Polonyalı sinemacı Jerzy Skolimowski’nin Eo’su, yönetmenin “beni ağlatan tek film” dediği Robert Bresson’un 1966 yapımı Rastgele Balthazar’ından esinlenerek çektiği, Polonya’nın Oscar adayı da olan son filmi.
İnsanlar bir şeyler yaşar, olaylar olurken, enfes bir varlığın, eşek donunda mükemmel bir varlığın Eo’nun yaşadıklarını izliyoruz. Eo’nun büyük büyükbabası kabul edebileceğimiz Balthazar’dan devamla, o meşhur yaşantı tekrarı/genetik aktarım nesiller boyu olduğu kadar insan dışı türlerde de devam ediyor diyebiliriz pekâlâ. Her iki filmi de çok etkilenerek izledim. Benzer duyguların ve sinema dünyasının hakkını veren, beni filmin içeriğinde ne olup bittiğinden çok, kendiliğime çekilmemi sağlayan, ilham veren, derinlemesine büyüten bir film, Eo… Çileyi ve sevinci, eşek başrolümüzle hissediyoruz.
CÜMLELERİMİZİN ÖZNESİ BİZ
Acıyı, yası, suçluluk duygusunu anlatmak istiyoruzdur. İkinci romanımızı yazmadan önce, duyargaları açılmış bir omurgasız hayvan olmuş, acıyı anlatan okumalar, izlemeler yapıyoruzdur. Çoğuluz bu yüzden. Cümlelerimizin öznesi biz… Yazmaya başlamadan önce kendimizi bu konuda uzun uzun besleyecek, damızlık sanat hayvanımızı semirtecek, sonunda doğumun gerçekleşmesini bekleyecek ve sağlayacağızdır.
Süreç meşakkatli elbet… Varlığımızı aşacak sesleri, barındığından bîhaber olduğumuz duyguların ortaya çıkması için çağırıyoruz zihnimize, muhteşem bir görme/duyma/olma performansı. Yangın yerine yapılan, maskesiz, koruyucu giysisiz bir bungee jumping de denebilir. Kitap ayraçlarını tüm güzelliklerine rağmen kullanmayan, kitapla aramıza giren bir “üçüncü şahıs/nesne” tehdidi olarak algılayanlardanızdır, sayfayı kıvırırız, en can alıcı yerinde kitabın, okumayı durdururuz.
Düşünceyi düşünmek için uzun bir es vermektir ihtiyacımız. Yılda 300 kitap okuyamayız bu yüzden. Az okur, çok düşünürüz kitapları. Göğe bakmak için başımızı çevirdiğimiz salonun, temizlenmesi ihmal edilmiş tozlu camından karşı binadaki yaşlı teyzeyle ona bakım vermekten bunalmış orta yaşlı oğlunun bağıra çağıra konuşmalarını izleriz. Duymasak da biliriz bağırdıklarını. Çok kere, sokağın çok eski hallerinin de tanığı teyzeyle biz, camdan yarı belimize sarkıp geleni geçeni, gelmeyeni ve geçmeyeni izlerken göz göze gelmiş, el sallamışızdır birbirimize. Neye baktığımız ve neyi gördüğümüz, nerelerde gezindiğimiz o anda ikimizin bildiği sır. Yeşilin güzel tonu, yaşlı göz griliğine inatla baskın teyze, gülümseyerek Lazca bir şeyler söylemiştir bize.
BÜYÜK SEVGİ BÜYÜK KEDER
Okuma koltuğuna yaslanırız, yaş haddinden kulakları duymayan köpeğimiz kuyruğunu sallayarak, onu sevelim diye başını kucağımıza bırakır, avuçlarımızda bir tüy yumağı, çok sevmenin karşılıklı akışında, sevgiyle büyürüz. Büyük sevgi, büyük kederi içinde taşır. İlk göz ağrımızın, çok köpekli ve kedili bir familyaya evrilmemizin mimarı, ihtiyar bebeğimizin sıcak başıyla temas bizi, neden bunca kederlendirir?
Acı ile keder birbirinden nasıl bunca farklı olabilir? Birbirinin çok yakın iki tonu olup ayrı iki duygu olarak var kalmaları nedir, niyedir? Camları bir güzel temizlemeli.
Festival gösteriminde bilet bulunamadığı için izlenmesi gecikmiş, ilgimizi çok çekmiş bir filmi yeni yılın ilk gününde, gün ortası bir tek gösterimlik seansta yakalamışızdır. Perdede akan jeneriği izlemeyi sevsek de saate bakar, fırlarız koltuktan, bekletmemek için arkadaşımızı. Sosyalleşmek gerekir diye bir bilgi neyse ki çağırır bizi. Yeni yıl kutlamalarını devam ettirmekteyiz. Bir yudum şarap içer, ağzımızdaki kırmızı rayihanın yayılışını hissederiz, haz alırız.
O çok etkilendiğimiz filmden konuşmak istemeyiz. Arkadaşımızın da görmesi gerekir filmi, onunla konuşabilmemiz için. Yazmak da istemeyiz bu yüzden, uyandırdığı hisleri ortaya dökeriz işte böyle… Yas sürecindeki arkadaşımızı izleriz. Anlattıkları, yakın zamanda kaybettiği annesiyle ilgili olmasa da onun kaybıyla olan ilgisini, söylediklerini değil de sustuklarını yakalamak istercesine… Arkadaş değil, sırrı çözmeye yaklaşmış bir dedektifizdir şimdi.
Eve yalnız yürüyecek, her adımda daha doygun düşüneceğiz filmi. Yanımızdan geçen geveze bir tanıdığa, onu sevmediğimizden değil, o anda düşüncemizden alıkoyacağı endişesiyle rast gelmemek için, anlık bir hamleyle, köşedeki ATM’den para çekme numarası yapacağız, kartımız olmasa da. Sonra bunun, bizi düşüncemizden daha çok alıkoyan bir uğraş olduğunu düşünüp kendi kendimize güleceğiz. İnsan çözülebilseydi, acı’yı da çözebilirdik belki. Eve gidince geveze tanıdığı arayıp iyi yıllar dilemeyi tasarlayacağız sonra. Defterimize not düşeceğiz; her acı, suçluluk duygusuyla mı gelir? İnsanımızdan, hayvanımızdan sorumluyuz demektir belki. Evrenin kafasına göre takılan akışına dehşetli bir hayranlıkla adımlarımızı hızlandırıyoruz, acıdan uzaklaşabilecekmişiz gibi.
İnsandan kaçıp insana çekiliyoruz. Dünyanın tüm çilesi usulca sızarken hayvana ve çocuğa.
Ceren Gündoğan: 1983 İstanbul doğumlu. İBBŞT TAL’de ve Akademi İstanbul Tiyatro bölümlerinde oyunculuk, Kocaeli Üniversitesi GSF/ Sahne Sanatları Dramatik Yazarlık bölümlerinde öğrenim gördü. İstanbul Devlet Tiyatroları’nda oyuncu ve reji asistanlığı, Asis Yapım’da proje tasarım asistanlığı ile dizi ve belgesel senaristliği yaptı. İlk romanı Yaralı Rüzgâr, 2022 Mayıs ayında Eksik Parça Yayınları etiketiyle yayınlandı. Artı TV’de Artı Sahne programı sürdürüyor
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***