Gencer Çakır (Sosyolog)
Cansız bir madde ile düşünen özne arasında yalnızca derece ve biçim farklılıkları vardır, der Durkheim. İnsan tıpkı diğer varlıklar gibi evrenin bir parçasıdır ve doğası itibariyle evrenin geri kalanıyla karşılıklı bir ilişki içindedir. Varlığı diğer varlıklara bağlıdır. Ama insan sadece bu maddi bağlarla çevrelenmiş değildir; toplumsal (manevi) bağlarla da çevrilidir.
Spinoza “insanın özü arzudur” der; doğrudur. İnsan arzular. Bireyin içinde arzulara sınır koyan fiziksel-kimyasal bir mekanizma yoktur. Bu sınır ancak bireyin “dışında” olabilir. Ancak manevi bir güç arzulara sınırlar koyabilir. Durkheim bu manevi gücün “toplum” olduğunu söyler: “(T)oplum bireyden üstün olan ve bireyin üstünlüğünü kabul ettiği yegâne manevi güçtür.” (İntihar, s. 314). Yine aynı yerde “arzuların aşamayacakları sınırları tayin eden yalnızca toplumdur,” der (s. 314). Elbette şiddete dayalı otoriter bir güç değil burada kastedilen; Durkheim “insanlar bu güce korkudan değil saygıdan itaat etmelidir” diye belirtir (s. 318).
Peki, “anomi” nerede ortaya çıkmakta? Toplumsal düzende bir sarsıntı baş gösterdiğinde, der Durkheim, toplumun sınırlayıcı/düzenleyici etkisi aşınmaya başlar. Toplum yaşamında hızlı değişimlerin yaşandığı dönemlerde; “eski” olanın öldüğü “yeni” olanınsa henüz doğamadığı dönemlerde anomi ortaya çıkar. Anomi, kuralsızlık/düzensizlik demektir; ahlâkın düzenleyici bir ilke olarak toplum yaşamında etkisini giderek yitirmesi anlamına gelir.
Toplumsal İşbölümü adlı eserinin “Sonuç” kısmında Durkheim, Fransız siyasetçi ve filozof Émile Beaussire’e referansla, korkunç bir ahlâkî bunalımdan geçmekte olduğumuzu belirtir (s. 464). Yine aynı yerde, toplumlarımızın yapısında çok kısa sürede derin değişikliklerin ortaya çıktığı tespitini yapar: Eşi benzeri görülmemiş bir hız ve ölçüde eski toplum türüne karşılık gelen ahlâk gerilemiş, boşta kalan vicdanlarımızı dolduracak yeni ahlâk ise gereken hızla gelişmemiştir.
Durkheim’a göre, “İnancımız sarsıldı; gelenek egemenliğini yitirdi; bireysel yargı toplumsal yargılamanın etkisinden sıyrıldı.” (s. 464). Devam eden sayfada “acı çekmemizin nedeni,” diye devam ediyor Durkheim “şimdiye değin uygulamakta olduğumuz ahlakı(n) … kimi yönleriyle onarılamayacak ölçüde sarsılmış olması, bizim için zorunlu olan ahlakın ise daha ancak oluşma aşamasında bulunmasıdır.” (s. 465). Bu sebeple Durkheim’a göre, “bugün bizim birinci ödevimiz, kendimize bir ahlak oluşturmaktır.” (s. 465).
Anomi tam da bu demektir; “eski” olanın öldüğü “yeni” olanı henüz doğamadığı bir durum. Toplumsal yaşama dair bu kavrayış akıllara ister istemez İtalyan Marksist düşünür Antonio Gramsci’nin veciz sözünü getiriyor: “Eski olan ölüyor yeni olansa doğamıyor.” Gramsci böylesi bir “fetret” döneminde çok çeşitli marazi semptomların ortaya çıktığından bahseder.
***
Anomi, Durkheim sosyolojisinin merkezî bir temasıdır. Çağdaş dünyanın içinde bulunduğu kriz ekonomik olmaktan ziyade ahlâkî bir krizdir; bu sebeple çözüm iktisadi değil ahlâkî bir düzende aranmalıdır. Durkheim’a göre ekonomik ilişkilerin toplum yaşamında hiç olmadığı kadar baskın bir güç elde etmesinin arkasında geleneksel dinsel kurumların yıkılması vardır. Toplumda iktisadi mantığın her şeyi belirleyecek şekilde hâkim bir güç olması, Durkheim’a göre, çağdaş toplumdaki anominin ana kaynağıdır. Bu gerçek anlaşılmazsa, diye devam eder Durkheim, sosyalizm, içinde bulunduğumuz krize bir çözüm getiremez (bkz. Giddens, s. 167).
İntihar adlı eserinde Durkheim dinin ekonomik ilişkileri düzenleyici işlevine dair karşılaştırmalı bir analiz sunar. Dinin etkisinin güçlü olduğu dönemlerde toplumsal sınıflar arasındaki ilişkiler çok keskin değildi. Din bir taraftan işçileri ve yoksulları teselli ediyor; toplumsal düzenin tanrının emri olduğunu, her sınıfın payının tanrı tarafından belirlendiğini söylüyordu. Başka bir dünyaya dair unut aşılayarak yoksullara kaderlerine razı olmalarını telkin ediyordu.
Diğer taraftan din zenginler için de benzer bir telkin edici rol oynuyordu. Maddi çıkarlar peşinde koşmanın bir amaç olamayacağını; bu çıkarların bireysel çıkarları aşan daha üstün çıkarlara tâbi olması gerektiğini söyleyerek zenginleri ılımlı olmaya çağırıyordu. Ayrıca Kilise ekonomik faaliyetler üzerinde dizginleyici bir işleve sahipti (bkz. İntihar, s. 321).
Kapitalizm öncesinde ruhani dünya ile toplumsal dünya arasında sıkı bir ilişki vardı. Dinin etkisi çok güçlüydü; sınıfsal ilişkilerin bir çimentosuydu. Ilımlı ve ölçülü olmak genel bir kuraldı. Zamanla dinin etkisi azaldı. “Gerçekten de din sahip olduğu etkiyi büyük ölçüde kaybetmiştir,” diyor Durkheim (s. 322). Arzuları sınırlandıran manevi bir güç olarak “toplum”un, bir diğer deyişle dinin etkisinin zayıflaması ölçüsünde arzular serbest kaldı.
Endüstriyel üretim çağı bireysel arzuları kutsallaştırıp bunları birer amaç haline getirdi. Artık “(a)rzuları ve ihtirasları engellemek adeta kutsallara saygısızlık olarak” görülüyordu. “(A)rzuların bu şekilde zincirinden boşalması,” diye devam ediyor Durkheim, “endüstrinin gelişmesiyle ve pazarın neredeyse sınırsız bir biçimde genişlemesiyle birlikte giderek şiddetlenmiştir.” (İntihar, s. 323).
Komünist Manifesto’da Marx ve Engels şöyle yazmıştı: “Burjuvazi hâkimiyeti ele geçirdiği her yerde bütün feodal, ataerkil, kır yaşamına özgü ilişkilere son vermiştir. İnsanı tabii mafevkine bağlayan karmakarışık feodal bağları acımasızca kesip atmış ve insan ile insan arasında katıksız çıkardan, katı ‘nakit ödeme’den başka bir bağ bırakmamıştır.
Dinî bağnazlığın, şövalye ruhunun, küçük burjuva duygusallığının ilahî vecde gelişlerini bencil hesabın buzlu sularında boğmuştur. Kişisel onuru mübadele değerine dönüştürmüş ve sayısız müseccel ve müktesep hürriyetin yerine o tek, acımasız özgürlüğü, ticaret yapma özgürlüğünü, geçirmiştir. Sözün kısası dinî ve siyasi yanılsamaların ardına gizlenen sömürünün yerine açık, hayâsız, dolaysız, gaddar sömürüyü geçirmiştir.” (bkz. Yordam, s. 43).
Bu olağanüstü edebi analizde altını bir kere daha çizmemiz gereken cümle şu olsun: “Burjuvazi … Dinî bağnazlığın, şövalye ruhunun, küçük burjuva duygusallığının ilahî vecde gelişlerini bencil hesabın buzlu sularında boğmuştur.”
“Bencil hesabın buzlu sularında” boğulan eski toplum ve ona tekabül eden ahlâk anlayışı artık geri gelmeyecek. Yeni ahlâkı oluşturmak ise bugün hâlâ birinci ödevimiz olmayı sürdürüyor. Geçmişi yâd etmek ve mütemadiyen geriye bakmak yerine bugüne ve geleceğe odaklı bir etik-politik sorumlulukla doğayla ve birbirimizle kurduğumuz ilişkileri peyderpey dönüştürmeyi ve yeni olanı yaratmayı denemek gerekmiyor mu?
Goethe’nin Faust’unda Mefistofeles şöyle der: “Canlı bir nesneyi bilmek isteyenler, önce ondan tini kovar, o zaman parçaları tutarlar ellerinde. Ama ne yazık ki, eksiktir, aralarındaki tinsel bağlar.”
Yaşadığımız ahlâkî krizi kanımca çok iyi özetleyen bir ifade. Toplumdan “tini” kovduk kovmasına, ama büyüsü bozulan dünyayı da büyülemekten henüz uzağız. Ve elimizde de yalıtık “parçalar”dan başka bir şey yok!
***
Buradan otoriterlik ve yalnızlık konusuna geçmek istiyorum. Bu ikisi arasında zorunlu değil, daha çok rastlantısal bir ilişki olduğu kanısındayım.
Yalnızlaşma, içinde bulunduğumuz anomi çağına ait bir fenomen. Herhangi bir referans noktasının olmadığı, bireyin ortak bir ahlâkî düzen içinde tutunamadığı bir “boşluk” halinin ürünü. Toplumsal dışsallığın birey üzerindeki etkisinin zayıflamasıyla açıklanabilecek bir olgu. Ortak bir referans noktası olmayınca gerçek ile kurgu, doğru ile yanlış birbirine karışıyor; her şey flulaşıyor.
Günümüzde, geçmişte olandan farklı olarak, politik “karnavallar”da (siz “resmî törenler”de diye okuyun) liderleri ya da hiyerarşileri yıkamıyoruz; düzenlenen kutlamalar ve anmalar hiyerarşileri yıkmak yerine onları yeniden üretme ve tahkim etme işlevi görüyor. Kendi yarattığımız hiyerarşileri kolaylıkla değiştiremez olduk; tarihsel açıdan gelip dayandığımız, hatta sıkıştığımız yer burası. Yabancılaşmış bir gerçeklik içinde “makbul öznelere” dönüşüyoruz.
Graeber ve Wengrow, ortaklaşa yazdıkları The Dawn of Everything: A New History of Humanity adlı eserlerinde, Orta Çağ Avrupası’nda düzenlenen, feodal yaşama ait şatafatlı rütbe ve hiyerarşilerin gözler önüne serildiği dinî törenler ile herkesin “dünyayı alt üst etmek” için çılgınca dans ettiği karnavallardan bahsediyorlar. Söylediklerine bakılırsa bu karnavallarda: “(K)adınlar erkeklere hükmedebiliyor, çocuklar yönetimin başına geçebiliyordu.
Hizmetçiler efendilerinden iş talep edebiliyor, artık hayatta olmayan atalar diriltiliyor, ‘karnaval kralları’ taç giyip tahttan indirilebiliyor, ince dallardan yapılma dev ejderha anıtları ateşe verilebiliyor, hatta tüm resmi rütbeler çılgın bir içki âleminde paramparça edilebiliyordu.”
Yazarlar şu soruyu soruyorlar: “Eğer insanlar, tarih boyunca, farklı toplumsal düzenler arasında, düzenli aralıklarla hiyerarşiler kurup dağıtarak akıcı bir şekilde yer değiştirdilerse, belki de sormamız gereken soru şudur: Nasıl oldu da bir çıkmaza girdik?” (bkz. “Unfreezing the ice age: the truth about humanity’s deep past”, The Guardian, 19 Ekim 2021).
Giderek birbirinden yalıtılmış ve yalnızlaşmış bireyleri ahlâkî bir düzenin bir arada tutamadığı bir dönemde bugün devlet denilen sosyal gerçeklik, ancak ahlâkın sağlayabileceği bir “manevi otorite” olarak, böyle bir otoritenin yerine geçerek, ulusu örgütlemek ve bunun için de resmî “karnavallar” yoluyla hiyerarşileri yeniden üretmek işini üstleniyor; diğer taraftan da sermaye makinesinin tıkır tıkır işlemesi için “makbul özneleri” örgütleme işini yerine getirmeye çalışıyor.
Bu bağlamda ele alındığında otoriterlik anomi çağına uygun düşen yeni bir fenomendir.
Kaynaklar
– Émile Durkheim, İntihar, Çev. Özcan Doğan, Doğu Batı, 2021.
– Emile Durkheim, Toplumsal İşbölümü, Çev. Özer Ozankaya, Cem Yayınevi, 2020.
– Anthony Giddens, Kapitalizm ve Modern Sosyal Teori: Marx, Durkheim ve Max Weber’in Çalışmalarının Bir Analizi, Çev. Ümit Tatlıcan, İletişim, 2018.
– Karl Marx – Friedrich Engels, Komünist Manifesto, Çev. Nail Satlıgan, Yordam, 2015.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***