Türkçeyi en güzel konuşan isimlerden Halit Kıvanç’ın vefatının ardından, TRT stüdyolarında 1982 senesinde kaydedilen Sarmaşık programında, minik serçe Sezen Aksu’nun söylediği Neşat Ertaş türküsü “Sevda Olmasaydı” Twitter duvarına düştükten sonra okumuştum portre yazısını… Nereden bilebilirdim Türkçenin yaşayan en yetkin yazarlarından sevgili Ahmet Tulgar’ı genç yaşta yitireceğimizi… İnsan yaşadığı gibi ölürmüş; Ahmet bunu bir kez daha gösterdi. Tanıyan herkes hep güler yüzünden, hoş sohbetinden, dostluğundan, arkadaşlığından, yoldaşlığından söz etti.
90’ların sonlarında Zaman’dan Milliyet’e geçtiğimde çıktığımız bir Diyarbakır seyahatinde tanımıştım Ahmet’i. Kibardı, saygılıydı ama aykırıydı. Uçaktayken laf lafı açmış; söz aileye, çocuklara gelmişti. Ataerkil toplum düzenine ve geleneksel evlilik kurumuna eleştirilerini peş peşe ve ikna edici bir şekilde sıralamıştı. Aldığı sıkı Alman felsefe ekolünün gücünü arkasına alan yol arkadaşıma, Almancı bir madencinin oğlu olarak yanıt vermiş, “Bak Ahmet, doğdum ana-baba gurbette, yarı yaşımıza geliyoruz gurbette… Artık dünyadaki sıradan insanlardan biri olmak istiyorum, eşim, belki birkaç çocuğum… Muhafazakarsam, benim muhafazakarlığım da bu…” demiştim. “Tamam, sustum Selahattin” ifadesiyle ne demek istediğimi anlamıştı.
Diyarbakır’a vardığımızda hemen sarmaş dolaş olduğu ve kırk yıllık dostu gibi karşıladığı taksici, kentin en güzel oteline ulaştırmıştı bizi. Daha yoldayken uyarmıştı, seyahatlerde ‘Metin Münir kuralları’ geçerliydi: Otele gidilir, yemeğe çıkılır, uyumadan önce mutlaka otelin barına uğranırdı. Büyük şehirde de taşrada da şehrin ileri gelenleri ya da yabancı önemli konuklar uyumadan önce barda bir şeyler içer; tanışmak için en iyi ortamlardır… Anlaştık.
Sabah ise ‘olağan’ Ahmet Tulgar kuralları yürürlükteydi. Beş yıldızlı otelin envai çeşit açık büfe kahvaltısını bırakmış, salaş bir Diyarbakır hanında sucuklu-menemenli, kaymaklı-ballı ‘mütevazi’ kahvaltımızı yapmıştık. “Diyarbakır’a gelip, otelde küçük plastik kutulardaki krem peynir yiyecek kadar kendimize saygımızı yitirmedik henüz” sözü hala aklımda.
Artık, Diyarbakır’ın efsane emniyet müdürü Gaffar Okkan ile görüşmek için hazırdık. Okkan’ın konuşurken heyecandan gözleri dışarı fırlıyor, Ahmet muzip gülümsemesiyle sorularını sıralıyordu. Bir ara bir emniyet müdürü, bir muhabir, bir foto muhabiri “Diyarbakırspor maçı nasıl alır?” konusunda taktik geliştirirken bulduk kendimizi. Fakat işi sürprizlere bırakmak istemeyen Okkan, konuk İzmir ekibinin başkanını aramaya karar verdi: “Kardeşim şampiyon olmayacaksınız, küme düşmeyeceksiniz… Şimdi gelir, deli gibi asılırsınız. Bırakın, biraz da Diyarbakırlı gençler, çocuklar sevinsin…”
Başkan takımla konuştu mu konuşmadı mı bilmiyorum ama sahada işler pek iyi gitmiyordu. Taşkınlık artınca oyun sahasının etrafını jandarma sardı. Spor fotoğrafları çekerken birden kendimi olay fotoğrafı çeker halde buldum… Tribünlerden atılan yabancı maddelerden ben de nasibi alıyordum, “Şerefsiz basın dışarı” sloganları eşliğinde. Gaffar Okkan’la göz göze geldiğimi hatırlıyorum. “N’apıyorsun kardeşim, gel çabuk” diyerek beni sahadan resmen kaçırmıştı. Ahmet’le hakem odasında yaramazlık yapmış iki çocuk gibi birbirimize bakarken Okkan’dan, “Ortalık yatışana kadar buradasınız” azarını işitmiştik. Yapacak bir şey yoktu.
Akşam ciğer mangalının dumanından göz gözü görmezken Ahmet yine çözümlemeler yapıyor, bölgedeki geleneksel ilişkilerin hızla çözüldüğünden söz ediyordu. “Unutma Selahattin, bu memlekete bir gün demokrasi gelecekse bunu Kürtler getirecek.”
Vefat ettiği günün öncesinde genç, güzel yüzlü kadın ve erkek Kürt gazeteci arkadaşlarımızın gözaltına alınması kalp krizini tetiklemiştir mutlaka.
O günden sonra Ahmet Tulgar ile sayısız söyleşiye gittik. Her seferinde foto muhabirini konuştuğu ünlüye saygı ile takdim eder, “Bir saat konuşma, bir saat fotoğraf, ona göre zamanı ayarlayalım” derdi.
İz bırakan işlerimizden biri de, olaylı Sezen Aksu söyleşisiydi. Aksu’nun Boğaz kıyısındaki şirin mi şirin yalısının bahçesinde buluşmuştuk. Sezen Aksu, bir yakını gelmiş gibi, “Aç mısınız çocuklar? yardımcı arkadaşı gönderdim, size bir şeyler hazırlayayım mutfakta.” demişti. Teşekkür edince, yine de rahat duramamış, Allah ne verdiyse sehpaya taşımıştı…Hava kararmaya yakın olduğundan, tersinden gitmiş, önce fotoğrafları çekmiştik. Birkaç gün yayımlanacak konuşma için ilk buluşmaydı ve devamı gelecekti.
Ertesi gün olanlar olmuştu. Boğaz’a karşı uzanmış bir Sezen Aksu fotoğrafı ve başlık: “Bundan sonra göstereceğim!”
Gerisini Ahmet anlatsın: “Gazeteciliğin şehvetine kapılıp ben de küstürmüştüm onu. Anlattı anlattı bir akşam Kanlıca’da. Dost sohbetinin nerede başlayıp röportajın nerede bittiğine özen göstermeden kâğıda dökünce ben, kırılmıştı haliyle. O gün bugündür söyleşi vermiyor hiçbir gazeteye. Ama benimle barıştı neyse ki.”
Gerçekten de öyle, o günden Sezen Aksu hiçbir gazeteciye özel söyleşi vermemişti. Belki de, TRT stüdyolarında Sezen Aksu’nun söylediği oynak Neşet Ertaş türküsü o nedenle beni hüzünlendirmişti.
Felsefenin derin sularında yüzen, olağanüstü bir müzik kültürü olan, Türkçeye vukufiyetini peş peşe yazdığı kitaplarla kanıtlayan, söyleşileri ve portre yazılarıyla basında önemli izler bırakan Ahmet Tulgar şimdi Diyarbakır kadar uzak, İstanbul kadar ulaşılmaz. Onu sadece güzel hasletleriyle değil, dostluğu ile de hatırlayacağım. Zor günlerde bir küçük merhaba ve selamla gösterdiği dayanışmayı asla unutmayacağım.
Ne başında kavak yelleri eserken ne sert fırtınalara göğüs gererken eğilmedi, bükülmedi.
Huzurla uyu sevgili Ahmet.
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***