Ben biraz uzun yazan bir köşe yazarıyım, malum. Benim yazılar uzunluklarıyla köşeden çok, köşe kapmaca oluyor. Bir köşe, derken bir köşe daha, bitirirken bir köşecik daha diye gidiyor. Halden anlar meyhaneci gibiyim, giderken yolluk vermeden yollamıyorum. Üstelik yazılar pek güncelle de ilişkilenmiyor. Bana sorarsanız öyle değil, özünde güncelle ilişkili ama görünüş pek öyle demeyebiliyor.
Aslında yapıp ettiklerimden pek utandığım da söylenemez. Çünkü medya ve sosyal medyadaki enformasyon bombardımanıyla derdim var. Açık söyleyeyim. Ben her olup biteni anlamıyorum ki, pek muhterem okurlarıma anlayacakları dilde kısa kısa anlatıvereyim. Âlem çorba olmuş, biz de kepçe. Aşçı çorbayı tabağınıza koyarken, “en iyi yerinden verdim” derse inanmayın bence. Çorba hep aynı çorba olabilir.
Eylem ve eylemek benim için önemli. Dünyanın var olan düzeniyle derdim var, değişsin istiyorum. O değişime ben de katkı koymak, bu dünyadan herkes gibi çekip gitmeden önce anlamlı bir iki şey yapmak istiyorum. Fakat bunun olabilmesi için öncelikle dünyada olup biteni anlamak gerekli, bunun da ayırdındayım. Anlamak için dikkat gerekmekte. Dikkatimiz ise paramparça, delik deşik. Henüz edinip okuyamadım ama Metis Yayınları’nın yakın zamanda yayımladığı Johann Hari’nin Çalınan Dikkat: Neden Odaklanamıyoruz? kitabı tam da bu konuya bakıyor
Ben Hari ile pandemi döneminde tanıştım, sohbet ettim. Çok ilginç bir yazar. Sıradan kişisel gelişim kitaplarına girebilecek konuların sistemle bağlantılı yönlerini ortaya çıkaran çalışmalar yapıyor. Burada da, dikkatimizin nasıl elimizden alındığına dikkat çekiyor.
Bizden çalınan dikkati yeniden ele geçirmeliyiz. Bu kolay bir şey değil. Dikkatimizi dağıtan pek çok uygulama ve sosyal medya kanalı, bizi birer bağımlıya çevirmiş durumda. Bir yandan bunları birer gerçeklik olarak görmeli, inkara yönelmemeliyiz. Ancak öte yandan, bir tür “Matrix”e çekildiğimizin de farkında olmalıyız.
Dağınık dikkat matrix’inden çıkmanıza yardım edecek bir hap, ay pardon, bir temel bilgi vereyim mi size? Çok basit bir gerçek: Dikkat tek kanallı bir yoldur. Aynı anda iki şeye birden dikkat edemezsiniz. Hemen bir karşı çıkış gelebilir tabii: “Ne yani, yolda yürürken telefonda konuşamaz mıyız?” Olabilir tabii ama İstanbul sokaklarında değil. Hiç acele acele yürürken, dar bir kaldırımda önünüzde telefonla konuşan birine denk geldiniz mi? Tam bir eziyet olmuyor mu? Bir sağa yalpa vuruyor, bir sola, adeta sarhoş gibi. Bir yandan da, telefondaki konuşmaya dikkatini verdiğinden jest ve mimik kullanıyor ve bu sırada kaldırımda en az yarım kişilik yer daha kaplıyor. Hele “Hadi be! Öyle mi dedi herifçioğlu? Daha neler!” deyip zınk diye durursa, arkadan bindirmeniz an meselesi oluyor.
Hemşerilerimden rica ediyorum: Lütfen yolda sadece yürüyünüz. Telefonla konuşmak için bir apartman girişine ya da bir köşeye çekilebilirsiniz. Bu yazıyı okuyan 15 milyon civarı İstanbullunun bu konuyu dikkate alacaklarından umutluyum. Tabii bu bir ironi. Fakat burada gerçek bir ihtiyaç da mevcut. Emek harcayarak, dişimizle tırnağımızla kazıyarak bizden çalınan ya da düştüğümüz kötü yolda har vurup harman savuran mirasyediler gibi dağıttığımız dikkatimizi yeniden kazanmalı; onu, değişmesi gereken bu dünyanın şu anda geçerli işleyişini anlamak için kullanmalıyız.
Üniversitede, eğilimi akademik yazarlık olsa bile, aslında eleştirel iletişim becerileri diyebileceğimiz bir birinci sınıf dersimiz var. Dört temel iletişim etkinliği olan okuma, yazma, konuşma ve dinleme alanlarında ortak bir bilinç ve buna dayalı becerileri geliştirmeye çalışıyoruz. Temelini Kenneth Bruffee adlı, 2019’da vefat eden Amerikalı bir kompozisyon çalışmaları araştırmacısının 1972’de yayımladığı A Short Course in Writing (Yazma Üzerine Kısa Bir Ders) başlıklı kitabından alan bu yaklaşım bir noktaya dikkatimizi çekiyor: Herhangi bir iletişim anında, diyelim okurken, önümüzdeki metin aynı anda iki şey gerçekleştirir: Okura bir şey “söylemek” için bir şey “yapar.” Örneğin “Ankara Türkiye’nin başkentidir” derken bir olguyu ortaya koymuş olur. “Yav baba, n’olur arabayı alayım, kız arkadaşımı gezdiricem,” derken babanıza yalvarıyorsunuzdur. Bir şey söylemek için hep bir şey yaparsınız.
Bu çok sıradan görünen bilgi, dikkati toparlamak için bir ilk adımdır. Önünüzdeki yazı, haber, demeç size ne söylüyor? Bundan emin olamıyorsanız, ne yapmakta olduğunu anlamaya çalışabilirsiniz. Şöyle bir örnek vereyim: Geçen gün Twitter’da Boğaziçi akademisyenlerinin sadece öğle yemeği saatinde, 12:15-12:30 arası rektörlük binasına sırtlarını dönerek nöbet tuttuklarını, tüm gün dikilmediklerini ve hiçbir ders ya da çalışmayı ihmal etmediklerini yazdım. Gelen trol yorumlardan biri mealen şöyle diyordu: “Üniversitelerde Türk karşıtı hoca istemiyoruz.”
Ya kafasızlıktan ya da trol istihdam ederek ne kadar önemli ideolojik savaş verdiğini filan düşünen envai çeşit hamakat ehlince maaş ödendiğinden ortaya dökülen bu insan evlatları, basit bir şey söylüyorlar. Fakat aslında ne yapıyorlar? Lekeleme, iftira, çarpıtma ve yalan aracılığıyla linç başlatmaya çalışıyorlar. Sizi öldürmek ya da başkalarına öldürtmek istiyorlar yani. Yapılan ve söylenen ilişkisi üzerinden düşünmeye başlayınca, dikkatiniz dağılmadan hareket edebiliyorsunuz ve hemen bu tür müzahrefatı engelliyorsunuz. Tabii bu trollük kurumunun bir tarihi olduğunu, ne tür zararlara yol açtığını ve hangi mahfillerin buna tevessül ettiklerini unutmayarak. Günü geldiğinde bununla hukuk üzerinden hesaplaşmak şart. Bunu o zaman yeniden ele alacağız. Trol üreticilerinin ve ekmeğini bu yoldan kazanan trollerin kanun önünde hesap vermeleri şart. “Ben Komiser Kâmil, telefonunuzu terör örgütü kullanmış, acilen 50.000 lira yollarsanız hapse düşmenizi engellerim” diyerek ekmeğinin peşinde koşan telefon dolandırıcısına, trollerden daha fazla saygım var.
Bu yapılan-söylenen ilişkisine, son iki haftadır yazdığım konu üzerinden bakayım biraz da. İki hafta önce, Netflix’te bu sene yayımlanan “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” filmi hakkında yazmış ve filmin dayandığı Remarque’ın 1929 tarihli Birinci Dünya Savaşı romanının savaş karşıtı edebiyatın en önemli örneklerinden biri olduğunu söylemiştim. Nitekim romandan o dönemde, hemen 1930’da uyarlanan ve bugün internetten erişilebilecek olan ilk sinema filmi de romana sadık kalmaya öncelik veren, son derece başarılı ve romanla aynı derecede savaş karşıtı etkiye sahip bir filmdi. Oysa 2022 tarihli yeni uyarlama bence savaş karşıtıymış gibi görünürken, bile isteye savaş seviciliği yapıyor ve bir savaş pornosuna maruz kalmamıza neden oluyordu.
Geçen haftaki yazıda ise, Ayşe Semiha Baban Gökçeli’nin gönderdiği ve yayınlamama izin verdiği, eşi Yaşar Kemal’in Fransa’da yayımlanan bir kitapta yer alan ve bu romanı 20. yüzyılın el kitabı, bu yüzyılı temsil eden roman olarak tartışan yazısını bir bütün olarak sizinle paylaştım. Büyük usta, romanın ne söylediğini ve ne yaptığını benim gibi lafı uzatmadan, pek güzel ortaya koyuyordu. Fakat bu iki yazıya rağmen ve haklı olarak, bazı okurlar “2022 filminde yanlış olan ne? İşte mis gibi savaş karşıtı, savaşı kötüleyen bir film” dediler. O zaman bu iddiamı açmak için, film ne yapıyor ve ne söylermiş gibi yaparken aslında ne söylüyor sorusunu ele almam şart oldu.
Öncelikle İngilizcesi “poetic license” olan ve Türkçede “edebi/şiirsel/sanatsal ruhsat” diye ifade edebileceğimiz bir kavram var. Bu kavram üzerinden ister özgün bir çalışma olsun ister bir yeniden çevrim, yeniden yazım ya da uyarlama, her sanatçı hedeflediği işi yapmakta özgürdür. Ancak eleştirel okur, eserin yaptığı ile söylediğini sorgulamaya da hak sahibidir. 1930 tarihli filmi bir yana bırakalım, Remarque’ın romanının temel özelliklerini kısaca hatırlayalım.
BATI CEPHESİNDE BİR ŞEY YOK VE YANLIŞ KODLAMALAR
Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’u biz, başkahraman olan er Paul Baumer’in ağzından dinleriz. “Ben-anlatıcı” Paul, silah arkadaşları ile kendi hikâyesini, 1914’te askere yazılmalarından savaşın sonuna kadar, adeta günlük tutar ya da anılarını yazar gibi anlatmıştır. Romanın sonuna kadar her şey Paul’un gördüğü, hatırladığı ve anlattığı biçimde aktarılır. Remarque’ın bu anlatı tercihi anlamlıdır. Sıradan askerin zorluklarla dolu savaş deneyimini anlatısallaştırmayı, böylece savaşın küçük insana yüklediği büyük eziyeti ve travmayı görünür kılmayı amaçlamaktadır. Kendisi de savaşmış ve 1917’de yaralanmış olan Remarque, böyle bir anlatı tercihi üzerinden kurduğu romanla, bir daha savaş yaşanmasını engellemeyi hedefler. Pis bir şeydir savaş. Çekilir şey değildir.
Biz roman boyunca, sıradan askerlerin neler çektiğini izleriz. Anı anıya, bölüm bölüme bağlanır. Her zaman ön planda olan insanın deneyimidir. Filmlere de yansıyan Birinci Dünya Savaşı’nın yeni icatları olan kimyasal gaz, uçaklar, tanklar ve alev makinaları sadece bu deneyim açısından görünürler. Ölmemek için öldürmek zorunda kalan ve eziyet çeken insanın mücadelesini daha da çekilmez kılan şeytanca araçlar olarak.
2022 filmine gelelim. Öncelikle kendi bilir, edebi ruhsat diyeceğimizi düşünebileceğimiz bir şey yapar: Hikâyeyi 1914’te değil, 1917 ilkbaharında başlatır. Malum, savaş 1918 sonbaharında bitecektir. Yani bir buçuk yıllık bir süreye indirir öykü zamanını. Fakat bunu yaparken, romanın anlatı seçimini alt üst eden bir şey daha yaptığını görüveririz: Bir anda romana tüm sülalesi asker olan ve cephe civarında bir şatoda ha bire yiyip içip, kahramanlık lafları tüküre tüküre askerleri ölüme gönderen bir Alman generaliyle tanışırız. Tam bir klişedir bu adam. Siyasetçileri suçlar ve cepheye daha fazla asker sürmek için yanıp biter bu kumandan. “Pis adam,” deriz, “işte Hitler’in tarihsel atası!” Böylece bir yeniden kodlama oluşur kafamızda: “Bazı sapık liderler savaşlara yol açıyor!”
Bu generalin karşı kutbuna bir ekleme daha yapıldığını görürüz sonra. Sivil bir üst düzey siyasetçi vardır. Oğlunu savaşta yitirmiş bu “insan evladı,” generalle aynı hamurdan Alman genelkurmayını zar zor ateşkese ikna edip, yine Alman general kadar hoyrat Fransız generallerle müzakere ederek ateşkesi imzalar. Tarihsel olarak da fiyakalı bir ateşkes ilanı vardı Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda. Netflix filmi bunu bayıla bayıla yineleniyor. Oradan bakarsınız.
Ateşkese saatler vardır ve bizim general neyler? Ateşkes saati gelmeden bir hızlı saldırıyla biraz daha toprak ele geçirmeye kalkışır. Filmin sonunda bu kötü herifin ittirmesi, istemeyenleri kurşuna dizdirmesiyle, gariban Paul ve silah arkadaşları Fransız siperlerine saldırırlar. Kısacık bir zamanda “efsane bir vuruşma” gerçekleşir. Filmin pek çok sahnesinde olduğu gibi, tüfek kurşunlarıyla kafalar patlatılır, el bombalarıyla makineli tüfekler susturulur, boğuşan askerlerden biri diğerinin kafasını çamura bastırarak, çırpına çırpına boğulmasını sağlamaya uğraşır ve nihayet, tam ateşkes anından bir an önce bir kişi Paul’ü arkadan süngüleyiverir. Umarsızca ama deliler gibi savaşan Paul, savaşın biteceği o en son anda ölür.
Öncelikle burada önümüze çıkan kötü ve iyi liderler ayrımı, romanın yaklaşımının temelden ihlali. Bu roman sıradan insanın yaşadığı eziyeti ortaya koymayı hedeflemiş. Film kötülüğün sistemliliğini önemsizleştirip, iyiler ve kötüler masalları anlatmaya girişiyor. Roman, sistemi değiştirmek için kendimize dönelim diyor. Film, bazı iyi liderler bulmaya bel bağlıyor. Kötü liderler olmasa hayat bayram olurdu diyor.
Üstüne üstlük, savaş pornosu yapıyor. Umberto Eco, eğlenceli bir yazısında porno söylemini nasıl tanıyabileceğimizi anlatmıştı bize. Onun gençliğinin, diyelim 60’lı yılların porno filmlerinde, 70-80 dakikalık süre ana aksiyona ayrılamayacağından, pek yakında yatakta göreceğimizi hissettiğimiz bir aktörün arabaya bindirildiğini ve o yatağın olduğu destinasyona kadar bir 10 dakika kadar araba sürmesini izlediğimizi söyler.
Günümüz porno sektörü bu acemilikleri aşmış olsa gerek ama biz çeşitli vesilelerle bu porno söylemiyle karşılaşıyoruz. Örneğin pek çok Türk dizisindeki uzadıkça uzayan bakışmalar, neden “bakışma pornosu” olarak düşünülmesin ki? Neyse, meselemiz bu değil, ama filmimiz tam bunu yapıyor. Anlatı akışını ve yöntemini bozduğu metni sinemaya uyarlarken, uzun ve modern savaş filmlerinden, bu türün dürüst örneklerinden aşina olduğumuz sert, şiddet dolu, kanın fışkırışına, organların parçalanmasına maruz bırakıldığımız savaş sahneleri çeker. Aralara da, romandaki bütünsellikten koparılmış ve “savaşılmayan sahneler” başlığı altında toplayabileceğimiz parçalar.
Bu filmi seyredip yine “savaş ne kötü bir şey” diyebilirsiniz. Fakat film bunu hedeflemiyor. Savaşın şahaneliğine inandırılmış bir seyirci kitlesini kendisine çekebilmek için savaşı iştahla canlandırıyor. Sonunda kulübe dahil olmak için “evet, savaş çok kötü bir şey” diyorsunuz ama filmin sonunda birileri “eee, bu vatan kolay kurtulmadı,” diyecek olsa, birtakım bayraklar sallansa ve coşkulu marşlar çalınsa garip de gelmeyecek kimseye.
Savaşan bir dünyada, sahte savaş karşıtlığına gerek yok.
Savaşa ya karşısınızdır ya da değil.
Savaş, yaşamın katilidir.
Lanet olsun, bu gerçeği çarpıtmaya çalışan her türden bezirgana!
Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***