Zapatista komününün ortasında, bizim komün vardı, yabancılar komünü. Uluslararası insan hakları gözlemcisiydik.
Sayımız değişiyordu zamana göre, bazen iki kişi kaldığımız da oluyordu ya da 15-20 kişi olduğumuz da.
Karışıktık, İtalyan, Basklı, Katalan, Japon, Amerikalı, Kanadalı filan. Meksika askeri bu yüzden saldırmıyordu herhalde, hani Avrupalı, Batılı filan diye, öldürme de son kırılacak camın arkasındaydık.
Türkiye de batı da gibi görünüyordu galiba uzaktan ve belki demokrasi var gibi de görünüyor olabilir, seçimler filan oluyor ya, ekran koruyucusu gibi bir şey.
Her gün komünün önünden geçen silahlı kuvvetleri sayıyorduk, 7 tank, 6 askeri kamyon, 112 asker, üç subay, beş çavuş ve rütbesiz galiba gerisi ve 9 makineli tüfek, iki uçak savar, sanki Zapatista’ların uçağı varmış gibi.
Hafif otomatik tüfekler ve hepsinin belinde mutlaka tabancalar, çoğu 9 milimetre, belki de hepsi. Subaylar çirkin güneş gözlükleri takıyorlardı ve iki-üç çavuş da öyle.
Gözleri görünmeyince, cinayetleri görünmüyor zannediyor hepsi. Halbuki cam, sadece arasındaki şey, bir şeyi kapattığı yok, renkli de olsa böyle, devekuşu gibi oluyor katil sürüsü, başlarını güneş gözlüklerine gömmüş….
Bir Fransız kadın geldi bir gün. Yok bizimle kalmıyordu. Komün yakınında bir evi vardı. Kahve verdik hemen, boldu kahvemiz ve mısır ekmeği. Üç yıldır çıkamıyordu bölgeden dışarı.
Meksika’nın en büyük televizyonları, komünün ortasına inmişti bir gün, aniden, pervanelerin rüzgarından tavuklar sağa sola savruldu.
Zaten çok zayıftılar ve çoğu zaman para-militerler zehir atıyorlardı ölsünler diye. Bütün güçleriyle çığlıklar attı tavuklar, Maya komünü toplandı helikopterlerin etrafında, öncelikle çocuklar. Kısa saçları arkaya arkaya uçtu, futbol topunu kurtardı biri koşarak, kahramanca, helikopterlerin indiği yerden.
Komünün futbol sahasıydı çünkü. Sonra helikopterden atlayıp kameralarıyla, bir yandan konuşarak, insanların arasına doğru girdi muhabirler. Fransız kadını gördüler o sırada, O da seyrediyordu onları, pek fazla helikopter inmiyordu oralara, bazen tarayıp, bomba atıp filan gidiyorlardı.
Çocuklar, kucağında topu tutan çocukla birlikte, kameraların yöneldiği kadının yanına gitti. Büyük televizyonların, büyük habercileri bir provokatör ajan yakalamıştı. Kolay değildi bu. Kimse farkında değildi hala ama büyük televizyon kanalı habercilerinden hiçbir şey kaçmazdı. Kışkırtılmış olduklarından habersiz maya kadınlar da yaklaştılar kameralara ve bizim Fransız kadın, kameraların ortasında kaldı.
Ve üç yıldır hala oradaydı.
İkinci kahvenin sonunda onun öyküsü bitti, bizimkisi başladı. Rahat konuşuyorduk nasıl olsa kahvemiz çoktu ve mısır ekmeği. Bir başka sevindi dinleyince. Çocukluğu Elazığ’da geçmişti. Keban barajının yapımında çalışan bir Fransız mühendisiydi babası. Buradan çıkarsam geri dönemem diyordu ve burayı seviyorum.
Anılar arasında duruyordu bu. Kafamın içi, bir sürü böyle anıyla dolu ve tesadüflerin yaratıcı anını bekliyor hepsi…
Yeni okudum, Hüseyin Şimşek*, o yılların Elazığ’ını anlatıyordu; Keban’da mühendislerden biri, sırtındaki parkasını köye göndermişti. Deniz, bunu çok sevmişti, hep onu giydi. Yakalandığında sırtında bu parka vardı ve sonra bir sürü devrimcinin sırtında, yıllarca…
Marcos’un komünü, Deniz’in parkası ve hiçbir şey bitmedi daha…
*Elde Kalanlar -Rasim Öztaş- Vivo Yayınevi- 2019…
Metin Yeğin: Yazar, belgeselci, sinemacı, gazeteci, avukat, seyyah… CNN-Türk, NTV, Kanal Türk, Al Jazeera, Telesur televizyonlarına 200’e yakın belgesel ve kurmaca filmler yaptı. Türkiye’de Cumhuriyet, Radikal, Birgün, Gündem; Gazeteduvar, dünyada, Il manifesto, Rebellion gazetelerine köşe yazıları yazdı. Dünyanın sokaklarını anlattığı 10’dan fazla kitaba sahip. Birçok ülkede kolektif çalışmalara katıldı, kooperatif örgütlenmelerine öncü oldu. Ekolojik direnişlere katıldı, isyanlara tanıklık etti.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***