YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU
Zor dönemlerde soru ve sorgulamalar da tavan yapar. İnsanlar tabii olarak hem yaşadıkları felaketlerin maddî sebeplerini anlamaya ve bunlara sebep olan sorumluları bulmaya çalışırlar hem de bu olayların inandıkları değerlerle nasıl bir ilişkisi olduğunu. Kimlerin, nelerin kendilerine acı ve mahrumiyet yaşattığını öğrenmek ve onlardan hesap sormak isterler. Buna bir yönüyle adalet arayışı da diyebiliriz. Maddi sebeplerin yanında başlarına gelen belâ ve musibetlerin “manevi sebeplerini” de irdeler, bunların hikmetlerini anlamaya çalışırlar. Özellikle teodise ve kaderle ilişkili konular bu dönemlerin en çok konuşulan mevzuları olur. Bunlar ise oldukça dikkatli, hassas ve dengeli olunması gereken konulardır. Zira doğrudan itikadı ilgilendirir. Meselenin hissiliğe, tepkiselliğe, duygusallığa tahammülü yoktur.
Yaklaşık son on yıldır AKP hükümeti tarafından Hizmet gönüllülerine yönelik sürdürülen zulüm ve baskılar da bu tür konuları yeniden gündeme getirdi. On binlerce insan soykırıma varan ağır insan hakkı ihlallerine uğradı. Hem de kendi soydaşları ve dindaşları tarafından. Hiç ummadıkları insanların vefasızlıklarına, düşmanlıklarına, ihanetlerine maruz kaldılar. Kendi devletleri tarafından suçlandılar, kendi halkları tarafından dışlandılar. Haksız yere hapsedildiler, işkence gördüler. En temel vatandaşlık haklarından mahrum bırakıldılar. Çokları vatanlarını terk etmek zorunda kaldı. Çok büyük acılar, tahammülü zor trajediler yaşandı.
Yaşanan bütün bu felaketler en başta da dediğimiz gibi birçok soru ve sorgulamayı da beraberinde getirdi. Meseleye hukukî ve objektif bir nazarla bakabilenler için yapılanların büyük bir zulüm, faillerin de zalim olduğu şüphe götürmez bir gerçek. İddialara, suçlamalara, delillere ve verilen cezalara bakıldığında âdeta hukuk katliamı yapıldığı gün gibi aşikâr. Zira mahkeme süreçleri, yürütmenin yanında yasama ve yargıyı da elinde tutan müstebit bir yönetimin keyfine göre işliyor.
Hizmet gönüllüleri arasında bu konularda genel bir kabulden bahsedilebilir. Fakat iş burada bitmiyor. Birincisi, Hizmet hareketi içerisinde birilerinin hata ve yanlışlarının yaşanan zulümlere sebep olup olmadığı, en azından zemin hazırlayıp hazırlamadığı sorgulanıyor; ikincisi de meselenin Cenab-ı Hakk’ın tasarruflarına ve kadere bakan yönü tartışılıyor. Esasında bu iki konu birbirinden bağımsız olarak farklı düzlemlerde ele alınıp konuşulması gereken konular. Zira birincisi Bediüzzaman’ın tabiriyle varlığın mülk cihetiyle diğeri melekût cihetiyle alakalı. Birisi olayların zahiri yönüne diğeri bâtınî yönüne bakıyor. Birisi nedensellik ilkesi çerçevesinde sebep-sonuç münasebetleri açısından ele alınıp irdelenmesi gereken, diğeri Cenab-ı Hak’la münasebetlerimiz açısından üzerinde tefekkür edilmesi gereken bir konu. Fakat bu ayrımın yapılması kolay değil. Zira bu, derinliğiyle kavranması oldukça zor bir konu.
Hele bir de din istismarı söz konusuysa! Yani birileri âyet ve hadisleri kendi çıkarları istikametinde kullanıyor, Müslümanların inançlarını sömürüyor, dinî değerleri kendine göre yontuyorsa. Haklı eleştirilerin, soru ve sorgulamaların önüne geçme adına dinî hükümleri kullanma da aynı şekilde din istismarının farklı bir şekli. Bütün bunlar maalesef yaşanan hâdiselerin diliyle Cenab-ı Hakk’ın mü’minlere ne tür mesajlar verdiğini anlama adına Kur’ân ve Sünnet’ten hareketle yapılan samimi yorumlara da gölge düşürüyor, onların da şüpheyle karşılanmasına yol açıyor. Birazdan etraflıca ele alıp izah etmeye çalışacağımız “yolun kaderi” konusu etrafında yapılan tartışmalar bunun en güzel örneklerinden birini oluşturuyor.
Halihazırda yaşanan kafa karışıklıkları, suistimaller, tartışma ve kavgalar bir yana, şunun altını çizmekte fayda var: Yaşadığı her olayın aynı zamanda kulluk ve imtihan boyutu da olduğuna inanan bir mümin iki yönlü, iki boyutlu düşünmek zorundadır. O, bir taraftan yaşadığı her bir felaketi önüyle sonuyla derinlemesine tahlil ederek bunlardan ders çıkarmasını bilir, bir delikten iki kere ısırılmama adına Allah’ın kendisine ihsan ettiği zihnî melekeleri sonuna kadar kullanarak gerekli tedbirleri alır. Fakat bunun yanı sıra meselenin kulluk ve imtihana bakan yönünü de ihmal etmez. Mutlaka kendi muhasebesini de yapar. Allah’la ilişkilerini bir kere daha gözden geçirir. Yaşadığı mağduriyetlere yol açması muhtemel günahlarını nazar-ı itibara alarak tevbe ve istiğfara yönelir. Yaşadığı sıkıntıların kadere bakan yönüyle hikmetlerini anlamaya çalışır.
Öte yandan birileri dinî değerleri istismar ediyor diye bu tür yorum ve çıkarımlar yapan kimseleri de din istismarıyla suçlamak en hafif ifadesiyle suizan olur. Gerçekten de bazıları gerçeklerle yüzleşmekten kaçınabilir, “yolun kaderi” diyerek birilerinin yaptıkları hataların sorumluluğunu kadere yükleyip işin içinden sıyrılmak için bu tür metafizik izahlara sığınabilir. Fakat biz kimsenin niyetini bilemeyiz. Allah’a ve ahirete inanan, marifetullah bilgisine sahip olan, imtihan hakikatini bilen bir mümin elbette yaşanan hadiseleri çift yönlü değerlendirmek zorundadır. O bir taraftan dünyayı imar etme adına iradesini, aklını, bilimin imkânlarını sonuna kadar kullanmalı ama diğer yandan da kulluğun gereği olarak sürekli Cenab-ı Hak’la münasebetlerini gözden geçirmelidir.
Yolun kaderi ne demektir?
Meselenin doğru bir zeminde tartışılabilmesi için uzun bir girizgâh yapmak zorunda kaldık. Birilerinin yanlış anlamalarını, yanlış kullanımlarını, çarpıtmalarını bir kenara bırakarak “yolun kaderi” kavramına daha yakından bakmaya çalışalım:
Burada yoldan maksat başta peygamberlerin sonra da onların sadık temsilcilerinin yürüdükleri yoldur. Kader ile anlatılmak istenen de bu yolda yürüyen hemen herkesin bir kısım mihnet ve sıkıntılara maruz kalması ve belirli imtihanlardan geçmesidir. Esasında konuşulan konu doğrudan kader konusu değildir. Bununla anlatılmak istenen yolun hususiyetleridir, bir yolda yürüyen insanların yol boyu karşılaşmaları muhtemel sıkıntılardır. Nitekim aynı mazmun “hak yolunun cilveleri” veya “hak yolunun hususi meşakkatleri” gibi kavramlarla da ifade edilir.
Öncelikle “yolun kaderi” mefhumunun üzerine oturduğu dinî temellere ve tarihî olaylara bakacak, sonrasında da hakkı tebliğ yolunda yürüyen insanların niçin benzer sıkıntılara maruz kaldığını ele alacağız.
Kur’ân’da bunu ifade eden çok sayıda âyet-i kerime vardır. Örnek olarak şunları zikredebiliriz: “Biz, insan ve cin şeytanlarını her peygamber için bir düşman yaptık.” (En’am sûresi, 6/112) “Biz her peygamber için mücrimlerden düşmanlar yaptık.” (Furkan sûresi, 25/31) Bu iki ayet-i kerime gösteriyor ki şeytanların peşinden giden ve kötülük peşinde koşan kimseler peygamber mesajından rahatsız olacak ve onlara düşmanlık yapmaktan geri durmayacaklardır.
Aynı şekilde şu âyet-i kerimeler de bütün peygamberlerin benzer iftira ve hakaretlere maruz kaldıklarına dikkat çeker: “Eğer onlar senin nübüvvetini yalan saydılarsa, üzülme zaten senden önce nice resullere de yalancı denilmişti.” (Âl-i İmran sûresi, 3/184) “Sana söylenenler, senden önceki peygamberlere söylenen sözlerden başka bir şey değildir.” (Fussilet sûresi, 43) “Onlardan öncekilere hiçbir peygamber gelmemişti ki, ‘O bir büyücüdür’ yahut ‘bir delidir’ demiş olmasınlar.” (Zâriyât sûresi, 52)
Varaka b. Nevfel’in Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) hitaben söylediği şu sözler ise yolun kaderinin enfes bir ifadesidir: “Senin getirdiğin hakikatle gelen hiçbir insan yoktur ki yurdundan çıkarılmış, vatanından ayrı bırakılmış olmasın.” (Müslim) Efendimiz’in, “Belânın en şiddetlisi Peygamberlere, sonra Hakk’ın makbulü velilere ve derecesine göre diğer mü’minlere gelir.” (Tirmizi) hadisi de aynı hakikatin farklı bir ifadesidir.
Aynı şekilde Hz. Lokman’ın oğluna emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münkeri tavsiye ettikten hemen sonra, “Başına gelenlere de (bela ve musibetlere) sabret” (Lokmân sûresi, 31/17) demesi de çile ve mihnetin tebliğ mesleğinin ayrılmaz bir parçası olduğuna işaret ediyor. Asr suresinde zarar ve hüsrandan salim kalacak insanların vasıfları anlatılırken “hakkı tavsiye”den hemen sonra “sabrı tavsiye”nin zikredilmesini de bu meyanda zikredebiliriz. Demek ki hakkın temsilcisi olan insanları sabır ve sebat gerektirecek zorluklar bekliyor.
Kur’an-ı Kerim’de anlatılan peygamber kıssaları ise nazari olarak zikredilen bu hakikatin çok önemli tarihî tecrübeleridir. Peygamberlerin, kavimleri tarafından uğradıkları hakaretler, eziyetler, işkenceler tahammül sınırlarını zorlayacak ölçüde şiddetli olmuştur.
En yakın bir misal olarak Allah Resûlü’nün (s.a.s) yaşadığı hayat bütün detaylarıyla gözler önündedir. Nitekim Kendisi de bir gün muhtereme eşi Hz. Aişe’ye, “Kavminden çok çektim ey Aişe” sözüyle bu hakikati dile getirmiştir. Zira Efendiler Efendisi’ne en ağır hakaretler edilmiş, alaya alınmış, tehdit görmüş, tartaklanmış, yürüdüğü yollara dikenler saçılmış, ötekileştirilmiş, yalnızlığa mahkum bırakılmış, boykota maruz kalmış, suikasta uğramış ve daha nice eziyet ve işkencelere katlanmak zorunda kalmıştır.
Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin yanı sıra onların yolundan giden müminler için de imtihanların, sıkıntı ve meşakkatlerin yürünen yolun âdete ayrılmaz bir kaderi olduğunu ifade buyurur. Şu iki âyet-i kerime bunu açıkça ifade eder:
“Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara maruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız? Onlar öyle ezici mihnetlere, öyle zorluklara dûçar oldular, öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ile yanındaki müminler bile ‘Allah’ın vaat ettiği yardım ne zaman yetişecek?’ diyecek duruma geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara sûresi, 2/214)
“Müminler sadece ‘İman ettik’ demeleri sebebiyle kendi hallerine bırakılıvereceklerini, imtihana tâbi tutulmayacaklarını mı zannettiler? Biz elbette kendilerinden önce yaşamış olanları denedik. Allah, şimdiki müminleri de imtihan edip iman iddiasında sadık olanlarla, yalancıları elbette ortaya çıkaracaktır.” (Ankebût sûresi, 29/2-4)
Bütün bu âyet ve hadislerden öyle anlaşılıyor ki kâinatın düzen ve işleyişinde Allah’ın “âdetullah” olarak isimlendirilen kanunları bulunduğu gibi; toplumsal hayata dair de O’nun “sünnetullah” denilen yasa ve kanunları vardır. Bunlardan birisi de sevdiği kullarını ağır imtihanlara tâbi tutmasıdır. Allah’ın bu yasalarını değiştirmeye kimsenin gücü yetmez.
Hak yolunda niçin meşakkatler vardır?
Peki, Cenab-ı Hak, çok sevdiği peygamberlerini ve onların davasına sahip çıkan samimi insanları niçin çetin belalarla imtihan ediyor? Zorluk ve güçlükler olmadan da onlara başarı ve muvaffakiyet ihsan edemez miydi? Elbette edebilirdi. Etmediğine göre bunun hem ilahî hikmete hem de sünnetullah’a bakan cihetleri olmalıdır. Çünkü Allah abes fiil işlemez. Onun her icraatında mutlaka sayısız faydalar, hikmetler, maslahatlar vardır. Bunların bir kısmını anlasak da hepsini anlayamayabiliriz.
Peygamberlerin ve onların yolundan gidenlerin niçin çileli bir hayat yaşadıklarını düşündüğümüzde şunları söyleyebiliriz: “El-Mağnem bi hasebi’l-mağrem” veya “el-Harac bi’d-daman” kaideleri gereğince verilecek mükafatın hak edilmiş olması gerekir. Elde edilecek nimet ne kadar büyükse, katlanılacak cereme de o kadar fazla oluyor. Kazanç ile risk doğru orantılı gidiyor. Dolayısıyla ahirette en büyük uhrevi nimetlere nail olacak peygamberlerin burada çektikleri sıkıntılar da nispeten daha ağır oluyor.
Öte yandan peygamberlerin, mürşit ve mübelliğlerin mutlaka “örnek” insanlar olmaları gerekir ki sözleri tesirli olsun. Davasının çilesini çekmeyen, bir eli yağda bir eli balda refah içinde bir hayat yaşayan önder ve liderlerin etki ve tesirleri de olmayacaktır. Allah (c.c.), belâ ve musibetler vasıtasıyla başta nebilerinin sonra da onların sadık temsilcilerinin sabırlarını, samimiyetlerini, davalarına karşı gösterdikleri sadakat ve vefalarını herkese gösteriyor. Zira, insan karakteri zor zamanda belli olur. İmam Rabbani’nin ifadesiyle “Melikin atiyyelerini ancak onun matiyyeleri taşıyabilir.” Yani ilâhî lütuf ve nimetlere mahzar olmanın yolu, bu konudaki liyakat ve salahiyettir. Bunu ortaya çıkaracak en önemli vasıta da katlanılması zor imtihanlardır.
Bu konuda şu hususlar da gözden uzak tutulmamalıdır: Yukarıda geçen âyet-i kerimede de beyan edildiği üzere Allah bela ve musibetler vasıtasıyla hamlarla hasları, münafıklarla müminleri, çıkarcılarla beklentisizleri birbirinden ayırmak suretiyle kendi davasına hizmet edecek gerçek müminleri seçip çıkarıyor. Onların belâ ve musibetler karşısında ortaya koydukları sabır ve sebatlarını, azim ve kararlılıklarını, istikametlerini başkalarına da gösteriyor. Zorluk ve sıkıntıların insanları pişirdiği, olgunlaştırdığı, kemâle erdirdiği, terbiye ettiği de unutulmamalıdır. Dolayısıyla ağır imtihanların bir diğer hikmeti de dava-i nübüvvet temsilcilerini eda edecekleri vazifeye hazırlamaktır.
Günahlardan temizleme, hataların cezalandırılması, şefkat tokadı gelmesi, kıyas yoluyla büyük zatların hayatlarının anlaşılması, gafleti dağıtma, tevhide yöneltme, acz ve zaaflarını gösterme gibi bu konuda daha bir çok hikmet üzerinde durulabilir. Hatta meseleye sebepler açısından bakılarak küfrün imana karşı duyduğu cibillî düşmanlık cihetiyle de yaklaşılabilir. Yaşanan zulümler Kabil’in Habil’e duyduğu kıskançlık ve düşmanlığın farkı zamanlardaki tezahürü olarak ele alınabilir.
Biraz daha açacak olursak, gönüllerin imanla dolmasıyla birlikte toplumsal hayatta büyük değişimler meydana gelir. Allah korkusu ve hesap endişesi insanların hayatında köklü değişimlere yol açar. İmanla gelen değişim sadece insanın Allah’la ilişkilerini etkilemez, toplum bireyleriyle münasebetlerini de etkiler. Allah’ın buyrukları hayatın içine girdikçe iktisadî, içtimai ve siyasi hayatta ciddi değişim ve dönüşümlere sebep olur. Cahiliye dönemi toplumu bunun en bariz misallerinden biridir. Bu da birilerini rahatsız eder, düzenlerini riske atar, menfaatlerine dokunur. Özellikle de mevcut yapının devamından çıkar sağlayan mevki, statü ve servet sahiplerinin. Dolayısıyla da ilâhî mesajın yayılmasından rahatsız olur ve onun temsilcilerini engellemeye çalışırlar. Önce ikna yoluna başvurulur, sonra dünyevî imkânlar teklif edilir, arkasından tehdit ve korkutmalar gelir, bütün bunlar işe yaramadığında da kaba güce başvurulur. Tarihte bunun sayısız misalini görmek mümkündür. Hatta aynı durum toplumu değiştirme potansiyeli olan ideoloji ve felsefeler için de bir ölçüde geçerlidir.
Hasıl-ı kelam “yolun kaderi” demek “Hak yolunun hususi meşakkatleri ve imtihanları” demektir. Önemli olan, insanın nasıl bir yolda yürüdüğünün farkına varması, öncesinde kendini bu tür imtihanlara hazırlaması, karşılaştığında da bunları “Cennet yolunun yokuşları” gibi görerek sabır ve rızayla bu çetin imtihanı kazanabilmesidir.
Akıbet Müttakilerindir
Şunu da unutmamak gerekir ki Allah kendi yolunda yürüyenleri asla yalnız ve yüzüstü bırakmaz, yardım ve inayetiyle onların destekçisi olur, onlara zaferler lütfeder ve nihayetinde hakkı bâtıla üstün kılar ki bu da yolun kaderinin ve sünnetullah’ın başka bir yönüdür. Kur’ân-ı Kerim’de bu mazmunu ifade eden onlarca âyet-i kerime vardır. Misal olarak şu ayetleri zikredebiliriz: “Biz resullerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hem de şahitlerin çağırılıp dinlendiği günde, elbette yardım ederiz.” (Mü’min sûresi, 51) “Müminleri desteklemek Bize düşen bir borç idi.” (Rum sûresi, 47) “Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) destek olursanız, O da size yardım eder ve ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed sûresi, 7) “Dinine yardım edene Allah da elbette yardım edecektir.” (Hac sûresi, 40)
O hâlde müminlerin de yalnız O’na güvenip dayanmaları, yardım ve inayeti O’ndan beklemeleri, sabır ve takvadan ayrılmamaları gerekir. Zira O’nun yardım ettiğine üstün gelecek kimse yoktur. (Âl-i İmrân sûresi, 3/150) Bu ifadelerden tembel tembel oturup Allah’ın yardımını bekleme gibi bir mana anlaşılmamalıdır. Bilakis imanla, tevekkülle, sabırla Allah’ın yardımını talep etmenin zamanı, kılı kırk yararcasına sebeplere riayet ettikten sonradır.
Son olarak tekrar hatırlatmak gerekir ki yolun kaderine dair yaptığımız bu izahlar “melekut alemine ait hakikatlerdir.” Bunların “mülk aleminin yasalarıyla” karıştırılmaması gerekir. Biz meydana gelen olayları iman gözüyle değerlendirme ve kaderi planda bunların neye tekabül ettiğini anlama adına bu tür izahları önemli görsek de, kudret değil hikmet yurdunda yaşadığımıza göre her olayı mutlaka sebep ve neticeleriyle ele almak, bunlardan gerekli dersleri çıkarmak, plan ve projelerimizi buna göre yapmak zorundayız. Fakat mümin olmanın gereği olarak beşeri realiteler yanında ilahî planı da anlamaya çalışmalıyız ki düşünce istikametimizi kaybetmeyelim ve Allah’la münasebetlerimiz adına doğru tavrı belirleyebilelim.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***