YORUM | AHMET KURUCAN
7 sene geçmiş hapishaneye gireli. Tam 7 sene. Ağza kolay. Tam 84 ay veya 334 hafta ya da 2.555 gün. “Zindanda dakika farksızdır aydan” perspektifinden bakacak olursanız ve rakamlara yalvarsanız bana yardımcı ol diye yardımcı olamazlar.
Evet, eş hasreti ile geçen gün 2.555 gün. Birisi evli diğeri evlilik çağında ama anne baba nezdinde hiç büyümeyen 3 çocuk hasreti ile geçen 334 hafta. Birisinin doğumuna dahi şahit olmadığı diğerini ise bebek yaşında iken terkettiği ve ancak fotoğraflarına sarılabildiğini, cansız suretleri ile teselli olabildiği iki torun özlemi ile geçen 7 koca sene.
Bu süre içinde 3 damarın değiştiği açık kalp ameliyatı, peşisıra iki defa yapılan anjiyo, şeker ve tansiyon gibi yeme içmeden spora, uykudan ilaçları zamanında almaya kadar uzanan dikkat edilmesi gereken iki kronik rahatsızlık ve korona ile mücadele. Hapishane şartlarında ölmesi normal, yaşaması mucize. Ve işte o mucize Allah’ın izniyle gerçekleşti. O koca 7 yıl bitti ve sağ salim çoluk çocuğuna, torunlarına, sevdiklerine kavuştu.
Kimden mi bahsediyorum? İsim önemli değil. Binlerle ifade edilebilecek o kadar çok insan var ki bu durumda olan. Tasvirini yaptığım ve gerçekten var olan bu kişi ile aynı pozisyonda bulunan ve benzer ya da daha kötü şeyleri yaşayan nice insan var şu an ülkemizde. Hem de hiç bir delile dayanmayan suçlamalarla, iftiralarla, yalanlarla.
Hırsızlık çok kötü diyoruz ve hırsızlık denince akla hemen maddi değeri olan bir şeyin söz gelimi paranın, altının, elmasın çalınması geliyor değil mi? Doğrudur, çok kötüdür bu. Başkasının alın terini çalmak. Büyük emekler sarf ederek elde ettiği birikimini onun elinden almak. Bu kötü de bir insanın hayatından tam 7 seneye çalmaya ne diyeceksiniz? Hiçbir somut delile dayanmaksızın, masumiyet karinesini kaale almaksızın, kendilerinin uydurdukları iltisak gerekçesi ile masum insanların özgürlüklerini ellerinden alıp kollektif cezalar vererek hapse atan savcılar ve hakimler hırsız değil mi? Bence en büyük hırsız onlar. Hem de hırsızlıklarını adalet dağıtacağım diye giydiği cübbenin arkasına sığınarak yapan korkak hırsızlar, kukla hırsızlar, “siyasetin köpeği” olmuş zavallılar.
Geriye döneyim; o mucize gerçekleşti ve koca olarak eşine, baba olarak çocuklarına, dede olarak da torunlarına kavuştu. Evde müthiş bir bayram havası var. Her şeye rağmen deyip yakın ve uzak çevreden geçmiş olsun ziyaretine gelenlerle dolup boşalıyor ev. Yıllardır hasret kalınan yöresel yemekler pişiyor mutfakta. Ara sıra çarşı pazara çıkıp sosyal hayata yeniden adapte olmanın ilk adımları atılıyor. Mazide kalan 7 sene içinde yaşananlar tek tek anlatılıyor. Eşin dostun çoluk çocuğunun düğün fotoğraflarına, kayda alınmış ve birgün birlikte izleriz diye saklanmış videolarına bakılıyor. Bir elde çay, diğer elde çekirdek çitleyerek ailecek hep birlikte onları mazideki nostalji ortamına taşıyacak Yeşilçam filmleri izleniyor.
Yine böyle bir gün ve gecenin nihayetinde evin oğlu, eşi ve çocukları ile artık kendi evine gideceği zaman doğumuna şahit olmadığı evin 5 yaşındaki torunu dedesine şu soruyu soruyor:
“Dede sen babaannemin evinde mi kalacaksın?”
Dede bu soru karşısında şaşkın. Torununun o soruyu neden sorduğunu anlayamıyor. Halbuki o küçük çocuğun zihninde sorduğu bu sorunun dayandığı bir temel var. Var ama dede bundan habersiz.
“Tabii ki oğlum. Babaannenin evi benim de evim” diyor.
Çocuk anında itiraz ediyor ve yukarıda söylediğim o mantıki temeli dile getiriyor.
“Hayır! Senin evin o polislerin olduğu yer” diyor. Yani hapishaneyi tarif ediyor.
Dede cevap veriyor: “Hayır oğlum. Babaannenin evi benim de evim. Artık bundan sonra hep birlikte kalacağız.”
5 yaşında çocuk. Dedesinin ağzından çıkan bu söze hemen inanıyor. İhtimal inanmak istiyor. Önceki sorusundaki mantık ve muhakemeyi bir kenara atıyor ve koşa koşa babasının yanına gidip:
“Baba! Duydun mu? Babaannemin evi dedemin de eviymiş. Artık bundan sonra hep bu evde yaşayacakmış” diyor.
Evet acı ama gerçek. Bu tablo cemaat özelinde son 10 yılın tablosu. Bundan önce de toplumun başka gruplarına yapılmış aynı şeyler ve hala daha yapılanlar var. Ne çıkar bu tablodan? Yarın bu çocuklar büyüdüklerinde, çocukluklarını hatırladıklarında kendilerine bunu çektiren şahıslara da, partilere de, sisteme de, devlete de olumsuz düşünce ve tavırlar içine girmez mi? İster Türkiye isterse dünyanın değişik ülkelerinde bu istikamette yaşanan şeyler hep bu sonucu doğurmamış mıdır?
Doğurmuştur. Yüzlerce, binlerce örneği vardır ve bunu en iyi bizim devletlüler bilir. Bilir ama iktidar yolculuğuna çıkarken verdikleri sözlere rağmen uygulamazlar bunları. Hırsızlıkları gün yüzüne çıkacağı için uygulamazlar. İktidar nimetlerinden gayri meşru bir şekilde istifadeyi sürdürmek için uygulamazlar. Ulusal ve uluslararası mahkemelerde yargılanacakları için uygulamazlar.
Biz dönelim o aileye, ne yapacaklar bundan sonra? Önce sosyal hayata adapte noktasında, yaşanmışlıklarının onda ve sair aile fertlerinde bıraktığı tortuları izale için uzman yardımı almalılar. Kendilerini daha iyi tanımak için yapmalılar bunu. Dün ile bugünü birleştirmek ve gerek kişilik gerek kendiliğinin oluşmasında belirleyici ve etkileyici noktaları görmek için yapmalılar. Özetle kendi gerçekliklerinin farkına varmak için yapmalılar.
Ardından akıl, ruh ve beden sağlığının kesişim noktasında yerini alan dengeye ulaşmalılar. İsterseniz buna hayat dengesi adını verin. Dün ihmal ettiği ne varsa onları telafi cihetine gitmeliler. Mesela beden sağlığı. Beden sağlığının düşünce ve duyguya tesirinin ayırdına varmalı artık insanımız. Biyolojinin psikolojiye ve muhakemeye etkisi de diyebilirsiniz buna isterseniz. Bu bağlamda dini inancımız ve o inancın baş temsilcisi olan Efendimizin (sas) hem sözlü beyanları hem de fiili uygulamaları motive edici bir rol oynayabilir bizim hayatımızda.
Sonra özgürlüğüne kavuşan o kişi 7 yıl içinde toplumda çok ama çok şeylerin değiştiği gerçeği ile yüzleşeceğine kendini hazırlamalı. Ailesi de buna yardımcı olmalı. Neden? Çünkü eski dostların düşman olduğunu görecek çarşıya çıkınca. Kendisi hakkında rejimin 4 harflik diskurunu kullanan yüzler, binler ve milyonlar görecek. Devletin orantısız propaganda gücüyle bir toplumun algılarına nasıl oynadığını ve o algının olgu yerine geçtiğini müşahade edecek.
İşte bütün bunlardan etkilenmemek için kendini zihnen ve kalben hazırlamalı. Selamını dahi almayan, onu gördüğünde yol değiştiren kişiler gördüğünde ya selam deyip geçmeli. Hiç etkilenmemeli.
Neden mi? Niyetinin saflığından, varlığının özüne indiğinden, inandığını idealler uğruna bedel ödediğinden dolayı.
Neden mi? Hala daha dünkü ben olduğundan. Suç diye isnat ettikleri şeyleri dine, imana, ülkesine, insanlığa hizmet aşkıyla yaptığından emin olduğundan. Onların terörist demesi ile terörist olunmayacağından.
Hasılı, hayat bir nehir gibi ve akıp gidiyor. Bizler beşer olarak bir taraftan o nehrin içindeyiz diğer taraftan da o nehrin kenarında durmuş gözlemleyen insanlarız. Akışa kendimizi kaptırmayalım. İrademizin hakkını verip öğretilmiş çaresizlik deryası içine dalmayalım ve Kur’an’ın ifadesiyle Rahman’ın has kulları olmaya gayret edelim. Ne güzel tasvir eder ve o tasvir içinde ne güzel hedef verir Kur’an inananlara: “Rahmân’ın has kulları yeryüzünde vakarla ve alçakgönüllülükle yürüyen, kendini bilmez cahiller onlara laf attığı zaman da, “Uğurlar olsun!” deyip geçen kullardır.” (Furkan Suresi, 63)
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***