Mustafa Paçal
Ortalama 25 bin TL altında geliri olanlar yoksulluk sınırında, 8 bin TL geliri olanlar ise açlık sınırında yaşıyor. Konunun uzmanları durumu böyle açıklıyor. Bu gelir oranlarını dikkate aldığımızda ve diğer yandan çalışanların hemen yarısının asgari ücret aldığını düşündüğümüzde, ülkede yaşayan insanların oransal olarak yüzde kaçı yoksulluk ve açlık pençesinde kıvranıyor ve bunu tam olarak bilememekle beraber bu nüfusun neredeyse %25’i yani dörtte birinin bu amansız hayatın içinde yaşam mücadelesi verdiğini söylemiş olsak da yalan söylemiş olmayız.
Bu reel sosyo-ekonomik gerçeklerin daha güçlendirilmesi için diğer toplumsal parametrelere de birlikte baktığımızda yani enflasyon ve işsizlik oranları ve istihdam sorununa baktığımızda yukarıdaki vermiş olduğumuz %25 yoksulluk ve açlık oranlarının doğruluğunu daha da netleştirmiş oluruz.
İşsizlik ve enflasyon oranlarının toplum tarafından bilinmemesi için her türden sahtekarlığı yapmayı kendisine meslek edinmiş olan siyasi iktidar, buna rağmen bile olsa %30 oranlarına kadar varmış olan geniş işsizlik oranlarını %10’lar da neredeyse sabit tutması, diğer yanda %150 oranlarını aşan enflasyon oranlarını%80 seviyelerinde gösteren TÜİK bile toplumda karşılığı olmayan bu oranları açıklamaya devam etmiş olsa da artık “mızrağın çuval sığmadığını” kendileri de görüyor.
Bu durumdan çıkmak ve daha insani bir hayat için kamu adına uygulanacak olan sosyal politikalar ve bunun insani sonuçları yoksulluk ve açlığın azaltılması ve giderek ortadan kaldırılması için yeterli olacak gibi değiller. Yani tek başlarına yetmezler demek istiyorum.
Daha kalıcı toplumsal ve ekonomik kalkınma politikaları ve bize yeni sosyal politika ve uygulama modelleri geliştirerek bunu başarabiliriz. Yani sorunu daha kapsamlı bir temelde ele alan sosyal modelleri gündeme getirmeliyiz.
Aile sigortası gibi yeni ve farklı sigorta modelleri üzerinden ihtiyaç sahibi insanların temel ihtiyaçlarını tespit etme ve takipleri yapılarak bu ihtiyaçlarının karşılanması soruna önemli bir şekilde müdahale edilmesinde şüphesiz çok katkısı olacaktır.
Bu türden sosyal müdahale politika ve araçlarının geliştirilmesi daha da olanak içinde olan bir durumdur. Yalnız bu tür sosyal politika ve uygulamalarını güçlendirecek diğer seçenekler üzerinde de tartışma ve katkı sağlayacak yeni politika ve araçlara da ihtiyaç olduğu, yapılacak tartışmalarla açığa çıkarılmalıdır. Çin atasözünde dediği gibi “aç insana balık verirsen bir kere doyar, balık tutmasını öğretirsen her zaman doyar.”
AÇLIĞA KARŞI ÖRGÜTLÜ TOPLUM
Yoksulluk ve açlık ile mücadele de toplumsal ve ekonomik kalkınmanın sürekli hale gelebilmesinde en önemli araçlarda biri “örgütlü toplum” olabilmektir. Yoksulluk ve açlığa karşı en etkili örgütlenme ve mücadele ancak örgütlü toplum kültürü ve eylemi yaratılarak olabilir. Bu örgütlenme ve eylemliliğin başında ise sendikal örgütlenme gelmektedir. Sendikal örgütlenmeyi ne kadar yaygınlaştırır ve ne kadar kitleselleştirirsek toplu pazarlık hakkına erişim o kadar çok arttırırız. Toplu pazarlık hakkını ne kadar arttırırsak gelirimizi ve milli gelirden aldığımız payı o kadar arttırır ve yoksullaşma ve açlık riskini de o kadar düşürürüz.
Türkiye’de işçi olarak çalışanların yaklaşık %15’i sendika üyesi ve hepsi de toplu pazarlık hakkının kullanamıyor. Bu oran özel sektörde ancak %6 civarında olması durumun adeta bir özeti gibi…Buna karşın Avrupa ülkelerinde toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçileri oranının %60 seviyelerinde olması durum vahametini daha anlaşılır kılıyor. Oysaki Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri ILO’nun (Dünya Çalışma Örgütü) sendikal örgütlenme ve toplu pazarlık haklarını içeren temel sözleşmelerinin yanı sıra 87 ve 98 sayılı sözleşmeleri imzalamış durumdadır.
Yapılacak olan şey bu hak özgürlüklere uygun iç yasal düzenlemeleri yapmaktır. Öncelikle kamu görevlisi olarak çalışanlara grevli toplu sözleşmeli sendikal hak hemen tanınmalıdır. Diğer yandan sendika üyeliğiyle toplu pazarlık hakkını birbirine bağlayan düzenlemelerden vazgeçilmelidir.
Şöyle ki; sendikaya üye olmak toplu pazarlık hakkını kullanmanın zorunlu ölçüsü olmamalıdır. Avrupa genelinde sendikaya üye olma oranları %10’lar civarındayken toplu sözleşmeden yararlanma oranları %60 seviyelerindedir. Bu durum anlamı sendikaya üye olmak toplu pazarlık hakkına sahip olmak aynı şey değildir.
Bu nedenle; üretim ve hizmet sektöründe her sektör için ayrı ayrı ve işletmelerin ticari durumu ile pazar paylarını dikkate alan orantılı şirket grupları oluşturarak bu ölçülere uygun ücret ve sosyal hak sağlanmalıdır.
Sendikalar, işveren kuruluşları bu çerçevede ortak toplu iş sözleşmeleri yapabilmelidir.
Bu olanağın önünü açmak için mevcut sendikal yasalarda değişikliğe gitmek ve sendikal hak ve özgürlüklere ulaşmayı kolaylaştırmak gerekiyor.
Örgütlü toplumu sadece sendikal örgütlenmeyle sınırlı görmek yeterli değil elbette…Özellikle tüketici örgütleri de bu alanda etkili bir rol oynayabilir ve piyasalar üzerinde hayat pahalılığı azaltmak için tüketiciler adına etkili bir baskı yaratabilir.
Sendikal örgütlenmenin ve toplu pazarlık hakkının güçlü olduğu ülkelerde çalışanların hem gelirleri artmış ve hem de milli gelirde aldıkları payın oranının artmış olduğunu görüyoruz. Ancak bizde güvencesiz çalışma sonucu bırakınız geliriniz artmasını çalıştığınız halde yoksulluk riski ile karşı karşıya kalabilme tehdidi altında kalabilirsiniz.
Sonuç olarak yoksulluk ve açlıkla mücadelede sosyal yardım, istihdam yaratma gibi araçların katkısı sınırlı olabilir. Örgütlü toplum ve sendikalaşma ve toplu pazarlık hakkından yararlanmanın da önünü açarak sınırlı olan bu katkı aşılabilir.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***