YORUM | AHMET KURUCAN
Çok şeyler öğrendim görüştüğüm psikologdan. Sosyal terapi seanslarım içinde benim kimliğimi, kişiliğimi ve kendiliğimi oluşturan unsurları yeri ve zamanı geldiğinde tek tek gösteriyor. Med-cezir yaşıyorum her seansda. Bir gün bakıyorum ninem tecelli etmiş bende ve onu taklit ediyorum. Daha doğrusu taklit ediyormuşum da haberim yokmuş. Bir başka davranışımda dedemi. Sağolsunlar varolsunlar. Dün ile bugün, dünkü ben ile bugünkü ben arasından bağlantıları bana gösterdikleri, kendimi tanımama,bilmecenin eksik karelerini tamamlamama yardımcı oldukları için.
Bu seanslardan birinde “Üzüntünü yaşamalısın ve o üzüntüyü yaşamak için kendine izin vermelisin” demiş ve ardından uzun uzadıya izahlarda bulunmuştu. Anlattıklarından benim anladığım şuydu: güçlüyüm, erkeğim, azimliyim, kararlıyım diye üzüntünü zamanında yaşayamazsan aslında bu senin güçsüzlüğüne delalet eder. Erkek adam ağlamaz değil erkek adam gerektiği yerde ağlar hatta ağlamalıdır, ağlamak zorundadır. Ağlamak güçsüzlük belirtisi, zaaf göstergesi olmaz ve olamaz. Onun için erkek adam ağlamaz deyimi de, kadınlar gibi ne ağlıyorsun deyimi de yanlış çıkarımlardır. Neden? Çünkü erkek de olsan, kadın da olsan, güçlü de olsan güçsüz de olsan son tahlilde insansın. Ve insan hem üzülür hem sevinir, hem ağlar hem güler.
Nereden çıktı bu diyeceksiniz. İki gün önce bir hüzün yaşadım hem de doya doya ve duya duya. İzin verdim kendime. Yaşamalısın bunu dedim ve saatlerce hüzne gark oldum iç dünyamda. Hemen anlatayım; yapmış olduğum seyahatte eş-dost ile kahvaltı yapıyoruz. Sağdan soldan, dünden bugünden konuşuyoruz. Kendisinden izin aldığım için yazacağım ama tabii ki ismini vermeyeceğim. Yıllardır yurt dışında yaşayan oğlunu ziyarete gelmiş baba eşi ile birlikte. O konuşuyor. Tam bir Anadolu insanı. Mesleğine emekli olmuş olmasına rağmen resmen aşık. Gözleri doluyor mesleki anılarını anlattığında. Hizmet hareketi ile hiç alakası olmamış. Daha düne kadar “Gülelim eğlenelim kam alalım dünyadan” felsefesi ile yaşamış. Hedonizmi hayatının merkezine koymuş adeta. Esrarından içkisine, kumarından aklınıza gelebilecek her türlü kötü alışkanlıkla yolu kesişmiş. Bu durakların hepsinde de durmuş. Kimisinde uzun süreli kalmış, kimisinde kısa süreli. Kendisinin böyle bir hayatı olmasına rağmen çocukları için her anne baba gibi en iyisini, en güzelini, en doğrunu istemiş. Evlatlarının Hizmet dairesi içinde yer alması için bir gayreti var mı yok mu bilmiyorum, an itibariyle o dairede bulunmasından son derece mutlu. Yanlış hatırımda kalmadıysa iki çocuğu daha varmış. Onlar da bu daire içinde.
Beni hüzne sevk eden ibretlik hikayesine gelince. 15 Temmuz sonrası kitlesel tutuklamaların olduğu dönemlerde oğlunun evini terörle mücadele polisleri basmış ve karakola götürmüş. Haberi alır almaz gelini ve torunlarının yanına koşmuş baba eşiyle birlikte. Ne gariptir ki onların gelmesine takip eden günde sabahın erken saatlerinde yine terörle mücadele ekibi bu defa gelinini almak için eve baskın yapmış. Tam anlamıyla bir tedhiş örneği. Korkutma, yıldırma, sindirme amacından başka bir şey taşımıyor bu baskın türü. Polisler hem anne babaya hem geline hem de çocuklara karşı çok sert ve acımasızca davranmışlar. Bağırmışlar, çağırmışlar. Ama işte bu orantısız güç kullanımı, polislerin kraldan fazla kralcı tutumları, adeta nefret ve öfke abidesi gibi davranmaları babayı çileden çıkarmış.
Ne yapmış dersiniz? O da bağırıp çağırmaya başlamış ve eline geçirdiği bir bıçakla en sert davranan komiserlerden birinin üzerine yürümüş. Polislerin hiç beklemedikleri bir gelişme. Çünkü onlar da biliyorlar ki terörist diye adlandırdıkları insanlar aslında karınca incitmez beyefendiler, hanımefendiler. İşte böyle enderun terbiyesi almış bir beyefendinin ve hanımefendinin evinde saçları bembeyaz, yaşı 70’e dayanmış elinde bıçak üzerlerine yürüyen bıçkın bir delikanlı ile karşılaşınca şaşırmışlar. Üzerine yürüdüğü komiser silahını çekmiş, “Vururum seni” demiş. Bizim bıçkın delikanlı çok okkalı bir küfür sarfederek “Vurmazsan…” demiş. Üç nokta koydum. Gerisini siz tahmin edebilirsiniz.
Halk tabiriyle söyleyeyim, bakmışlar hamamda deli var. Bu adam şimdiye kadar baskın yaptıkları Hizmet’e aidiyet ya da iltisaklı diye gittikleri evlerde karşılaştıkları insanlar misali uysal koyun değil. Yelkenleri yere indirmişler. Diğer komiserler devreye girmiş. Yatıştırmaya çalışmışlar bizim Eşrefpaşa kabadayılarını aratmayacak o bağrı yanık babayı.
“Dertli söyleyen olur” derler. Zaten dünyalar tatlısı, namazında niyazında, insanlığa faydalı olmaktan başka hiçbir kabahati olmayan oğluna yapılanlardan dolayı bağrı yanık olan o delikanlı baba bağırarak şunları söylemiş: “Ne kabahati var oğlumun, gelinimin? Ne suçu işlemişler? Neden böyle davranıyorsunuz. Gelin beni tutuklayın. Bakın ben daha düne kadar her türlü pisliğin içine girdim. İçki içtim, kumar oynadım, esrar kullandım ve daha aklınıza ne gelirse hepsini yaptım. Bir tek pezevenlik yapmadım, kadın satmadım. Gelin beni tutuklayın. Neden dünyalar iyisi bu insanlara musallat oluyorsunuz?”
O hırçın, o arsız tavırlarından geri adım atan polisler bu defa “Biz de emir kuluyuz” diyerek durumu kurtarmaya çalışmışlar. Bu arada evin gelini devreye girmiş; “Baba bu tavrınla beni zor duruma sokuyorsun” demiş ve kayınpederini sakinleştirmeye çalışmış. Tamam demiş bizim 70’lik kelimenin tam anlamıyla damarlarından deli deli kan akan o delikanlı bıçkın baba. Ama demiş ve şartını ileri sürmüş. “Tamam götürün gelinimi. Fakat ne önden ne arkadan ellerine kelepçe vurmayacaksınız. Karakola kadar da sizi takip edeceğim. Eğer kelepçe vurarsanız vallahi billahi nerede olursanız olsun sizleri bulacak başınıza bomba olup yağacağım” demiş gürleyerek. İster tehdit deyin ister blöf ister sinirlerin boşalması esnasında söylenen sıradışı bir cümle, kabul etmiş polisler. Daha doğrusu kabul etmek zorunda kalmışlar. Çünkü alnına dayanan silaha aldırmayan, üstelik ‘vurmazsan…. ‘ diye küfürler savuran bu adamın söylediğini yapacağından korkmuşlar ve nazik bir şekilde gelini alıp gitmişler.
Hikaye bu kadar ama. Ama’sı şu, o babanın “elemi gitmiş lezzeti kalmış” felsefesi ile kısmen gülerek kısmen o günü yeniden yaşayarak anlattığı o olay benim yüreğimde çok derin izler bıraktı. Akşama kadar hayal gücüm hep bu manzarayı gözümün önüne getirdi. O baskın anını bir daha, bir daha, bir daha yaşadım ve hüzne gömüldüm gün boyu. İçten içe ve doya doya, duya duya yaşadığım bu hüznü kimseye sezdirmemeye çalıştım. Aslında hissiyatımı yüz ifadelerimden belli eden bir insanım genelde. Bu defa direndim kendime. Belli etme çevrene dedim ama psikoloğumun dediği gibi o hüznü de yaşamak için kendime izin verdim.
Binlerce örneğini yıllardan beri hem de hemen her gün gördüğümüz bu hadise üzerinden devletin tutumundan polislerin tavrına kadar söylenecek daha çok şey var fakat yazı çok uzadı. Okuyucunun engin ferasetine güvenerek herkes kendi yorumunu kendi yapsın diyor ve yazımı bir kez daha Cemal Süreya ile bitiriyorum: “Çiçek gibi insanların kalbini kırdınız bahçeniz bahar görmesin.”
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***