YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Durumunuzdan memnun musunuz? Durun kızmayın hemen. Dalga geçmiyorum! Okumaya devam edin lütfen bu yazıyı.
Türkiye’nin bugünü elbette dünden kötü; buna şüphe yok. Diğer taraftan Türkiye hiçbir zaman demokratik ve özgür bir ülke olmadı. Avrupa Birliği (AB) reformlarının gerçekleştirildiği 1999-2011 yılları arasında her ne kadar demokrasi, insan hakları, azınlık hakları ve temel özgürlükler konularında görece ilerlemeler sağlandıysa da, hayal kurmaya ve kendimizi kandırmaya gerek yok. Türkiye bu dönemde de eskisine oranla çok daha iyi de olsa, tam manasıyla demokratik bir hukuk devleti olmadı. Bugün yaşanan gerilemeler, yarım yamalak bir demokrasinin çöküşüdür sadece. Tam manasıyla yerleşmiş ve kurumsallaşmış bir demokratik hukuk devletinin yanından bile geçmedi Türkiye, 100 yıllık tarihinde. Ondan öncesi zaten tam bir fecaattir. Osmanlı döneminde en ileri demokratikleşme bile ancak eşit vatandaşlık ve özel mülkiyet hakkı gibi temel birtakım hakları – o da kâğıt üzerinde! – sağlamıştır. Bunlar da çağın gerisindedir. Batıda gerçekleştirilen ilerlemeler hep geriden takip edildi ve Ortadoğu’ya uygun kırpmalar sayesinde güçlü ceberut devlet korundu. Atatürk ve İnönü dönemlerinde cumhuriyetin temelleri atılırken, insan hakları, açık toplum, liberal demokrasi, gücü sınırlandırılmış ve denetlenebilir iktidar, din, düşünce, ifade, politik eleştiri özgürlüğü gibi temel hak ve özgürlükler es geçildi. İktidar sahiplerince bunlar bizim topluma birkaç numara büyük olarak algılandı.
Türkiye nüfusunun oransal olarak gayet ciddi bir oranını oluşturan Kürtler de, diğer etnik ve dinsel azınlıklar da bu sistemde kendilerini ifade ve temsil edebilecek özgürlüklere erişemediler. Gazeteciler ve medya çalışanları, akademisyenler, aydınlar, yazarlar, sanatçılar, dominant politik diskurun dışına çıktıklarında devletin demir yumruğunu yediler. Ermeni Soykırımı, Rum Soykırımı, Süryani Soykırımı, Kürtlere yapılan Türk üstünlükçü asimilasyonist Apartheid politikaları, Alevilere yönelik yapılan ayrımcılıklar, Dersim Katliamı, Varlık Vergisi, 6/7 Eylül Pogromu, İzmir’in Kurtuluşu sonrası yapılan Rum katliamı, 1974 Kıbrıs Çıkartması gibi birçok konu tabulaştırıldı, devletin resmi tarihiyle mühürlendi. Bu konuları devlet resmi anlatısı dışında ele alan tüm aydınlar takibata uğratıldı, hapse atıldı, on yıllarca baskı ve zulüm gördü. Maalesef bu yaşananlara Türkiye akademiyası da, basını da, entelektüel çevreleri de duyarsız kaldı. Devletin endoktrine ettiği ideolojiyle ve özellikle de nasyonalist gözlüklerle olaylara yaklaşan bir tür devletlû aydın sınıfı yaratıldı ve aralarındaki bazı ideolojik nüanslara karşın bu insanlar genelde devlet diskurunu hep beraber benimsediler ve savundular.
Türk basını ve medyası daima büyük grupların kontrolünde oldu ve bağımsız hareket etmekte zorlandı. Basında ve medyada devletlû söylemler konusunda otosansür genel geçer bir uygulama olageldi. Basında tutunabilmek için devletin uygun gördüğü bakışa ve algılara sahip olmak zorunlu oldu. Bunun dışına çıkanlar marjinalleştirildiler ve hatta daha da ileri gidenleri terörizmle itham edildiler ve hapse atıldılar. Birçokları ise Turan Dursun gibi, Hrant Dink gibi, Bahriye Üçok gibi, Çetin Emeç gibi, Uğur Mumcu gibi suikastlere kurban gittiler. Bu suikastlerin failleri hiçbir zaman bulunmadı. Çünkü arkalarında derin devlet vardı.
Türkiye anayasası her zaman halka fiilen sağlanan özgürlüklerden daha fazlasını öngördü. Ama anayasayı çoğu zaman devletin kendisi dikkate almadı. Dahası, mesela kılık kıyafet özgürlüğü (başörtüsü sorunu) gibi konularda devlet rijit pozisyonunu utanmadan savundu. Hatta ilerici olarak algılanan Ecevit gibi politikacılar bile bu uygulamaların ateşli savunuculuğunu yaptılar. Konu Aleviler, Hristiyanlar, Yahudiler, Süryaniler, Kürtler, Araplar ve diğer etnik-dinsel azınlıklar olduğunda devletin Türk üstünlükçü ve Apartheid yaklaşımı tüm cumhuriyet tarihinde standart bir uygulama olarak karşımızda duruyor. Okullarda öğretilen tarihten hâkim Türk kimliğine, Türkiye bu acımasız rejimin doğal kabul edildiği bir rejim olageldi. Anayasal civic bir kimlik hiçbir zaman yerleşmezken, “ne mutlu Türk’üm diyene” sloganı, Türk olmayanların kimliklerinin reddini talep eden bir faşizan politikanın meşruiyet temellerini oluşturdu. Tüm cumhuriyet tarihi boyunca kaç Hristiyan, Yahudi, Alevi, kimliğini reddetmemiş Kürt bu ülkede vali, kaymakam, müsteşar, bakan olabildi? Ve neden ortalama akademisyen, gazeteci, yazar falan bu durumdan rahatsız olmadı, bilakis arkaik ve ideolojik biçimde bu uygulamaları meşrulaştırma gayretlerine girdi, hatta birbirleriyle yarıştı?
Bu soruları soymayayım mı? Kendimize ne zaman dürüst olacağız? Bunları sormadan Erdoğan yerine bir başka lider başkan olursa zannediyor musunuz ki bu sorunlar kendiliğinden ortadan kaybolacak? Demokrasiye ve insan haklarına ulaşmak bu kadar kolay mı zannediyorsunuz? Tarihte olan sorunlarla hesaplaşmadan gelecek inşa etmek mümkün mü sizce? Yaşadığınız zulmü ve hukuksuzluğu başkalarının daha önce yaşamış olmasından ders almıyor musunuz? Sizin onlardan farkınız ne? Size zulmeden devletle onlara zulmeden devletin aynı devlet olması sizi ürkütmüyor mu? Bu gücü sınırlanmayan canavarın kimi hangi gün kapacağına kafa yormadan, yarın kurban kim olacak sorusuna ciddiyetle eğilmeden, bu devletin sadık vatandaşları olarak yeniden “haydi şansımızı bir deneyelim bakalım” kumarını oynamaya kararlı mısınız? Alternatif yok bahanesine sığınarak, kötü tercihler arasında bir seçim yapmaya razı mı oldunuz? Bundan dolayı olması gerekenleri konuşmamak size daha mı rasyonel geliyor? Bundan iyi olsun da, gerisi Allah kerim diye bakarak çocuklarınızı bir 20 veya 30 yıl sonrasındaki yeni zulümlere gönül rahatlığıyla teslim etmekte sakınca görmüyor musunuz? Bu zulüm makinesi devletin tamiri yerine, birkaç kozmetik düzenlemeyle her şey yoluna girecek zannedip, hata yapıyor olmayasınız!
Siyaset bilimi devleti incelerken, hangi devlet tipinin insanların acı çekmesine yol açtığını, hangi devlet tipinin ise insanların özgürlüğüne ve güvenliğine olanak sağladığını ortaya koyuyor. Arabanız bozulduğunda araba tamircisine, elektrikle alakalı sorun yaşadığınızda elektrikçiye, karnınız ağrıdığında doktora gidiyorsunuz. Fakat konu devletiniz olunca nedense deneme yanılma yöntemleriyle zaman harcıyorsunuz. Oysa demokratik hukuk devletinin nasıl olması gerektiği gayet açık! Sorun şu ki sizler talepte bulunmadığınız ve bir baskı grubu oluşturmadığınız için, size ürün sunan siyasetçiler de daha önce mevcut olan sistemi kozmetik birkaç farkla size sunuyor, oyunuzu istiyor. Hiçbiri üzerlerinde bir dönüştürme ve yenileştirme baskısı hissetmiyor. Çünkü sizler kötüler arasında tercihe fitsiniz.
Şunu size söyleyeyim:
Türkiye’nin çok köklü değişimlere ve dönüşümlere ihtiyacı var. İlerici, yani özgürlük alanlarını genişletecek ve devletin yetkilerini sınırlandırarak kontrol altına alacak politik programlara gereksinim var. Anayasasına uyacak, yargısı bağımsız ve tarafsız, yolsuzluklardan arınmış, ademi merkeziyetçi, ırk ve etnisite esasına değil coğrafi aidiyet üzerine inşa edilmiş civic kimliğe atıfta bulunan bir devlet gerekiyor. Bunu size bugün hiçbir parti vaat etmiyor. Çünkü dediğim gibi siz bunu istemiyorsunuz.
Bozuk plağın tamiri için önce düzelmenin talep edilmesi gerekiyor. Yetinmemelisiniz, talep etmelisiniz. İnsanlık tarihinde ilerleme hep durumundan memnun olmayanlar tarafından gerçekleştirildi. Türkiye de buna istisna değil.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***