15 Temmuz Darbe Girişimi ana davalarından Akıncı Üssü Davası’nın iddianamesi; Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 15 Temmuz gecesi bir televizyon kanalına bağlanarak yaptığı konuşmayla, Mustafa Kemal Atatürk’ün 21-22 Haziran 1919 tarihinde hazırladığı Amasya Genelgesi arasında analoji kuruyor.
Nasıl ki Atatürk Amasya Genelgesi’nde “Vatanın bütünlüğünü, milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” demişse, Cumhurbaşkanı Erdoğan da Anayasa’nın 104. maddesinde düzenlenen “Cumhurbaşkanı Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk Milleti’nin birliğini temsil eder” ilkesini hayata geçirmiş ve millet de 15 Temmuz gecesi Cumhurbaşkanı’nın liderliğinde darbe girişimine dur demiştir.
15 Temmuz’un resmi anlatıda ikinci bir Kurtuluş Savaşı olarak resmedildiği malum.
Mahkeme de bu anlatıyı benimseyerek ona otorite kazandırıyor.
Buna göre, darbe girişimi milletin direnişi nedeniyle başarısız oldu. Cumhurbaşkanının çağrısına toplumun her kesiminden insan olumlu cevap verdi; millet, şehitler ve gaziler vermek suretiyle Cumhuriyeti ve kurumlarını canı pahasına korudu. Bununla birlikte, 15 Temmuz gecesi ve sonrasında beliren ulusal birliği 1919’a yaklaştıran analoji, mahkemenin resmi anlatıya katkısıdır.
Analoji açık. Milli Mücadale’nin şafağında olduğu gibi 15 Temmuz’da da ulus, olağanüstü bir varoluşsal kriz anında, liderinin önderliğinde vatanın varlığı ve bağımsızlığını tehlikeden kurtarmak için uykusundan uyandı.
Bu uyanışta, temsilcilerinden ve yasal (ayak) bağlarından kurtuldu, şiddete başvurdu ve egemen olarak belirdi. Her iki olayda da egemenin uyanışı kendiliğinden olmadı; egemen uyandırıldı. İlk örnekte egemene, egemenliğini hatırlatan ve kıyam vaktinin geldiğini bildiren mesaj yazılıdır ve ona tebliğ edilmiştir. İkincisinde ise sesli bir çağrıdır.
GELECEK ULUSAL BİRLİĞİN HÜKMÜ
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliğinde toplananların vucüda getirdiği ve yasalarla bağlı olmayan söz konusu birliğin ulusu temsil etme gücü daha önce var mıydı, yoksa o gece ve sonrasında mı ortaya çıktı?
“Kurucu iktidar paradoksu” olarak bilinen bu soruyla sizi yormayacağım.
Peki, bu ulusal birlik gerçekten var mıydı, yoksa mahkemenin “vardır” demesiyle mi kendini var etti?
Başka bir ifadeyle mahkeme “millet 15 Temmuz gecesi Cumhurbaşkanının liderliğinde darbe girişimine dur demiştir” derken; sadece nesnel durumu betimlemekte mi, yoksa kendi sözünün otoritesine güvenerek ve yaratıcılığını işin içine katarak bu kurtarıcı milleti yaratmakta mı?
Performatif kuramın bu sorusuyla da sizi yormayacağım. Sizi yormadığım sorularla dikkatleri çekmek istediğim nokta, 15 Temmuz’un resmi anlatısı ve de mahkemenin bugün, gelecek ve geçmiş arasında; gelecekten bugüne ve bugünden geçmişe doğru gidip geldiğidir.
En kritik zaman, gelecektir. 15 Temmuz sonrası ulusal birliğin nasıl olması istendiğine göre bugünün kolektif hafızası şekillendirilmiş ve ardından geçmiş de yeniden yorumlanmıştır.
15 Temmuz hakkında hüküm verirken devletin yargı yetkisini kullanan mahkemenin temel “yarma” (ki yargı kelimesi de buradan türemiştir) kriteri, sanığın darbe girişimine katılması ya da Gülen cemaati mensubu olması kadar Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliğinde toplanmış yeni ulusal birliğin mensubu olmayı kabul edip etmemesidir.
Bu yarılmayı mahkemelerin etkin pişmanlık uygulaması doğurur. Sanık geçmişte darbe girşimine katılmakla ve terör örgütü üyesi olmakla suçlanırken özür dileyerek, pişman olduğunu söyleyerek af diler. Devlet de affeder. Af dilemenin sebebi sadece darbeye teşebbüs etmek değil, milletin devletiyle bölünmez bütünlüğünü bozucu faaliyetlerde bulunmasıdır.
Sanık af dileyip itirafçı olarak hem mahkemeye hem de ulusun birliğinin liderinin önderliğinde yeniden tesis edilmesine yardımcı olur. Pişman olmak ve af dilemek, geçmişten geleceğe giden yoldur. Geçmişteki ulusal bölücülükten gelecekteki ulusal birliğe yurttaşları taşıyan solucan deliğidir.
Geleceğin ulusal birliği en büyük normdur ve ona riayeti reddetmek (aslında bir bütün olarak siyasi yargılamaları düşünecek olursak gerekçe silah kullanmaktan twit atmaya her ne olursa olsun) suçtur. Bu suçu işleyenler milletten ayrıştırılır, yabancılaştırılır. Onlar asker, doktor, avukat bile değil; asker, doktor, avukat kılığına giymiş hainlerdir.
ULUSAL BİRLİĞİN SİYASİ ORGANİZASYONU
15 Temmuz sonrasının ulusal birliği aracısız, parlamentonun ve milletvekillerinin dolayımından azade ve en önemlisi sözleşmesiz, egemen ve temsilcisi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın doğrudan birliğidir. Sözleşme metaforu yazılı bir akti anlatır, aleni rıza alışverişini simgeler. Rasyoneldir. Bir ortaklaşma vardır hem sözleşmeye taraf olan uyruklar hem de hak teslimi yaptıkları yöneten arasında. Yine sözleşme metaforunun yazılı olması sürekliliği işaret eder, sözleşme var olduğu müdetçe geçerlidir; kısa ömürlü, paryatif bir çözüm değildir, bağlayıcıdır.
15 Temmuz’un ulusal birliği ise sözleşmeye değil sesli çağrıya dayanır; ortada yazılı, kalıcı bağlayıcı bir akit yoktur. Bu birlik rıza sormaz; pratikte ve davranışlarda riayet ister. Sesli çağrının sahibi mesajla bağlı değildir, bu sebeple ortaklaşma yerini biata bırakmıştır. Ses uçar gider, anlıktır, kısa sürelidir, kalıcı bir yönü yoktur. Bağlayıcılığı da sürelidir.
Bir sesli çağrının yerini kısa süre sonra zıt bir mesaj içeren bir diğer sesli çağrı alabilir. Bu nedenle de sesli çağrı rasyonel olmaktan ziyade zekicedir. Yeni ulusal birlik rasyonaliteye başvurmaz, hesaplama yapmaz, uzun vadeli perspektif geliştirmez. Rasyonel olmak yerine kısa vadeli çözümlere yönelik zekice hamlelere sırtını yaslar.
15 Temmuz’un ulusal birliği siyasi organizasyonunun ilk adımını 2017 yılının Nisan ayında gerçekleşen anayasa referandumunun ardından, parlamenter demokrasiden cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçerek attı.
Tam bir yıl sonra, Nisan 2018’de, Cumhurbaşkanı Erdoğan Zeytin Dalı Harekâtı’na destek vermek için Hatay’ı ziyaretinde başkomutan sıfatıyla askeri üniforma giydi ve Haziran’da da hükümet kuran ilk cumhurbaşkanı olarak seçildi.
Başkomutan Erdoğan’ın ordunun başına geçmesi ve sadece birkaç ay sonra siyasi zaferini kazanmasıyla, 15 Temmuz’da beliren ulusal birlik siyasi organizasyonunu tamamladı. Tamamlarken de Akıncı Üssü Davası iddianamesinin kehanet vari analojisini nesnelleştirdi:
Cumhuriyet, Haziran 2018’de yattığı uykusundan 1920’lerin başına uyanmıştı. Bu tarihten sonra takvim yaprakları ilerledi ama Cumhuriyet, zamanda geri döndü. Geçmişinin içine sıkışıp ve siyasi meselelerine takılıp kaldı. Milli düşmanımız Yunanistan’la yeniden savaşın eşiğine gelindi, Adalar Sorunu patlak verdi, Montrö Antlaşması yeniden tartışıldı, Lozan Antlaşması’nın gizli maddeleri yeniden keşfedildi, yeniden yeni bir anayasa yazmaya girişildi; Alevilerle yeniden barış, Kürt illerine yeniden ziyaretler…
15 Temmuz sonrasının ulusal birliği Cumhuriyet’i geleceğe taşımıyor. Cumhuriyet’in geleceğini düşünmek başka bir birliğin imkanını ve siyasi ilkelerini düşünmektir.
Bu yeni birlik ufukta belirene dek hepimize eski yıllar…
Ayşegül Kars Kaynar: 1980 yılında Ankara’da doğdu. 2014 yılında ODTÜ Siyaset Bilimi bölümünden doktora derecesini aldı. 2015 yılında Türk Sosyal Bilimler Derneği’nin düzenlediği Genç Sosyal Bilimciler Ödülleri’nde doktora tezi kategorisinde ödül ve 2017 yılında Halit Çelenk Hukuk Ödülleri’nde mansiyon kazandı. New School for Social Research ve Hamburg Üniversitesi’nde araştırmacı olarak bulundu ve ardından Humboldt Üniversitesi’nde çalıştı. Çağdaş Türkiye siyaseti, hukuk devleti ve asker-sivil ilişkileri üzerine yayınları
bulunmaktadır
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***