KHK’lı Deniz Kurmay Kıdemli Albay Mehmet Dağcı’nın okul ve meslek hayatı başarılarla dolu. Öğrenci Seçme Sınavı’nda Türkiye çapında ilk sıralarda yer aldı. 1992’de girdiği Deniz Harp Okulu’nu 8. bitirdi. Harp Akademisi’ni birinci olarak kazandı, ikincilikle mezun oldu.
Silahlı Kuvvetler Akademisi’nde 76 kişi arasından yine birinci oldu. Yüksek lisansını yaptığı ABD’deki Purdue Üniversitesi’nde üç kez onur listesinde yer aldı. TCG Giresun fırkateyninin en genç komutanı olarak başarılara imza attı. Son görev yeri olan NATO Transformasyon Komutanlığı ve Fransa Deniz Gücü Karargahı’nda Türkiye’yi başarıyla temsil etti.
15 Temmuz’dan sonra o da silah arkadaşları gibi fişlendiği için 22 Kasım 2016’da beyaz üniformasına veda etti. İşsiz kaldıktan bir yıl sonra ise Amazon’da çalışmaya başladı. Şu anda Amazon’un Amerika ve Kanada’daki 400’ ün üzerinde dağıtım istasyonunun dizayn ve optimizasyonundan sorumlu bir ekibin içerisinde üst düzey yöneticilerinden biri.
Tüm yaşadıklarını altı yıl sonra “Henüz Değil” adlı kitabında yazan Mehmet Dağcı’nın, Sabahattin Ali’yi anımsatan bir üslupla anlattığı çocukluğu, askeri okula girme sevdası, evliliği, oğlu Fatih’in tedavisiyle mesleği arasında kaldığı dönemler ve tırnaklarını kazıyarak ulaştığı kariyeri oldukça etkileyici.
Aslında onun hikayesini herkesin bilmeye hakkı var. Kayseri’nin Yahyalı ilçesinde, anne-babanın ayrıldığı bir evde başlayan yaşam öyküsü, sanayiden, ayakkabı boyacılığına tek başına sürüp giden hayata tutunma çabası, bugün başta askeri öğrenciler olmak üzere birçok masum insana atılan iftiralara bir cevap niteliğinde.
BAŞBUĞ TERFİ SİSTEMİNİN DEĞİŞTİRİLMESİNE İZİN VERMEDİ
Dağcı’nın kitapta yer verdiği 15 Temmuz öncesi ve sonrasındaki tanıklıkları da dikkate değer. 2005 yılında ABD’de işletme mastırını tamamladıktan sonra Türkiye’ye dönen Dağcı, TSK’da Personel Yönetim Sistem Daire Başkanlığı’nda terfi geliştirme subayı olarak atandı. 2000’li yılların başında başlatılan “Personel Yönetim Sistemi” adlı projeye o da dâhil edildi.
Amaçları liyakate dayalı bir terfi sistemi geliştirmekti ancak proje dönemin Genelkurmay 2. Başkanı İlker Başbuğ’un engeline takıldı. Tüm Kuvvet Komutanlıkları’nın, ODTÜ başta olmak üzere çeşitli üniversite hocalarının bilgi ve fikirleri alınarak hazırlanan projeyi Başbuğ, “Ben bu rütbeleri omzumda taşıdığım sürece kimse terfi sistemini değiştirmeye kalkmasın” diye reddetti. Dağcı, Başbuğ’un bunu söyleme nedenini. ‘‘Hazırladığımız proje hayata geçseydi, askerlerin şahsi kanaatlere göre ya da keyfi olarak üst rütbelere ve lider kademeye çıkmasının önü kesilecekti.‘‘ olarak açıklıyor.
15 TEMMUZ’DA GEMİLERİ SEYRE ÇIKARTMA EMRİNİ VERENLER TERFİ ALDI
Dağcı’nın ifadesine göre 15 Temmuz’un ne olduğunu anlamak için sadece Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda yaşananlara bakmak bile yeterli. “Ankara’da yapılan bir darbede seyre kalkmış gemilerin nasıl bir işlevi olabilir?“ diye soran Dağcı, “O gece gemileri seyre çıkarmak için emir verenlerin hepsi terfi aldı ya da kritik görevlere getirildi. Emirlere uyup kimi izinden, kimi piknikten gemilerine gelen subaylar ise ertesi sabah birer birer otobüslere doldurularak tutuklandı.” diyor.
Kitapta dikkat çeken ayrıntılardan biri de Dağcı’nın Ergenekon-Balyoz davalarında yargılanan ya da hapis yatan insanlarla ilgili anılarından ve dostluklarından bahsetmesi. Bazılarıyla avukat paralarını ödeyecek kadar kurduğu iyi ilişkileri var. Dağcı’ya neden bunları anlatma gereği duyduğunu, bir vicdan muhasebesi yapıp yapmadığını da sorduk. Hepsini bu röportajda bulacaksınız.
TSK’da personel ve terfi strateji subayı olarak görev yaptığınız bir dönem var. 2005-2006 yılları. Kitapta belirttiğinize göre, liyakate dayalı bir terfi sistemi geliştirdiğinizi ancak İlker Başbuğ’un bunu reddettiğini yazmışsınız. Neden istemedi?
2000 yıllarının başında TSK’da “Personel Yönetim Sistemi” adlı bir proje başlatılmıştı. Ben 2003-2005 arasında Amerika’da işletme mastırını bitirir bitirmez, Türkiye’ye dönmüş ve Personel Yönetim Sistem Daire Başkanlığı’na atanmıştım. İşletme alanında yüksek lisans yapmıştım ama daha çok insan kaynakları, organizasyon yönetimi ile ilgili dersler almıştım. Terfi stratejileri geliştirme subayı olarak bu projeye dahil oldum. Biz bu projede çalışırken yani liyakate dayalı terfi sisteminin içine neleri katabiliriz diye düşünürken tüm Kuvvet Komutanlıkları‘ndan, ODTÜ başta olmak üzere üniversitelerimizdeki hocalardan görüşlerini aldık. Terfi sistemini yabancı dil, yüksek lisans, mesleki performans, fiziki yeterlilik gibi kriterlere bağlamak istedik. Proje bitince Genelkurmay İkinci Başkanı İlker Başbuğ’a sunduğumuzda aldığımız tepki “Ben bu rütbeleri omzumda taşıdığım sürece kimse terfi sistemini değiştirmeye kalkmasın” şeklindeydi.
Neden böyle bir tepki verdi? Projenizi inceledi mi, hiç bakmadan mı reddetti?
Biz de çok anlam veremedik. Hakikaten anlayamadığımız bir tepkiydi. Düşünün, Genelkurmay Başkanlığı’nda ikinci başkansınız, emrinizdeki bir başkanlık daha önce projesi onaylanmış bir sistem üzerinde çalışıyor. Tüm kuvvetlerden görüşler alınıyor ama siz bunu bir çırpıda durduruyorsunuz. Şundan çekinildi diye düşünüyordum: Hazırladığımız proje hayata geçseydi, askerlerin şahsi kanaatlere göre ya da keyfi olarak üst rütbelere ve lider kademeye çıkmasının önü kesilecekti.
Nasıl kesilecekti?
Mevcut sistemde mesleki performansınız çok kötü de olsa her rütbede bekleme süresini doldurduktan sonra albay rütbesine kadar yükselinebiliyordu. Bu nedenle hem gereğinden çok daha fazla yüksek rütbelere personel çıkarılıyor, hem de personel maliyeti katlanarak artıyordu. Öylesine ki Kara Kuvvetleri’nde pek çok birlikte albay kadroları açılmış, komutan yardımcısı ve benzeri işlevi çok sınırlı kadrolar tanımlanmıştı. Bu sistem hem TSK hem de ülke için son derece atıl ve işlevsizdi. Ancak bu sistem kullanılarak birileri albay rütbesine kadar getirilebiliyor ve Yüksek Askeri Şura’da amiral ve generalliğe terfi ettirilebiliyordu. Şurada kimin hangi kritere göre terfi ettirildiği ise açıklanmıyordu. Bizlerin sunduğu terfi sisteminde binbaşılıktan itibaren seçim kurulları ve şeffaf kriterler olduğundan keyfe keder yükselmelerin önü kesilecek, bir grubun TSK’nın liderlik kademelerini elinde tutması önlenmiş olacaktı.
Türkiye’de Gülen Hareketi’nin TSK’ya sızdığı, devleti ele geçirmeye çalıştığıyla ilgili bir algı oluşturuldu. Toplumun büyük bir kesimi de buna inanıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Doğru mu?
Bunu anlayabilmek için öncelikle TSK’nın yapısına bakmak lazım. TSK, uzun yıllar liderlik kadrosunu elit bir zümrenin oluşturduğu kurumdu. Tanıdık esasına dayalı ya da babadan-oğula diyebileceğimiz bir yönetim vardı. O dönemlerde TSK’ya Anadolu’dan ya da maddi olanakları zayıf kesiminden insanların girmesi, okuması, yükselmesi zordu. Aklımıza da gelmiyordu. İnanın ben Deniz Harp Okulu’na girme kararı aldığımda bile hayal gibiydi.
Fakat TSK, 1990’lardan itibaren operasyonel olarak çok etkin görevler üstlenmeye başladı. Güneydoğu’daki terör faaliyetlerine, NATO kapsamındaki seyir faaliyetlerine baktığınızda TSK, aldığınız maaşın oldukça düşük kaldığı ama sürekli olarak görevlere gittiğiniz, risk aldığınız, evinizden ayrı kaldığınız çok zorlu bir kuruma dönüştü. Böyle olunca elit kesimde TSK’nın popülaritesi azaldı. Kimse bu kadar zor şartlarda görev yapmak istemedi. Hatta yurtdışına yüksek lisans eğitimine gönderilen elitlerden pek çoğu dönmeyerek firar etti. O zaman ne oldu? TSK’nın insan kaynağı daha genele yayıldı, maddi durumu olmayan ama devletin bir şekilde okuma imkanı sağladığı ya da hakikaten çok zeki, çok başarılı ama bugüne kadar kendisine fırsatlar sunulmamış insanlar girmeye başladılar. Ben de Deniz Harp Okulu’na 1992’de girdim.
Askeri okul hayaliniz için çok çaba göstermişsiniz. Anne-baba ayrılmış bir evde, ayakkabı boyacılığından dinlenme tesislerine kadar birçok işte çalışarak tamamladığınız bir eğitim hayatınız var.
O dönemde üniversite sınavına 1 milyon civarında insan girmişti. Ben 2011’inci olmuştum. Benimle birlikte giren diğer bir arkadaşım Türkiye’de ilk yüzdeydi. Hakeza Deniz Lisesi’ne girenler okullarında derecede ve parmakla gösterilen öğrencilerdi. Yani Silahlı Kuvvetler’e toplumun değişik kesimlerinden oldukça çalışkan, okullarında ön plana çıkmış insanlar o dönemlerde girmeye başladı. Elit tabaka, rekabet gücünü yavaş yavaş kaybetmeye başladı. Şu örneği verebilirim; sivil liseden benimle birlikte Deniz Harp Okulu’na giren bir arkadaşım okulu birinci bitirdi, biri 3. bitirdi, ben 8. bitirdim. Düşünün, dışardan geliyorsunuz, böyle bir ortama giriyorsunuz ama 276 kişilik bir sınıfta dereceyle okulu bitiriyorsunuz.
KENDİLERİNDEN OLMAYAN HERKESİ FİŞLEDİLER
“TSK’yı belli bir grup doldurdu, yapılandılar” gibi yaklaşımları şöyle buluyorum. TSK’yı ya da devletin etkin kurumlarını -Dışişleri Bakanlığı, Milli İstihbarat Teşkilatı da bunun içerisindedir- yıllarca yönetmiş olan kesim, aslında bu kurumlara giren ve başarılı olan insanların önünü belli bir dönemden sonra kesemediler. Çünkü gerek nitelikleri itibariyle, gerek yabancı dil, gerek yüksek lisanları itibariyle ön plana çıkmaya başladılar. Ama buna rağmen, bu vatanın çocukları olmamıza rağmen bizi ötekileştirdiler. Doğu Perinçek “Bizden olmayan herkesi bir liste yaptık ve bu listeyi de hükümete teslim ettik” demişti. Yani kendilerinden olmayan herkesi fişlediler.
Bir askeri öğrencinin harp okulundan mezuniyetine kadar okulda geçirdiği süre 8 yıl. 13 yaşında, gecesini, gündüzünü, her şeyini 24 saat denetlenebilen bir ortamda geçirmiş bir askerin, çocuk yaşta bir insanın kendini böyle gizleyebilmesi mümkün mü? Biraz özel olacak ama biz giydiğimiz iç çamaşırlarımıza kadar kendi okul numaramızı diktiğimiz ve takip edildiğimiz bir sistem içerisinde yetiştirildik. Giydiğiniz çamaşırın, okuduğunuz her kitabın, yattığınız, kalktığınız, yediğiniz, içtiğiniz her şeyin bilindiği, ailenizin, akrabalarınızın güvenlik soruşturmasının yapıldığı bir ortamda ve üstelik o kadar kontrol edilen bir mekanizmada bu kadar geniş bir grubun barınabilmesi hayatın olağan akışına ters. Daha da ironik tarafı bu öğrencilerin kabulünü yapan, sınavlarını onaylayan, denetleyen, mezun eden okul komutanları, alay komutanları televizyonlarda boy boy vatanseverlik taslıyor ama mezun olan subaylar hain oluyor. Ben olsam Türker Ertürk, Aydın Gürül, Tayfun Uraz, Can Erenoğlu gibi okul/alay komutanlarına hesap sorardım. Nasıl oldu da bu kadar haini okula aldınız, mezun ettiniz diye!
Askeri lise sınavları için Kayseri’den İstanbul’a tek başınıza gelmeniz, otelde kalmanız, sınava yetişme çabalarınız ilginçti. Tek başınıza bilmediğiniz bir şehre nasıl geldiniz, daha 15 yaşındasınız?
Kitabımda yazdığım her kelimenin, her satırın arkasındayım. Bunu yakın çevrem çok iyi bilir. Beni memleketim Kayseri Yahyalı’da tanımayan yoktur. Merak eden orada da sorup teyit edebilir. Hayatımda ilk kez İstanbul’a geliyorum. Tuzla’da indim. Otobüste sabaha kadar uyumamıştım. Yanımda sigara içen biri vardı. E-5’ten harp okuluna gitmeyi bilmiyorum. Cebimde üç kuruş var. Böyle bir ortamda sınava girip kazandım. Ne beni İstanbul’da kimse karşıladı, ne bir yere yerleştirdi. İlkokulda, ortaokulda, ne şartlar altında birinci olduğumu kitapta ayrıntılı anlattım. Üniversitede kaçıncı olduğum ellerinin altında. Ya da Harp Okulu’ndaki derecelerimize baksınlar. Kırkın üzerinde takdir belgem var. Kuvvet Komutanları Bülent Bostanoğlu, Uğur Yiğit, Murat Birgel de dahil yaptığım hizmetlere ve akademik başarılara dönük aldığım takdir belgeleri bunlar. Arkadaşlarımın hepsi böyle. Yurt dışında yüksek lisans yapıyorsunuz. Ben Purdue Üniversitesi’nde yüksek lisans yaptım. ABD’de 17. sırada olan bir üniversite üç kez onur listesine girerek mezun oldum. Doktorasını, yüksek lisansını en iyi üniversitelerde dereceyle tamamlayan arkadaşlarımız var. Yalanla dolanla, milleti kandırmayla bir işimiz olsa Amerika’nın en büyük şirketlerinden biri olan Amazon’da beş yıl boyunca yöneticilik yapamazsınız.
Bir araştırmaya göre bir trajedi sonucunda bir ülkeden başka bir ülkeye göç eden insanların entegrasyon süresi, yani o trajediyi atlatmaları, bireysel olarak ayağa kalkmaları, iş bulmaları 7-10 yıl arasında zaman alıyor. Bakıyorsunuz; ben bir yıl sonra ABD’nin en büyük şirketinde işe girdim. Birçok asker, diplomat, bürokrat ve değişik mesleklerden insan şu anda üniversitelerde öğretim üyesi. Birçok arkadaşımız en iyi şirketlerin IT departmanlarında önemli işlerin başında. Bunun içerisinde Facebook, Google, Bank of America gibi dünya devleri de var. Bu insanlar bu kadar eğitimli, donanımlı, tecrübeli olmasaydı bir yıl gibi kısa bir süre içinde bu kadar elit kurumlara bu kadar elit görevlerde girebilirler miydi? Lütfen herkes bunları oturup bir düşünsün. Bir de bu insanlar şimdi görevlerinin başında olsalardı Türkiye’nin gelebileceği seviyeyi hayal etsin!
Ben şeffaflığa inanan bir insanım. Ne kadar şeffaf olursak o kadar güçlü oluruz. Saklayacak bir şeyimiz yok. Bilakis anlatmadığımız çok şey var. Habertürk “Korsanların Korkulu Rüyası Binbaşı Mehmet” başlıklı benimle ilgili bir haber yapmıştı, kaldırmışlar. TRT’de ilk kez katıldığımız “Deniz Haydutluğu ile Mücadele Harekatı’na” ilişkin röportaj yapmıştık. Onu da kaldırmışlar. Afrika Kıtası’nı boydan boya dolaşan Türk Deniz Görev Kuvveti’nin faaliyetleri, komutanları ve personelinin haberleri silinmiş. Düşünebiliyor musunuz, tarihi siliyorlar. Aynen Fatih Terim belgeselinde Hakan Şükür’ün isminin, görüntülerinin silinmesi gibi bizlerin de başarıları özenle silinip halkın görmesi engelleniyor.
İzmir Casusluk Davası’nda yargılanan Albay Ramazan Özoğul ile davalar devam ederken aynı gemide görev yaptığınızı yazmışsınız. O dönemde hakkında dava açılan biri görevine devam edebiliyor muydu?
Ergenekon-Balyoz dönemindeki yargılamalar devam ederken birçok insan en kilit görevleri yapmaya devam etti. Ramazan Özoğul böylesine hassas bir dava sürerken dahi devletin 16 fırkateyninden birinin komutanı idi. Casusluk davasından yargılanıyorsunuz ama siz bu fırkateynlerden birinin komutanı olabiliyorsunuz. Yankı Bağcıoğlu, daha sonra Deniz Kuvvetleri’nde hareket başkanı oldu. Balyoz’dan yargılanıyordu, dört gemiyi birden kumanda eden komodor görevine devam etti. Ailelerini kimse lojmanlardan çıkarmadı. Tutuklananları da biz silah arkadaşları olarak ziyaretlerine gittik. Yargı neticesi somut bir şekilde ortaya konulmadığı için, onlara masum gözüyle baktığımız için avukat paralarını toplayıp gönderdik, saygıda ve silah arkadaşlığında kusur etmedik. Her ay avukat parası toplanıyordu.
Mesela kimin için avukat parası topladınız?
Toplanan paralar tek tek kime dağıtıldı bilmiyorum ancak o davaların avukatlığını yapanlara sorulabilir kimden ne kadar para aldıkları. Ergenekon-Balyoz’dan davası devam edenler için farklı birliklerden paralar topluyorduk. Amacımız savunma haklarının kısıtlanmaması, hem onların hem de Silahlı Kuvvetler’in bu davalardan aklanması idi. Nihayetinde milletin güvenini kazanmış köklü bir kurum yıpranıyordu. Ramazan Özoğul ile bu dava döneminde biz çok yakın çalıştık. Benim komutanımdı. Hiçbir zaman saygıda kusur etmedim. TSK’da disiplini bozarsanız, o saygıyı kaybederseniz aslında kurumu öldürmüş olursunuz. Ne kendilerine ne ailelerine en küçük bir saygısızlık yaşanmadı. Bilakis sahiplenildi. Bu bir silah arkadaşlığı. Yemin ettik biz. Dava süreci başlatıldı diye bu yemine ihanet edemezdik. 15 Temmuz sürecinde bırakın dava başlamasını, ismimiz bir listede yayınlanır yayınlanmaz tüm haklarımız alındı, bizi bir anda hain ilan ettiler. Haklarını savunduğumuz bu insanlar birdenbire bu kirli tuzağın sahipleri olarak karşımıza çıktılar. Aslında kalite ve askerlik mesleğinde liyakat farkı bu süreçte ortaya çıktı.
Kitapta Ergenekon-Balyoz döneminde tutuklanan birçok kişiyle anılarınıza epeyce yer vermeniz dikkatimi çekti. Bir vicdan muhasebesi olarak mı bunları yazdınız?
Hayır, vicdan muhasebesi değil. 263 sayfalık kitapta anılar birkaç sayfayı geçmiyor. Ben hem Ergenekon döneminde hem de 15 Temmuz’dan sonra tutuklanan birçok amiral ve generalle çalışma fırsatı buldum. Bir asker olarak gördüğüm, yaşadığım olayları harfi harfine anlatmak kimin gerçek hain kimin kahraman olduğunu göstermek istedim. Pek çoğuyla iyi bir askerlik ilişkim oldu. Duygularımla hareket etmedim, somut olarak gördüklerimi yazdım. Keşke 15 Temmuz gibi bir ihanetin içinde olmasaydı dediğim insanlarla da çalıştım.
Veysel Amiral sizi çok şaşırtan isimlerden biri sanırım. Neden çok şaşırdınız?
Veysel Kösele Donanma Komutanı iken pek çok kez onu gemimde ağırlamış sancağını taşımıştım. Bizlere sürekli yetişmiş personelin kıymetini ve ne kadar emek ve maliyet gerektirdiğini ifade ederdi. Ancak 15 Temmuz’da on binlerce yetişmiş personele bir bir kıyılırken nasıl olur da bu tuzağın bir parçası olabilir diye düşünmeden edemedim.
Bir tehdit istihbaratı alındığında gemiler bulunduğu limanlardan derhal seyre kalkar. Bu geminin ve personelin bir sabotaja karşı korunması amaçlıdır. Aslında bu doğal bir reflekstir. 15 Temmuz gecesi personel ve komutanlar gemilerine çağrılıyor. Bu esnada olayları yönlendirmesi, yönetmesi gereken, gemilerin bağlı olduğu Donanma Komutanı Veysel Kösele İstanbul’da bir düğünde, ilerleyen saatlerde TCG Yavuz fırkateynine çıkıyor, Kuvvet Komutanı Bülent Bostanoğlu otoparkta saklanıyor. Telefonlarını bir süre kapatıyorlar, kimse ulaşamıyor. O kargaşa, kaos içinde asker olarak komutanınızı arıyorsunuz ama ortada yok. Birileri televizyona çıkmış darbe açıklaması yapıyor, birileri personeli topluyor, birileri gemileri kaldırıyor, düşünün o karmaşayı… O kaosta kime bakarsınız? Bu birliğin en yüksek komutanına.
Kitapta belirtmediğim bir detayı burada size vereyim. Gölcük’te gemi personeli, gemiyi seyre kaldırmak üzere birliklerine çağrılıyor. Gemileri ve personelin emniyetini almak üzere seyre kaldıran silah arkadaşlarım şimdi içeride ancak Turgut Reis gemisinin komutanı Savaş Bilican çağrılmasına rağmen gitmiyor. Onun yerine İkinci Komutan Ali Kocamanoğlu gemiyi kaldırıyor, ona müebbet verdiler, Savaş Bilican’ı amiral yaptılar. Darbeyi önceden haber aldıkları için kimi düğünde, kimi evinde, kimi sıcak yatağında film izler gibi olayları izlediler. Birileri de cansiperane gemisini, personelini korumaya çalışıyor. Benim ihanetten kastettiğim bu. Bunca kaosun ortasında onca gemi ateşe atılıyor. Gemiler limana döndükten sonra o gemi personelinin her biri tek tek otobüslere doldurularak tutuklandı ve müebbet verildi.
AYNI EKİPTEN İNSANLAR TELEFON AÇIP KARARGÂHA ÇAĞIRDILAR
Gemileri kaldırmalarını Veysel Kösele mi emrediyor?
Donanma Komutanlığı’nın karargah yapısı içinde Veysel Kösele donanma komutanı, onun altında hareket başkanı ve kurmay başkanı görev yapıyor. Gölcük Ana Üssü’nde, Aksaz Deniz Üssünde de gemilere seyre kalk emri verenler kurmay başkanları. Yalçın Payal ile Aykar Tekin. Her ikisi de Ergenekon-Balyoz davasında tutuklu sanıktılar.
Ankara’da yapılan bir darbede seyre kalkmış gemilerin nasıl bir işlevi olabilir? Darbeye ne tür bir katkısı olabilir? Bunu herkes bir düşünsün. Harp Akademileri’nde öğretim üyelerini ve öğrencileri birliğe gelin diye tek tek çağırıyorlar. Bunları çağıranlar da Ergenekon- Balyoz davalarından tutuklanmış subaylar. Kuvvet Karargahı’na bakıyorsunuz aynı durum, aynı ekipten insanlar telefonla personeli tek tek arayıp karargaha çağırıyorlar. Yani insanları birer birer tuzağa çektiler. Ertesi gün de o insanları “Sen karargahtaydın, ne iş yapıyordun?” diye hain ilan ettiler. Bir silah arkadaşım bu yüzden müebbet hapis yatıyor. Tam piknik mangalı yakacakken telefon geliyor, hatta eşi “Ya yeter artık, cuma akşamı, mangal yakacaksın, gitme” diyor. O görev aşkıyla “Gidip bir kontrol edeyim, mangalın zaten altını yaktım, köz olana kadar gider gelirim” diyor. Bu insan içeride. Darbe yapacak insan mangal mı yakar?
EL ELE BİZE TUZAK KURDULAR
Ergenekon süreci başladığında Afrika’da gemide seyirde olduğunuzu ve sonrasında davalardan tutuklanacak gemi komutanı ile anılarınızı yazmışsınız. Kimdi o, nasıl tepki verdi haberlere, sonra neler yaşandı?
Albay Cenk Dalkanat. Gemi komutanıydı. Sonrasında Balyoz davasından yargılandı. Onun ikinci komutanı Murat Şirzai yarbaydı. Kendisi şu an içeride. İşkence gören ilk amiraller arasında. Personele karşı son derece sert olan Cenk Albay, davalar başladıktan sonra günah çıkaran bir tavra bürünmüştü. “Biz görevimizi yapıyorduk” vs. demişti. Biz askerlik mesleğinin gereği olarak kimseye saygısızlık etmemek üzere eğitim aldık. Dolayısıyla o insan davada yargılandı, şuna bulaştı diye kimseye hürmetsizlik yapmadık. Kendi personelimden de kimseye hürmetsizlik yapmalarına izin vermedim. Buna çok önem veriyorum. Aksi takdirde herkes herkese iftira atabilir. Hukuk kuralları işlemeden de şu an olduğu gibi herkes hain ilan edilebilir. Bu çok korkunç bir şey. Daha da korkunç olan bir şey de o davaların savcılığına soyunanlar ile bu ekip el ele bizlere tuzak kurmaları. Askerlik yeminlerine ihanet etmeleri.
Saygıda kusur etmediğiniz, selamı sabahı kesmediğiniz ya da avukat parası topladığınız insanlarla 15 Temmuz’dan sonra hiç konuştunuz mu, sizi arayıp soran oldu mu?
Biz görevden ayrıldıktan sonra sosyal ölüm oldu. Matrix filmindeki gibi fişimiz çekildi. Normalde haftada, ayda bir görüştüğümüz insanlar aramaz, görüşmez oluyor. Dolayısıyla bu insanlar da öyle yaptılar. Ancak yeni başarılarımızla ortaya çıktığımızda pek çoğunun Linkedln hesaplarımızı incelediğini görüyorum. Beklentileri aslında şuydu; bunların rütbelerini, maaşlarını alınca sefil olacaklar ama arkadaşlarımın her biri aksini ispatladı, inanılmaz şekilde tarihi bir örnek oldular, hepsi çok güzel görevlerde çalışıyor. Herkesin başı dik, alnı ak, yeni başarılara yelken açtı.
2008’de Deniz Harp Akademisi’nden ikincilikle mezun olduğunuzda Abdullah Gül, Köksal Toptan ve Erdoğan’ın katıldığı törende Cumhurbaşkanı tarafından ödül olarak verilen saati ihraç edilince satmak zorunda kaldığınızı yazmışsınız. Kaça sattığınızı merak ettim?
300 dolara civarındaydı zannedersem. Aslında çok ucuza gitmişti ama o dönem çok sıkışmıştık. Kitabımda da detaylarını paylaştığım üzere, KHK ile ihraç edildikten sonraki ilk dönem zordu. Şener Şen’in Züğürt Ağa filmini seyredenler filmin sonunda çizmesini sattığı sahneyi hatırlar. Benim için de öyle bir andı. Amerika’dasınız, üç çocuk var, Fatih’in bir ilacı 1800 dolardı, nasıl alacağım diye endişeleniyorsunuz, işiniz yok, kredi kartlarını sonuna kadar kullanmışız… Aslında o saati satmamın sebeplerinden biri de sisteme olan tepkiydi. Bana hediye edildiğindeki önemi apayrıydı.
Mezuniyet törenimiz Temmuz 2008’de yapılmıştı. Birincilikle mezun olan Yasemin Yüzbaşı’ya diplomasını Abdullah Gül, bana Köksal Toptan, üçüncü olan Meftun Metin’e Erdoğan vermişti. Böyle bir ortamda ödül alıyorsunuz, başarınızı devletin en yüksek kademesi teyit ediyor ama 15 Temmuz’dan sonraki vefasızlık hediyelerin de değerini aşağı indiriyor. Dost gibi görünenlerin değerini kaybetmesi gibi. Meftun şu an içeride, müebbet verdiler. Yasemin benim gibi sürgünde. Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan ödül veriyor ve her birimizin düşürüldüğü duruma bakın. O yüzden saati satarken üzülmedim. Vefasızlığın üst düzeye çıktığı bir noktada bizlerin beklediği en önemli şey, bizi yetiştirenlerin ve milletimizin bize olan inancı ve güveniydi. Onun dışındaki her şey kıymetini yitirdi. Nasıl rütbemizi bir kenara koyduysak o tür ödülleri de bir kenara koyduk.
Kitabınızda çok başarılı, disiplinli, görevini tam tamına yapan bir subay portresi çizmişsiniz. Hiç hatanız olmadı mı?
Hatasızlık Allah’a mahsus. Ben insanım. Tabii ki hata yaptık. Aldığım en önemli dersi söyleyeyim. Biz bu ülkede yaşanan birçok haksızlığa gereği kadar yakın durmamışız. İnsanların yaşadıklarına detaylı bir şekilde kafa yormamışız. Terör olaylarında köyleri boşaltılan, göçmek zorunda kalan, kurumlar suratına kapatılan Kürt vatandaşlarımız var. Denizci olduğum için Güneydoğu’da görev yapmadım ama onların acısını derinden hissetmekle birlikte bir ses olamadığım kanaatindeyim. Bu sistem tarafından dışlanmış, ötekileştirilmiş insanların dertlerine, acılarına daha derinden bakabilirdim. Daha sahiplenici olabilirdim. Bizlerin başına bu olaylar geldiğinde bunu çok daha derinden anlıyor insan. Bu nedenle bundan sonraki gayretim bu topraklarda ezilmiş her kesim ile birlik olmak. Ben inanıyorum ki, bizim sayımız bize zulmedenlerden kat kat fazla ama bir araya gelemiyoruz, bu çok üzücü. O gücü, sinerjiyi kullanamıyoruz. Yıllardan beri aramıza ekilen algı ve önyargılardan bir türlü sıyrılamıyoruz.
Bir hatam da belki de şuydu; oğlum Fatih günlerce hastanede kalırken biz gözümüz kapalı bir şekilde göreve devam ettik. Eşimizi, çocuklarımızı, yakın çevremizi ihmal ettik. Düğün, cenaze, bayram var, “Ben seyirdeyim, kusura bakmayın, vatan görev bekler.” dedik. En büyük hatamız bu oldu. Görev aşkını o kadar yükseğe çıkarmıştık ki en temel bireysel sorumluluklarımızı yerine getiremedik. Bu yüzden başta eşlerimiz ve çocuklarımız olmak üzere ailelerimizin yaptığı fedakarlık ve destek için de ömür boyu şükran duyacağımı ifade etmek isterim.
Görevinize çok anlam yüklediğiniz için pişmanlık mı yaşıyorsunuz?
Mesleki olarak yaptığım şeylerden pişmanlık duymuyorum, çünkü dönüp baktığımda gerçekten güzel başarılara imza attık. Güzel şeyler yapabilmek için odaklanmanız, çok çalışmanız gerekiyor ama daha iyi yönetebilirdik diye düşünüyorum. Halkla, yakın çevremizle daha iç içe olabilirdik. Bizler hep görevde, hep uzakta olan insanlardık. Hangi şartlarda çalıştığımızı, ne sıkıntılar yaşadığımızı, başarılarımızı halka anlatamadık. Dolayısıyla halkın şimdi bu insanlara nasıl inandığı, kandığı noktasında içimiz yanıyor. O boşluğu maalesef şu an yalanlar dolduruyor. Başkalarının yalanları halkı çok rahat kandırıyor. Bizler bu ülke için ne yapıyoruz, görevlerimiz neler? Doğru dürüst anlatmadık. Halk savaş olmazsa TSK’nın yaptıklarını bilmez. İkincisi de şu olabilir; bize şu an sırtını dönen insanları daha iyi tanıma şansı bulabilirdik.
Bir bayram sabahı, bayramlaşmak için eşinizle birlikte bir kurmay başkanının evine gittiğinizde ‘Nasıl olsa mesaiye gideceğiz orada bayramlaşırız’ diye kapıdan çevrildiğinizi yazmışsınız. Bu olay ne zaman oldu? Bayramlaşmaya gerek duymayan bu başkan kim?
Aslında bu kimsenin kim olduğu değil zihniyeti önemli. O yüzden burada isim zikretmekten ziyade sizin değerlerinize görevde iken saygı bile duymayan bu insanların, şimdi halkı aldatıyor olması. Bu değerlere bir anlam yüklemedikleri için görevde iken çok gaddar olan bu insanların şimdilerde naif profili çizmesi çok ironik duruyor. Aslında askerlik görevini yerine getirmek için bizlerin ve onların emrinde görev yapan milyonlarca Mehmetçik ne demek istediğimi en iyi bilecek olanlardır. Onlardan isteğim bu algı ve yalanları kendi hatıraları, yaşadıkları ve gördükleri ile mukayese etmeleri. Vatan evladı kavramı yok, kendi seçilmiş elitleri, grupları var. Bunların dışındaki herkes onlara hizmet eden belli bir yere kadar kullanılan, kullanıldıktan sonra atılan değersiz insanlar topluluğu. Ne gariptir ki şimdi televizyonlarda, gazetelerde boy gösterip, bizlerin yokluğunu fırsat bilip özleri ile yüz seksen derece ters bir tablo çiziyorlar. Şu unutulmamalıdır ki gerçeklerin ortaya çıkmak gibi bir özelliği var. Elbet bir gün doğruların konuşulduğu, özgürlük, eşitlik ve hukuk esasına dayalı bir düzenin hakim olduğu günler gelecek.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***