Uluslararası sistemin tarihte benzeri az bulunan çapta sarsıntılar yaşayarak çözüldüğü bir dönemin başlangıcındayız. Almanca’da “Götterdämmerung” ifadesiyle anlatılan, dünyadaki düzeni değiştiren kaotik gelişmelerle içiçeyiz. Ünlü Alman opera bestekarı Richard Wagner’in Nibelungen Yüzüğü adlı dörtlemesinin sonuncusunun adı olan Götterdämmerung “Tanrıların Şafağı” demektir. Wagner’in eserinde tüm kahramanlar (tanrılar) ve canavarlar, -Yüzüklerin Efendisi’ndekine benzer şekilde – onlara dünya hakimiyeti verecek büyülü bir yüzüğü elde etmek için birbirleriyle savaşırlar. Sonunda iyi ve kötü arasında muazzam bir kapışma cereyan eder, öyle ki tüm tanrılar hayatını kaybeder, doğal afetler birbirini izler, güneş kapkara hale gelir, denizler karaları yutar, neredeyse tüm insanlık yeryüzünden silinir.
Oysa daha otuz yıl kadar önce tarihin başka türlü biteceğine ilişkin bambaşka bir hava vardı dünyada… Amerikalı siyaset bilimci Francis Fukuyama 1989’da ABD liderliğindeki kapitalist Batılı ülkelerin komünist Sovyetler karşısındaki zaferinin “Tarihin Sonu” olduğunu ilan etmişti. Artık Batı öncülüğündeki siyasi ve ekonomik düzenin, ideolojinin bir rakibi kalmamıştı, tarih adeta tekamülünü bitirmiş, kemale ermişti. Sonrasında ABD’nin süpergüç olduğu tek kutuplu dünya bunu doğrular gibi olmuştu. Başkan Bush’un Ortadoğu’yu iyice istikrarsızlığa düşüren Irak’ı işgali ve bu müdahalenin ABD’nin ahlaki üstünlüğünü tüm dünyada sorgulatan yıpratıcı etkilerinden daha kurtulamadan yaşanan 2007-08 küresel finansal krizi bu aşırı kendine güveni iyice sarstı. Aynı dönemde Çin’in hızlı yükselişi, Rusya’nın Putin liderliğinde 1990’lardaki istikrarsız görüntüsünden sıyrılıp toparlanmaya başlaması, keza genel olarak Batı dışı ülkelerin dünya ekonomisindeki paylarının devamlı artış göstermesi “Batı’nın gerilediği, yerini başta Çin olmak üzere yükselen diğer güçlere bırakacağı” görüşüne ağırlık kazandırdı.
Popülist dalga Trump gibi bir ismin ABD Başkanlık koltuğuna oturmasına yol açarken, İngiltere’de Thatcher döneminden itibaren ekonomik çıkarları gözardı edilen geniş kesimler kızgınlığını İngiliz müesses nizamının tüm uyarı ve çırpınışlarına aldırmadan Brexit için oy kullanarak gösterdi. Amerikan müesses nizamı Trump’ın karşısına kurtarıcı olarak yaşı oldukça ilerlemiş, sağlık sorunları bulunan Biden’ı çıkarabildi. Biden neticede seçimi kazandı ama Trump’ın çok daha güçlü bir şekilde yeniden dönmeyeceğini kimse garanti edemiyor. İngiltere Brexit süreci başladığından bu yana yedi yılda dört kez başbakan değiştirdi, zayıf bir destekle koltuğa oturan Liz Truss’un da ilk icraatlarındaki performansı parlak olmadığından görevinde uzun süre kalması beklenmiyor. Bu arada Polonya ve Macaristan’daki popülist rejimlerle nasıl baş edeceğini bilemeyen Avrupa Birliği’nin kurucu ülkelerinden birinde de (İtalya) geçen ay popülistler iktidara gelmeyi başardı.
Korona salgını 2007-08 krizinin artçı sarsıntılarıyla baş etmekte hala zorlanan Batılı ekonomiler için beklenmedik bir darbeydi. Salgın sırasında Batılı ekonomilerin Çin’e ne denli bağımlı hale gelmiş oldukları, üretim zincirlerinin büyük bölümünü Uzak Doğu’ya kaydırmanın çok da akıllıca bir hareket sayılamayacağı tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Keza Batı’nın Çin karşısındaki bu zayıflığından kurtulmasının hiç de kolay olmadığı da anlaşıldı. Ukrayna savaşı başladığında Batılı ekonomiler salgının etkileriyle boğuşuyordu.
Putin’e Ukrayna’yı işgal etme cesareti veren de Batı’nın gerilemekte olduğuna dair bu genel kanaatti. Nitekim Ukrayna işgali Avrupa’nın tüm refah ve istikrarının iki dış güce daha aşırı bağımlı halde bulunduğunu gözler önüne serdi: Güvenlik alanında ABD, enerji alanında Rusya. Savaşın enerji fiyatlarında artışa yol açması nedeniyle on yıllar sonra yeniden yükselen enflasyondan dolayı Batı kamuoyunda homurtular şimdiden başladı.
Putin’in Batı’nın gerilediğine dair tespiti belki doğruydu ama savaşı o kadar kötü şekilde başlattı, ve o kadar kötü idare ediyor ki ciddi sorunlar yaşasa da Batı’nın Moskova karşısında şu ana kadar ortak hareket etmesini kolaylaştırdı. ABD ile Avrupa, Avrupa ile İngiltere, Almanya ile Fransa, Avrupa’nın kuzeyi ile güneyi arasında ortak bir cephe oluşturmalarını zorlaştıran ciddi ayrılık noktaları var. Putin bunlardan istifade edemese de, savaş bu fay hatlarında belirli sarsıntılara, enerji birikmelerine yol açıyor ve Çin gibi çok daha azılı bir rakip karşısında Batı’nın işinin hiç de kolay olmayacağını gösteriyor.
Evet, Batı’nın gerilemekte olduğu muhakkak ama Rusya’nın bu gerilemeden istifade ederek öne çıkabilecek ülkelerden biri olmadığı, saplantı derecesinde Batı’nın zayıflamasına odaklanmış Rus liderin ülkesinin gücünü epey abarttığı da böylece daha iyi anlaşıldı. Ukrayna savaşından Batı galip ayrılsa bile yorgun ve zayıflamış olarak çıkacaktır, oysa Rusya’nın bu savaşın tüm yıkıcı etkileri üzerine çöktüğünde artık büyük bir güç olmaktan çıkması, muhtemelen 1990’dakine benzer bir dağılma süreci daha yaşaması da çok yüksek ihtimaller olarak tartışılmaktadır.
Batı ve Rusya böyle birbirine girmişken Çin’in yıldızının çok daha fazla parlaması beklenebilirdi. Oysa pek de öyle olmadı: Öncelikle Çin’in Batı’nın gerilemesinin dünya ekonomisinde yol açacağı dalgalanmalardan kendisini korumakta zorlanacağını gösteren gelişmeler yaşanıyor, Çin ekonomisi Batılı ekonomilerde yaşanan durgunluklardan ve krizlerden doğrudan etkileniyor. Öte yandan Müslüman Uygurlara reva gördükleri, 21. yüzyılla bağdaşan bir siyasi ideolojiyle idare edilmediğini, Komünist Parti’nin salgın ve ekonomik kriz gibi gelişmelerin tetikleyebileceği sosyal karışıklıkları yönetebilme kabiliyetinin güçlü olmadığını gösterdi. Salgının başlangıcında planlı ekonomi ve otoriter idaresiyle Çin rejimi puan toplar gibi olduysa da, bunun bir göz yanılsaması olduğunun anlaşılması uzun sürmedi. Batı’da salgın dolayısıyla kısıtlamalar büyük ölçüde kaldırılırken Çin hükümetinin “Sıfır Kovid” hedefiyle koca metropolleri sakinlerinin yaşamını ve huzurunu alt üst ederek tamamıyla karantinaya almaya teşebbüs etmesi rejimin dünya kamuoyunda makuliyet testinden sınıfta kaldığı dramatik anlardı.
Gandi’nin gösterdiği yolu benimsemekten kaçınan Hindistan bugün o büyük devlet adamını suikasta maruz bırakan siyasi çizginin günümüzdeki izdüşümü olan aşırı milliyetçiler tarafından idare ediliyor. Narendra Modi’nin başında bulunduğu Hindistan Halk Partisi’nin (BJP) ideolojik yapısının Batı’daki popülistlerden hiçbir farkı yok… Ekonomik reformları başarısızlıkla sonuçlanan Modi kaba bir aşırı milliyetçilikle iktidara tutunmaya çalışıyor. Ortada Batı’ya alternatif olabilecek ne fikri, ne siyasi, ne de ekonomik bir düzenin var olduğundan bahsedebilmek mümkün değil…
ABD’nin “şeytani rejiminin” yıkılıp yerine dünyada İslami bir düzenin kurulacağından dem vuran İran’daki Şii mollaların ise, bırakın Batı’nın düşüşüyle yaşanacak o boşluğa talip olma konumunda bulunmayı, hala süren ve dördüncü haftasına giren protestoların da gösterdiği üzere, kendi koltuklarını koruyup koruyamayacakları veya ne ölçüde koruyabilecekleri belirsiz… Halkına özgürlük ve refah getiremeyen bir rejimin dünyada alternatif olarak ciddiye alınması söz konusu bile değildir.
Rusya ve İran’a benzer şekilde Batı’nın yıkılmasından dem vuran, hatta bunu eli kulağında gördükleri için ellerini ovuşturarak bu işten istifade edebileceklerine inanan bir diğer meşhur zümre ise Türkiye’deki siyasal İslamcılar ve müttefikleri Kemalist Avrasyacılardır. Bu meşum koalisyonun son on yılda ülkeyi ne duruma getirdiği herkesin malumudur. Bugün böyle bir yazıda Erdoğan idaresindeki Türkiye’nin akla gelmesi tamamen yazarının Türk ve yazının Türkçe olmasıyla ilişkilidir. Batı’nın gerilemesiyle öne çıkabileceklere dair yazılan, çizilen, konuşulan ülkeler arasında maalesef Türkiye’nin adını geçirmeye teşebbüs etmenin dünya karga ahalisinin ender toplu gülüşlerinden birine yol açması olasıdır. Ülkenin yetiştirdiği on binlerce yetişmiş insan yolsuzluk, rüşvet ve adaletsizlik kısır döngüsü ile bunların giderek derinleştirdiği ekonomik krizin pençesinden kendilerini kurtarabilmek için Batı’ya göç etmenin yollarını arıyor. Putin’in seferberlik ilan etmesi sonrası yüz binlerce Rus’un vatanlarını terk ederek yabancı ülkelere gitmesi “Dünya tarihi ilk kez başka bir ülkeyi işgal ettikleri için ülkelerinden kaçan halka şahit oluyor” şeklinde esprilerle yol açtı. Batı’ya Putin’e benzer bir meydan okumaya kalkışması halinde Erdoğan’ın da benzer aşağılamalara maruz kalması şaşırtıcı olmayacaktır ama AKP liderinin Batı’ya yönelik tüm “dayılanmalarının” kendi tabanını kandırmaya yönelik söylemlerden ibaret olduğu, Batı’nın tehditleriyle yüzleştiğinde hemen ani frenler yapıp geri vitese takmayı da alışkanlık haline getirdiğini biliyoruz. ABD ve AB’nin yaptırım tehditleri üzerine Rus Mir ödeme ağından çıkışı ve Doğu Akdeniz’den gemileri çekişi bunun çarpıcı örnekleriydi…
Görüldüğü üzere Batı gerilerken bunun dünya siyasetinde açtığı boşluğun nasıl dolacağı tamamen belirsizliğini korumaktadır. Batı’da siyaset ve ekonomide 1980’lerden beri hakim durumda olan neoliberalizm 2007-08’den beri girdiği yoğun bakımdan çıkamadı. İngiltere’nin yeni başbakanı Liz Truss’un onu ayağa kaldırma girişimi muazzam bir başarısızlıkla sonuçlandı. Zenginlere vergi indirimi, bankerlere limitsiz bonus verilmesinin Londra’nın dünya finans merkezi olarak kalmasını sağlayarak büyüme oranlarını artıracağını iddia etti. Truss sanki geçtiğimiz 15 yıl hiç yaşanmamış gibi davranmanın makuliyetine kendini ikna edebildi mi bilmiyoruz ama piyasalar ortaya koyduğu ekonomik plana hiç şans vermedi, İngiliz piyasası tarihi çalkantılarından birini yaşadı, çünkü bu tür vergi indirimlerinin ekonomide o tür büyüme oranlarını doğurduğunu gösteren hiçbir veri bulunmuyor. Öte yandan tüm fedakarlığı salgın ve savaşın azdırdığı bir enflasyon karşısında ezilmeme mücadelesi veren orta sınıflardan bekleyen, ultra zenginlere konforlarından hiç taviz verdirmeyen bir programın seçmeni ikna edeceğine de kimse inanmadı. Truss hükümeti utanç verici şekilde, açıklanalı daha bir ayı dolmadan vergi indirimlerini geçen hafta iptal etmek zorunda kaldı. Tarihçiler sanırım bu nedenle 3 Ekim 2022’yi neoliberalizmin kesinkes “hayata gözlerini kapadığı” gün olarak sayacaklardır.
Neoliberalizm öldü… Ama yerini, Batı’ya siyasi ve ekonomik açıdan yön verecek yeni bir ideolojiye bırakmadı… Batı bu kez kendi alternatifini kendi içinden üretemiyor… Batı dışı büyük devletlerin ise yaşanan boşluğu doldurabilecek kapasite ve kabiliyetlerinin bulunmadığı görülüyor… Böyle bir ortamda sadece on yıl sonra “yeni dünya düzeninin” nasıl şekilleneceğini kimse öngöremiyor.
Wagner, Götterdämmerung’un sonunda, her kışın sonunda bir baharın geldiği hakikatini anlatmak ister gibi, tüm o kıyamet sonrası dünyayı taptaze ve bereketli şekilde yeniden diriltir. Hayatta kalan talihli insanlar ve tanrılar barış içinde dünyayı yeniden kurarlar. Türkiye gemisi kritik bir tarih döngüsüne başında cehaletini zorbalıklarla örtmeye çalışan bir kaptanla içten bölünmüş halde, oldukça hazırlıksız giriyor. Hayatta hazırlıklı olanlar talihten umutlu olabilmeyi hak ederler.
- Ömer Murat, Dış Politika ve Siyaset Uzmanı, Eski Diplomat
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***