Güz Sonatı
1978
Sinemanın en büyük tanrısı.
“Herkes mutluluğu sever. Kimse acıyı sevmez. Ama biraz yağmur olmadan da gökkuşağı çıkmaz ki” diyen Ingmar Bergman.
Vazgeçilmez görüntü yönetmeni, büyük usta Sven Nykvist.
Büyük aşkı, Stradivarius’u Liv Ullman.
Ve “Bu film yüzünden hayranlarımı kaybedeceğim” dediğinde, Ingmar Bergman’dan “Ben sana yenilerini yaratırım merak etme” cevabını alan Ingrid Bergman.
Sanatla, yetenekleriyle ve duyarlılıklarıyla devleşen, büyüleyen ve sonra sömürüp zehirleyen sanatçılar.
Filmin şimdiki zamanında neredeyse hiçbir şey olmaz.
Tüm olay örgüsü geçmişte kurulur.
Aslında olan bitenden ziyade, bunlarla sonra nasıl da başa çıkılamadığına, bütün yaşamları nasıl mahvettiğine dair bir senaryodur.
Adında ve her hücresinde müziğin nefes alıp verdiği başyapıt.
Handel ile açılır film.
Bach ve Chopin gelecektir ilerleyen sahnelerde.
Bir anne-kız ilişkisi, çatışması ve hatta acımasız bir savaşı izleyeceğiz ama filmin ilk planı bize odak karakterin hangisi olduğunu söyler: Eva .
Üstelik “Sinematografi İnsan Yüzüdür” diyen büyük ustanın bir geniş açı kadrajla başlaması olayı iyice netleştirir ki Eva’nın dünyayla,çevresiyle ve eviyle ilişkilerine odaklanmamız istenir.
Görünürde dik duran, çalışan ,kendine güvenli biridir.
Ama yalnızdır.
Hem çerçevelenmiş hem de tam üç kadraj içinde kadrajda, fena halde sıkıştırılmıştır.
Derli toplu bir burjuva evidir gördüğümüz.
Hem özen vardır, hem de kırmızı çiçeklere bakarsak sevgi…
Ancak hemen yanda duran solmuş yapraklar bizi filmin adına götürür:
Sonbahar.
Hemen arkasından duyduğumuz ses , kameranın kocanın gözü olduğunu bize anlatır.
Böylece kocayla özdeşleşiriz.
Hemen arkasından dönüp kameraya, yani bize konuşur koca.
Bergman’ın artık alışık olduğumuz Brechtian yabancılaştırmaları…
Adamın bir kapının arkasına saklanmak konuşması…
İki ayrı dünyada olmaları, aralarındaki büyük mesafe…
Hepsi çok anlamlı kompozisyon tercihleridir
Ve adam bakmazken kadının flulaşması, demin gerçekten de onun gözüyle bakıyor olduğumuz gerçeğiyle uyumludur.
Bir “papaz evi” duyunca ister istemez yine Bergman’a dair otobiyografik bir şeyler var burada deriz.
Zira bir papazın oğludur yönetmen
Ne kadar da hızlı gelişen bir süreçte evlenmiştir adam ve kadın…
Adamdaki bir eksikliğe işaret eder bu apar toparlık.
Zira Eva adamın evlilik teklifine karşı kayıtsızdır.
Ancak evi görünce ilgilenir: “Burada yaşayabilirim.”
Yaşayamadığı bir yerden kurtulma yolu mudur acaba bu teklifi kabul etmek?
Belli ki temel motivasyon bir sevgi değildir, bir kaçıştır söz konusu olan.
Oysa eğitimli, kültürlü bir kadındır.
Kırmızı kazağına bakarsak tutkuludur.
İlişki kurabilmektedir.
Bir yazardır.
Ancak olaylar ters gitmiştir.
Film Eva’nın sözleriyle açılıp, onlarla kapanır:
“İnsan yaşamayı öğrenmeli”
“Bunun için her gün alıştırma yapıyorum.”
Belli ki yaşamakta zorlanan biri, bir üzüntü, bir yıkılıp gitmeme, devam edebilme çabası vardır…
Yani “ilerleyemiyorum”…
“Kimse beni olduğum gibi sevmedi”
İnsanı en çok koşulsuz kim sever ki? Elbette annesi
Bergman kimin sevgisi için beyhude yere çırpınmıştır çocukluğunda? Elbette annesi
Bir sevgisiz ya da sevmeyi beceremeyen anne meselesi daha..
Oysa ki şimdi, kocası tarafından koşulsuz sevilmektedir.
Ama egosu ve özgüveni öylesine yaralanmıştır ki, bunu kabul edememektedir.
Adam kadrajdan çıkar, kadın ayaklanır.
Ya da kadın ayaklanacakken, adam kadrajdan çıkar.
Sadece filmi başlatan prelüde olmaz bu monolog, aynı zamanda adamla kadının aynı evin içinde olduklarını ama aynı kadrajı paylaşmadıklarını yani aslında ne kadar uzak olduklarını, paylaşımlarının ne kadar az olduğunu da anlatır.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***