürüleceği. Gelir dağılımındaki bozulmanın seviyesi nüfus artış hızıyla birleştiğinde fakirleşen kesimlerin nasıl yeniden destekleneceği.
Türkiye’de seçimlerin ardından iktidarın değişmesi halinde de ekonomide politikalarını belirleyecek ve yeni siyasal tercihlere kapıyı açacak konuların merkezinde aynı durum var. AKP’nin yarattığı ekonomik ve sosyal çöküşten nasıl çıkılacağı muhalefet partilerinin programlarında var. Fakat çıkışta maliyetin kimler tarafından üstenileceği seçim geri sayımında muallakta tutulan bir konu.
Çünkü aynı dünyada olduğu gibi Türkiye’de de artık bir servet vergisini konuşmanın zamanı. Dünyada tartışılan zenginlerin arasında bile teknoloji kaynaklı hamlelerle ortaya çıkan, servetleri saat başı artan süper zenginlere uygulanacak vergiler.
Türkiye’de odak aynı değil. Siyasi tarihte büyük haksızlıklar ve acılar yaratan 1942’deki azınlıklara uygulanan ve amacı zenginliğin etnik sahiplerinin değişmesi olan yanlış uygulama benzeri asla değil. Fakat, son 20 yılda artan şiddette devredeki saadet zinciri benzeri rant ekonomisinde ortaya çıkan servetin adil ve sürdürülebilir ölçekte vergilendirilmesi artık kaçılması imkânsız bir başlık olarak karşımızda.
Çünkü aynı rapora göre, Türkiye’de de en zengin 13 milyarderin serveti 38,9 milyar dolarken nüfusun yarısının toplam serveti 38,5 milyar dolarda. Üstelik, Türkiye’deki en zengin %1’lik kesiminin serveti, en alttaki %90’lık kesimin toplam servetinin 1,4 katı. Aşırı zenginlik ve aşırı yoksulluk aynı anda artmakta. Başka nedenlerle olsa da olsa, aynı dünyada olduğu gibi.
Servet vergisi nedir, nasıl uygulanır, bugün hangi ülkelerde ne şekilde yer bulur, potansiyel faydaları nedir, riskleri nedir, Türkiye’de servet üzerinden alınan vergiler nelerdir, yeterli midir, etkili midir, ne şekilde kurgulanmaları gerekir, dünyada öneriler nedir…
Sonraki yazının konusu olsun.
Güldem Atabay: 1990’da İzmir Amerikan Lisesi’nden mezun oldu. 1995 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi İşletme Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisansı’nı Hacettepe Üniversitesi İktisat Bölümü’nde yaptı. 27 yıldır çok farklı kurumlarda ekonomist olarak çalıştı. UniCredit Menkul Değerler, Ekspres Invest, Global Menkul Kıymetler bunlardan bazıları. Paraanaliz, PolitikYol yazar kadrolarında yer aldı. Mesele Ekonomi ve Kampana News’da düzenli ekonomi programları yaptı.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***