Kimsenin cumhuriyetini beğenmediğim için kişisel bir cumhuriyet kurmuştum çok zaman önce. Kutlamaları sevmediğim için kurduktan sonra tarihini unuttum, kapsamalar ve dışlamalardan oluşan bir haritayı ülkem yaptım, en sevdiğim kitapları sırasıyla kutsal kitap haline getirdim.
Bayrak istemedim ama her sabah gökyüzünden bir bulutu ülkenin simgesi yaptım, bulut kaybolana kadar da sevgilerimi sundum. Cumhuriyetin yöneticisini de her ay değiştirdim, ilk yönetici Gilmore’un kuantum fiziğini Oz Büyücüsü adlı öyküye uyarladığı parçacık fiziği masalındaki Gözlemci Korkuluk’ du örneğin. Yöneticilerin bazıları çok eğlenceli bazıları da çok sıkıcıydı ama dayanmanız gereken süre kısa olduğu için pek sorun teşkil etmiyordu.
Sınır’ı, bir şeyin durduğu değil, -Yunanlıların kabul ettiği gibi- varolmaya başladığı bir yer olarak kabul eden bu kişisel ülkede, dışlamalar daha çok aptalca yollar ve sözcükler kümesinden oluşmaktaydı. Kötü bir şeyle karşılaşılmışsa, o yol en kestirme yol bile olsa, asla kullanılmazdı. Sinir bozucu kelimeler ise sürekli değişir, “burada bunu kullanmıyoruz” uyarısı havada yankılanırdı.
Basit bir düzenek kurmuştum, gündelik konuşmaları dinleyip ruh halime göre hoşlanmadığım kelimeleri, ülkeye sokmuyordum. Bazıları uzun süre, bazıları kısa süre, bazıları sonsuzca dışlanırdı. Özellikle geçmişin küflü bilgisini, bilgece bir edayla sunan bütün deyimler ve atasözleri dışlanmış bölgede bırakılmıştı. Tecrübe adına taşkafalıların kalıp yargısını sunan bütün benzetmeler, ayrımcılık üreten ve dünyaya yeni gelen herkesi kendi berbat yargılarıyla dolduran pek çok söz öbeği, metafor vb. dışlanmıştı.
Kişisel cumhuriyetin şahane konforlarından biri de hakkında bir şey işitmek istemediğiniz insanlara ait imgelerin, görüntülerin de dışarıda bırakılmasıydı. Bir yerden unutmaya başlamazsak demiştim cumhuriyetimin çiçeklerine, bu hafıza içerikleriyle onlara benzeyeceğiz. Sonra bir ucundan usulca unutmaya başladığımız bir boş uzam yarattık kendimize, ritüelistik zamanlardaki takvim dışı zamanlara benziyordu buradaki deneyim, söz zinciriyle, görüntüyle, küfürle, intikam yeminleriyle aktarılan şeyleri bir müddet unutmayı deniyorduk.
Sonra uygun bir zaman geçince yeniden takvim dışı zamandan dışarı süzülüyor ve ortak evrendeki bağırtıları yeniden dinliyorduk. Bu defa çok sakindik ama, bu unutuş olanı biteni silmek gibi bir şey değildi elbette, sadece bütün bu korkunç şeylere onlara hiç benzemeden çözüm bulabilmek için oynadığımız bir uzaklaşma/mola verme oyunuydu.
Anlamadığım dersleri teneffüste biri anlatınca hemen anladığım o öğrencilik zamanlarından gelen bir alışkanlıktı bu. Bir aralık, bir boşluk deneyimi ve bilgiyi orada yeniden değerlendirme. Kalıbın dışında, sürekli aynı sözcüklerle bağıran koronun dışında, adeta Newton’un çoktan bayatlamış, eylemsizlik/ivme/ etki tepki kanunlarının girişinde durduğu bir dünyanın dışında-durma deneyiydi. Kesinlikle işe yarıyordu, bir mesafeden bakınca çok kızılan şeyler, yine sinir bozucu ama bu defa daha gülünç görünüyordu, aptalca, deli saçması ve kurbağa dişine benziyordu. Bir şey gülmeye başlandığında ise insanın enerjisi yükseliyor ve bu derece saçma görünen şeyleri elinin tersiyle itebileceğine ilişkin inancı yenileniyordu.
“AYNI GEMİDEYİZ SÖZÜNÜ” DIŞLANMIŞLAR BÖLÜMÜNE ALDIM
Dış otokrasiyle benim iç cumhuriyetim arasında kimi zaman tuhaf tesadüfler/ şanslı karşılaşmalar da oluyordu. En son Blumenberg’in Gemi Batıyor ve Seyrediyorlar adlı kitabı, bir süreliğine cumhuriyetin kutsal kitabı olarak ilan edildiğinde, dışarıda, “aynı gemideyiz” diye bağırıyordu herkes. Daha da komiği onlar, “aynı gemideyiz” diye bağırırken ben seminer verdiğim bir gruba Titanik’in batışını anlatan bir performansı anlatıyordum. Daha doğrusu Baz Kershaw’ın Radikal Performans kitabında anlattıklarını aktarıyordum: Açılış sahnesi Kaptanın Masası’nda geminin zengin yolcuları, çağdaş tüketim atıklarından hazırlanmış yemekleri tıkınırken, gerçek gemi konteynırlarından hazırlanan sahne, sınıf sistemini temsil etmek üzere dikey katlardan oluşturulmuştu. Yüzleri kapkara ateşçiler, isyan sırasında geminin alt tarafından yukarı tırmanırlar, ama ölüm maskeleri akmış süslü püslü zenginler tarafından dövülürler. Gemi kaybolurken “hayatta kalanların” iç parçalayıcı feryadı duyulur.
İki temizlikçi kadın gösterinin sonunda seyircinin karşısına geçip, koro halinde: “Bizler, klişeleşmiş temizlikçileriz; sizleri güldürmek için yaratılmış basmakalıp tipleriz. Ama, bana kalırsa hepsi aynıdır-sahibi, satıcısı, kaptanı. Sistem aynı, örgütleme aynı, alçaklar aynı.”
Sonra ikisi kendileri olarak konuşmaya başlarlar.
İlki: Sothampton’da yaşamış bir kadını seslendiriyorum. Erkeği başka iş bulamamış, Titanik’e ustabaşı olarak girmiş. Gemi batar batmaz maaşını kesmişler. Gerçi fark etmedi sonuçta, çünkü adam boğuldu.
İkincisi: Portsmouth’da yaşamış bir anneyi konuşuyorum. Oğlu başka iş bulamayınca “Sheffield’a aşçı olarak girmiş.Falkland’ta harbiden modern yanıklar alarak öldü.”
Bu performans 1983 yılında Londra’da Uluslararası Tiyatro Festivali için sahnelenmişti. Thatcher’ın Falkland savaşının ertesinde ikinci kez seçilmesinden üç ay sonra.
Aynı gemideyiz sözünü de dışlanmışlar bölümüne aldım, “dalga biziz” diye bir şarkı yazıp, cumhuriyetin marşı haline getirmeyi düşünüyorum. Bitirince size de söylerim.
Süreyya Karacabey: Adana’da doğdu. 1992’de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK’sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht’ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***