Batı dediğimiz bloga Anglo-Sakson ülkeleri liderlik ediyor, o yüzden ABD ve İngiltere’de müesses nizamı temsil eden yayın organlarında yer alan analizler önemlidir ve bize resmi yetkililerin açıklamalarında çoğu zaman bulamayacağınız bir açıklıkta Batılı karar alıcıların belirli konularda ne düşündükleri, neleri konuştukları hakkında ciddi fikirler verir. Böyle bir dergi olan The Economist bu haftaki sayısında Türkiye’ye ilişkin özel bir rapor yayınlayarak bunu “Türkiye’de yaklaşan diktatörlük” gibi çarpıcı bir başlıkla ve kapakla okuyucularına takdim etti. İngiliz yayın organının yaklaşımı, yine bu hafta Amerikan The Wall Street Journal gazetesinde yayınlanan ve Trump döneminde Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanlığı gibi kritik bir görevi yürüten John Bolton’un imzasını taşıyan, “NATO’nun Erdoğan’a seçim mesajı” başlıklı makaleyle paralellik gösteriyordu. İki yayın da iktidarı çok rahatsız etti. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun The Economist’e, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın ise Bolton’a tepki gösterdi. Hatta bizzat Erdoğan bugün “Türkiye’nin kaderini İngiliz dergisi mi tayin ediyor? Benim milletim tayin ediyor.” şeklinde sanki Türkiye’ye diktatörlüğü The Economist dergisi getirecekmiş gibi kendisinden alışık olduğumuz çarpıtmalarından biriyle karşılık verdi.
Önümüzdeki seçimlerle birlikte, Erdoğan’ın 2013’de direksiyonu kırdığı, 15 Temmuz 2016’dan itibaren ise vites yükselterek tam gaz ilerlediği “popülist otokrasi” yolunun sonuna gelindiği herkes tarafından görülmeye başlandı. Erdoğan’ın önünde artık iki seçenek var: Ya bir U dönüşü yaparak ağır aksak da olsa yeniden hukuk ve demokrasi yoluna dönecek, ya da hiç durmadan devam ederek tam bir diktatöre dönüşecek. Tüm işaretler AKP liderinin ilkini değil, ikincisini yapacağını ortaya koyuyor. Peki Batı’nın buna vereceği tepki ne olacak, önlemeye çalışmak için herhangi bir adım atacak mı, elinde ne tür mekanizmalar var? Batı bugüne kadar bu sorularla yüzleşmekten kaçındı. Ama artık bu lüksü kalmadı. Bir tepki geliştirmesi gerekiyor. Bu ne olacak? Soru bu…
Bu sualle yüzleşmeyi bu kadar geciktirmiş olması Batı’nın hareket kabiliyetini iyice sınırlandırmış durumda. “Perşembenin gelişi, çarşambadan bellidir” derler. Geçen Mart’ta “Batı’nın Erdoğan’ı yatıştırma siyaseti de iflasla bitecek” başlığıyla yazdığım yazıyı şu sözlerle bitirmiştim: “O kaçınılmaz an geldiğinde Batı’da şimdi Putin için yapılana benzer şu tür sorgulamalara yeniden şahit olacağız: Erdoğan’ın hukukun üstünlüğünü, temel insan haklarını, ifade ve basın özgürlüklerini bu denli çiğnemesine daha tepkili olmak gerekmez miydi? Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bu denli hukuku ve insan haklarını ayaklar altına almış bir rejim karşısında idare-i maslahatçılıktan kaçınması daha doğru olmaz mıydı? Batı sistemi içerisinde olduğu halde bu kadar otoriterleşmesine göz yumulmuş bir rejimin dünyanın başına ekonomik (veya askeri) kriz şeklinde ciddi bir bela açmasının neredeyse kaçınılmaz olduğunu kabullenerek, ona göre ön alıcı siyasetler izlemek daha basiretli bir yaklaşım olmaz mıydı? Ne demişler? Ba’de harabi’l-basra… (“Basra harap olduktan sonra…” İş işten geçtikten sonra dövünmenin faydasızlığını vurgulayan bir deyimdir.)”
İşte o kaçınılmaz an artık iyice ufukta gözüktü. Çin ve Rusya gibi otoriter rejimlerle kızışmakta olan kapışmasının ideolojik veçhesini “otokrasi-demokrasi” karşıtlığı üzerine kurup, kendisini hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu demokratik dünyanın lideri olarak sunan Batı, fiili diktatörlük haline gelmek üzere olan Türkiye’yi NATO üyesi olarak tutmayı sürdürecek midir? Nitekim ABD Dışişleri Bakanlığı’nda üst düzey görevlerde yer almış bir isim olan Robert A. Manning bugün The Hill gazetesinde yer alan makalesinde Biden’ın düzenlediği Global Demokrasi Zirvesi’ne AKP liderini davet etmediğini hatırlatarak “Erdoğan, Biden’ın demokrasiye karşı otokrasi ideolojisine kesinlikle uymuyor.” diyor.
Bolton “Avrupa’nın yeniden hasta adamı” diye tanımladığı Erdoğan Türkiyesinin bir NATO müttefiki gibi davranmadığını belirterek Biden Yönetimini buna karşı aktif bir tavır almaya çağırıyor. Erdoğan’ın seçimi kazanmak için muhalefete, büyük bölümünü kontrolü altında tuttuğu medyanın muhalif kısmına, özellikle Kürtlere ve Gülen cemaatine yönelik baskısını iyice artıracağını vurgulayan Bolton NATO’nun AKP liderine açıkça şu mesajı vermesini istiyor: “Seçimlerin adil ve özgür bir ortamda gerçekleştirilmemesi bardağı taşıran son damla olacaktır ve Türkiye’nin NATO üyeliğinin iptal edilmesine yol açacaktır.” Evet, NATO kurucu anlaşması üyeliklerin iptal edilmesi veya askıya alınması mekanizması sunmamaktadır ama uluslararası hukukta “rebus sic stantibus” ilkesi vardır. Bu, anlaşmaların “koşullar değişmediği sürece” geçerli olduğu anlamına gelir. Türkiye NATO’ya üye olurken bir demokrasiydi, oysa artık bu sözkonusu olmadığına göre anlaşmaya aykırı davranmış olmaktadır. NATO Konseyi’nin teşkilatın kurumsal güvenliğini korumak için gereken böyle bir tedbiri alabileceğini düşünen Bolton ayrıca Erdoğan’ın hilelerine ışık tutmak, gündeme getirilmesini sağlamak üzere Türkiye’deki seçim sürecine yönelik uluslararası gözetimin ve medya haberlerinin artırmalısını salıklıyor.
Erdoğan ve Savunma Bakanı Hulusi Akar’ı yakından tanıyan bir isim olan, eski NATO Müttefik Güçleri Genel Komutanı, emekli Amerikalı amiral James Stavridis de bugün The Bloomberg’de yayınlanan “Türkiye, İsveç ve Finlandiya’yı engellerse NATO Türkiye’yi atar mı?” başlıklı yazısını “Kimse aralarında seçim yapmak zorunda kalmak istemez. Bunun olmamasını sağlamak Erdoğan’a kalmış.” sözleriyle bitirmiş.
The Economist’in Türkiye özel raporunda ise, önce mealen özetlersek “Erdoğan zaten tam bir otokrasi haline getirdiği Türkiye’yi tamamen diktatörlüğe çevirmek üzere. Bunun Batı için kaçınılmaz olumsuz neticeleri olacak. Batı’nın bugüne kadar Erdoğan’a yönelik yürüttüğü idare-i maslahatçı siyaseti sürdürmesi doğru değil, ciddi bir değişikliğe gidilmesi elzem hale geldi. Bir şeyler yapmak için hala çok geç değil.” deniliyor.
Raporda yer alan bazı çarpıcı ifadeler yine özetle şöyle: “Giderek tutarsızlaşan bir cumhurbaşkanının idaresinde Türkiye felaketin eşiğindedir. Seçimler yaklaşırken Erdoğan’ın takınacağı tavırlar, zaten ağır kusurlu bir demokrasi olan ülkenin tam bir diktatörlüğe düşmesine yol açabilir. Erdoğan yirmi yıllık iktidarı boyunca giderek daha fazla otokratik hale geldi. 2016’daki darbe girişimi sonrası, kumpasla suçladığı dini grupla bağlantılı gördüğü onbinlerci kişiyi tasfiye etti ve tutukladı. Bunu yaparken genellikle gerekçe olarak en küçük söylentiyi (fısıltıyı), mesela çocukken sözkonusu grubun okullarından birine gitmiş olmayı bile yeterli gördü. Devlet kurumlarını tamamen kendisine bağladı, kuvvetler ayrılığını, denetim ve denge sistemini zayıflattı. Medyanın büyük bölümünü hükümetin propaganda aygıtı haline getirdi, interneti sansürledi. Pek çok muhalifini hapse attı. AKP içindeki rakiplerini etkisizleştirdi. Yargıyı kendine boyun eğdirdi, muhaliflerini bastırmak için mahkemeleri kullandı.”
“Geniş bir sarayda oturuyor ve maiyetindekiler çok korktukları için ona yanlışlarını söylemiyor. Uyguladığı garip ekonomi siyaseti yüzünden enflasyon aşırı yükseliyor, ülkede hayat standartları düşüyor. Özellikle büyük şehirlerde hükümete yönelik belirgin bir memnuniyetsizlik var. Üç yıl önce Erdoğan ülkenin en büyük üç şehrinin (İstanbul, Ankara, İzmir) belediye seçimlerini kaybetti. Anketlere göre eğer muhalefet iyi bir aday gösterip etrafında birleşirse cumhurbaşkanlığı seçimlerini de kaybedebilir. Ama Erdoğan’ın buna müsaade etmesi oldukça şüpheli. En güçlü rakibi olan İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu hapis cezasına çarptırılarak siyasi yasaklı hale getirildi. Hükümet Kürt partisi HDP’yi kapatması için Anayasa Mahkemesi’ne başvuruda bulundu. HDP’nin pek çok lideri zaten hapse atılmış durumda.”
“Erdoğan vakti zamanında demokrasiyi hedefe varınca ineceği bir tramvaya benzetmişti. Onun iktidarında seçimler nadiren adil bir ortamda gerçekleştirildi, bununla beraber genel olarak özgürdü. Fakat şimdi endişe o ki, yenilmekten korkan Erdoğan seçimlerin artık ne adil, ne de özgür olmaması için elinden geleni yapacak. Batılı liderlerin seslerini yükseltmeleri gerekiyor. Amerika ve AB kritik ama sıkıntılı bir müttefikle arayı bozmaktan korktuğu için Erdoğan’a yönelik eleştirilerini genellikle ifade etmekten kaçınmaktadır. Kimse Türkiye gibi bir ülkenin sürüden koparak kontrolden çıkmasını istememektedir. (Batılı liderlerin) hepsi kızgın ve tecrit edilmiş bir Erdoğan’ın büyük fenalıklar yapabileceğinin bilincindedir. Yunanistan ve Kıbrıs’la sınır anlaşmazlıklarını büyütebilir, Suriye’deki çatışmaları daha da alevlendirebilir, Türkiye’den 5 milyon mülteci ve göçmeni güneydoğu Avrupa’ya gönderebilir, Finlandiya ve İsveç’in NATO üyelik başvurularını bloke etmeyi sürdürebilir.”
Bunlar bildiğimiz ve bugüne kadar pek çok uzman tarafından farklı şekillerde tekrarlanan gerçekler. Fakat bu noktada The Economist Batı’nın Erdoğan karşısında çaresiz olmadığını, aksine Türkiye’nin ekonomik ve askeri açıdan Batı’ya muhtaç durumda bulunduğunu, ekonomik krizin bu bağımlılığı daha da artırdığını, bunun gayet farkında olan Erdoğan’ın bu nedenle Batı kampında kalmayı önemsediğini hatırlatıyor. Tüm bunların Batılı liderlere pazarlık gücü verdiğini belirten dergi Biden’a “Erdoğan’la pervasızca, dobra dobra konuşma vakti artık geldi” diyor.
Geçen Mayıs’ta yayınlanan yazımda şunları vurgulamıştım: “Erdoğan dış politikada bazı ülkeler karşısında tüm dünyanın gözleri önünde çok dramatik, diz çökmeye varan geri adımlar attı. Demediğini bırakmadığı Mısır ve İsrail ile ilişkileri normalleştirmeye çalışması bir yana, 15 Temmuz’un finansörü olarak ilan ettiği Birleşik Arap Emirlikleri Emiri’ni kırmızı halılar sererek karşıladı, ağır ithamlarda bulunduğu Suudi Arabistan Veliaht Prensi’nin ayağına kadar gidip adeta özür diledi. Bunlardan çok daha önce Türk hava sahasını ihlal ettiği için düşürülen Rus jeti için Putin’in yaptırım tehditleri üzerine resmen yazılı olarak özür diledi. Daha zayıf ülkelerin ellerinde sopalarla AKP Genel Başkanı’nı böylesine hizaya getirdikleri gerçeği ortadayken ABD’nin alttan alan bir görüntü çizmesi Biden’ın hanesine eksi olarak yazılacaktır. Nitekim ABD Kongresi’nde “Erdoğan’la başkalarının yaptığı gibi anladığı dilden konuşmamız lazım. Elimizden sopayı eksik edersek yanlış yaparız” diyenlerin çok olduğunu da biliyoruz.”
Şimdi The Economist de aynı hususu dikkatle seçtiği cümlelerle şöyle vurguluyor. “Erdoğan, çekingen tutumla karşılaştığında bunu kendi avantajı için baskı yapma, sert tutumla yüzleştiğinde ise son zamanlarda pek çok Orta Doğulu ülkeyle yaptığı gibi arayı düzeltmek için bir teşvik nedeni olarak gören bir zorbadır. Bu nedenle Batılı liderler seçimden önce hem özel olarak hem de açık bir şekilde, İmamoğlu ve HDP’ye yönelik muhtemel yasaklarla ilgili konuşarak Erdoğan’a davranışlarını ne kadar umursadıklarını göstermelidir.”
Popülist bir otokratın demokrasi elbisesi giyinmesi ne kadar iğreti dursa da belki görmezden gelinebilir. “Napalım, kendi halkının çoğunluğu böyle istiyor” gibi bir bahaneyle yüzünüzü başka tarafa çevirebilirsiniz. Oysa bir diktatör, demokrasi elbisesiyle karşınıza çıktığında onu görmezden gelmek kendinizi ahmak yerine koymak, aklınızla dalga geçilmesine izin verdiğiniz için saygınlığınızı kaybetmek demektir. Siz o diktatörün bu oyunu devam ettirmesine dolaylı onay vermiş olarak o ikiyüzlülük utancını ve günahını paylaşırsınız. Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşleri’nde babasının cinayetini teşvik eden İvan’ın durumuna düşersiniz. Ona göre katille arasında hiçbir ortaklık yoktu ama caniye göre İvan’ın örtülü tasvibi olmadan cinayeti işlemesi imkansızdı. Şöyle der katil: “Beni hiçbir şekilde köşeye sıkıştırmamanız için, elinizde hiçbir kanıt bulunmaması için o sırada rızanızı almam gerekiyordu. O zaman susarak bana onayınızı vermiş oldunuz.”
Ne tesadüftür ki, Batı’nın karşı karşıya kaldığı bu zor dilemmanın daha ağır bir benzerini de Türkiye’de muhalefet yaşamaktadır. The Economist muhalefetin iktidara mesela dış politikada “açık çek” verdiğini belirttikten sonra ekliyor: “Muhalefet, kazanmak için bir strateji geliştirmektense, sadece Erdoğan ve AKP’nin kaybetmesini bekliyor gibi gözüküyor. Bu yeterli olmayabilir.”
Türkiye’yi yakından takip eden bir Batılı uzman olan Dr. Wolf Piccoli de DW Türkçe’ye verdiği mülakatta yine benzer bir görüşü seslendiriyor: “Erdoğan’ın seçimlere giden süreçte elini güçlendiren bir diğer avantaj da aslında son yirmi yıldır işine yarayan şey: Muhalefet. Muhalefet, adeta Erdoğan’ın en önemli seçim müttefiki. … Siz hiç muhalefetin AKP hükümetinin dış politikasına ciddi anlamda bir eleştirisini gördünüz mü? Mesela Suriye’ye operasyonlar konusunda geçmişte ciddi bir muhalefet sergilemediler ya da AB, Akdeniz veya Libya politikaları konusunda? CHP’nin ve aynı şekilde İyi Parti’nin zaman zaman Erdoğan’dan daha da fazla NATO karşıtı olduğunu da biliyoruz. Kılıçdaroğlu değil miydi Erdoğan gibi Türkiye’deki ABD üslerini kapatmaktan söz eden? Fark ne? … Yaklaşık 6 milyon dolayında genç seçmenden söz ediliyor, bu önemli ve belirleyici bir oran. Ama muhalefet bu gençlerin kendilerine oy vermeleri için, onları ikna etmek için söyleyin bana ne yaptı? Onları ikna etmek için bir çabası oldu mu? Birlikte bakalım muhalefete, bana söyler misiniz yeniyi temsil eden ne var? Son yirmi yıldır varolan ama farklı gömlekler giymiş insanlar bunlar. Dahası daha formda görünse de Kılıçdaroğlu Erdoğan’dan da yaşlı… Başkaları kötü diye kazanabileceğinizi düşünmek çok da işe yarayan bir strateji değil.”
Kılıçdaroğlu’nun gerek karizmatik olmaması, gerekse de Alevi kimliği nedeniyle Erdoğan karşısında zayıf bir aday olacağına dair tespit The Economist’in raporunda da paylaşılıyor. İmamoğlu siyaseten yasaklatılıp, HDP kapatılırsa Kılıçdaroğlu’nun adaylığı Batı’da seçimlerin bir danışıklı dövüşten ibaret olarak görülmesine yol açacaktır. Erdoğan bunu istemiyor. O yüzden o adımları atmasına gerek kalmadan Kılıçdaroğlu’nun aday olmasını istiyor, duruma göre önceki adımları atıp atmayacağına veya seçimden önce mi, sonra mı atacağına karar verecek. Eğer Kılıçdaroğlu gibi sağ seçmene kabul ettirilmesi kolay olmayan bir aday sayesinde, o adımları atmadan da seçimi kazanabileceğine inanırsa belki İmamoğlu’nu görevden almayı seçim sonrasına bırakacak.
Ama Kılıçdaroğlu’nun adaylığının önünde engel olarak çok güçlü iç dinamikler var. Muhalif cenahın ekseriyetinin gönlünde yatan adaylar Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu. İki adayı da Millet İttifakı’nın sağ kanadının seçmeni de benimsemiş gözüküyor. İmamoğlu Kürtlerden de oy alacağı anlaşıldığından Erdoğan’ı normal bir seçimde rahat yenebilecek bir aday portresi çiziyor. Aynı durum Kılıçdaroğlu için geçerli değil. Bu kadar kritik bir seçimde Erdoğan’ın karşısına en zayıf alternatifle neden çıkıldığını kendi tabanlarına kim, nasıl anlatacak? Böyle bir seçim yenilgisi sonrası halkın gazabı karşısında muhalefet partilerini kim koruyacak?
Erdoğan’ın bu kez elini herkes gördü, aynı oyunu oynaması çok zorlaştı. Hukuk ve demokrasi yoluna dönemez çünkü iktidarının ortaklarıyla birlikte boğazına kadar suç ve yolsuzluğa batmış durumda. Popülist otokrat olarak siyasi hayatını sürdürmek istiyor ama ekonomiyi mahvettiği için halkın kahir ekseriyetinin desteğini kaybetti. Popülist bir otokrasi için yüzde 51’lik destek bile azdır. Erdoğan’ın daha önce binbir dalavereyle ulaştığı bu oranı şimdi tutturabilmesi için muhalefetin pasif değil, aktif desteğine ihtiyacı var. 2016’da anayasal düzen katledildikten sonra iktidar ve muhalefet iki kritik dönemeci “kazanı devirmeden” geçti: 2017 referandumunda milyonlarca mühürsüz oy sayıldı, 2018’de muhalif aday geceyarısı ortadan kayboldu. Şimdi üçüncü döneme girerken iki tarafta da gerilim yüksek ve vaziyet bir orta yolu bulabilmelerini imkansız kılacak kadar nazik…
İvan katille yaptığı ilk iki görüşmede aralarındaki gerilim ve anlaşmazlıkları zorlanarak da olsa kontrol altında tutmayı başarmıştı. Fakat üçüncüsünde herşey alt üst olmuştu. İvan gibi örtülü ortaklığı itiraf ederek bunun artık bozulduğunu ilan edip kendinle yüzleşmek hiç kolay, faturası hiç hafif değil… Diğer yandan ise diktatörlük yolunu bir uçurum kesiyor. Erdoğan’la o yola girmek demek, o uçurumdan onunla beraber düşmek demek… Muhalefetin kendisine kurtarıcı elini uzatmaması halinde Erdoğan’ın kurtulabilme ihtimali gerçekten var mı? İdeolojik ve ahlaki açıdan kendisini çıkmaza sokan bir yola girmiş olduğunu farkeden İvan bu nedenle bir sinir buhranına düşerek mahkemede herşeyi itiraf edeceğini söylediğinde katil intihar eder.
Türkiye gergin adımlarla 21. yüzyılda nasıl bir siyasi rejimle yönetileceğini belirleyecek o keskin kavşağa doğru ilerliyor… Tüm taraflar ne yaparlarsa yapsınlar artık 15 Temmuz rejimini devam ettiremeyeceklerinin, can çekişen Yenikapı ruhunu diriltemeyeceklerinin, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının, olamayacağının farkında…
- Ömer Murat, Dış Politika ve Siyaset Uzmanı, Eski Diplomat
ÖMER MURAT
20 Ocak 2023 HABER ANALİZ
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***