YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Erdoğan Türkiye’sinin jeopolitik, stratejik, güvenlik ve dış politika bakımından bir asrı bu yıl dolduracak olan Türkiye Cumhuriyeti tarihinde de, 624 yıllık Osmanlı İmparatorluğu tarihinde de en zayıf ve en çok risk alınan dönemlerden biri olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Bu zayıf dönemin ayrıntılarına girmeden önce şunu ifade etmeliyim ki bu dönemin daha kötüsü sadece İttihat ve Terakki dönemindeki Osmanlı İmparatorluğu’dur. Zaten imparatorluğun sonunu da bu dönem getirmiştir.
Bugün iktidarda olan güçlerin ortak yönlerinden birisinin neo-İttihatçılık olduğunu baştan tespit edelim. Neo-İttihatçılık ideolojik bir politika, bir siyasi hareket veya bir ajanda değil. Bir reflekstir. Bu refleksi etkileyen çeşitli faktörler bulunmakta. Bunların başında, kapasitesiyle orantılı olmayan beklentiler geliyor.
Her devletin ekonomik üretimi (GDP’si), doğal kaynakları, insan gücü, teknoloji düzeyi, tarımsal rekoltesi gibi değerleri ışığında elde edilen bir güç projekte etme yetisi olur. Türkiye orta güç bir devlet ve bu ligin de en üst sıralarında değil. İnsani gelişmişlikten ekonomik istikrara, doğal kaynaklardan teknoloji üretimine, tarımsal kendine yeterlilikten altyapıya, toplumsal uyumdan ortak değerler bütününe, oldukça sorunlu bir görünümde.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra kendi içine kapanan ve gelişimine odaklanan bir anlayış söz konusuydu. 1945 sonrası uluslararası sistemin yeniden inşasıyla beraber, Batı İttifakı’ndan yana net bir tavır alındı ve Türkiye hem Avrupa kurumlarına, hem de NATO’ya girdi. Bu dönem, içeride izlenen Batılılaşarak muasır medeniyet düzeyine ulaşma hedefi, Soğuk Savaş yıllarında Türkiye’nin Sovyet sınırında oynadığı yaşamsal rol üzerinden destek buldu. Hem içeride, hem de dışarıda Türkiye’nin bu rolü ana akım siyasetin rotasını belirledi.
1991’de Sovyetler yıkıldı, doğu Avrupa’daki Sovyet güdümünde olan Komünist ülkelerin rejimleri çöktü, bu ülkeler Avrupa bütünleşmesine katıldılar. Türkiye bu treni kaçırdı, çünkü demokrasisini Soğuk Savaş esnasında geliştiremediği gibi, ekonomik olarak da Avrupa ortalamasına göre oldukça güdük kaldı. Onlarca yıl boşa harcanmıştı. Soğuk Savaş esnasında jeopolitik gereklilikler nedeniyle tolerans gösterilen ve demokrasi sorunları görmezden gelinen Türkiye, 1991 sonrasında AB bütünleşmesinden fiilen dışlandı. Bu, Avrupa’nın verdiği rasyonel bir karardı. Türkiye çok hazır olsaydı, bu karar belki eleştirilebilirdi. Ama ne ekonomik olarak, ne politik olarak ne de siyasi kültür olarak buna hazır değildi.
2000’lerin başına dek doğu Avrupalı ülkeler AB’ye girdi. Avrupa, jeopolitik, ekonomik ve siyasal olarak bütünleşti. Her türlü zorluklara karşın, AB bu yeni üyelere istikrar ve refah getirdi. Türkiye ise, bu yarışa çok daha önce başlamış olmasına karşın, tembel tavşanın kaplumbağaya yarışta yenilmesine benzer bir hezimet yaşadı.
Tüm bunlara karşın, Türkiye’yi yönetenler ülkenin ana dış politikasını değiştirmediler. Evet, içeride demokratik ve insan haklarına saygılı bir hukuk devleti kurulamamıştı, ama dış ve güvenlik politikası konusunda istikrar devam etti, gereksiz maceralardan büyük oranda uzak duruldu. Özellikle NATO üyeliği konusunda hassas davranıldı. Jeopolitik bir kumar oynanmadı. Türkiye’nin karar alıcıları Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkıma götüren süreçten ders almış nesillerdi. Bu bilgi kuşaktan kuşağa aktarılmıştı ve bu düşünce sistematiği jeopolitik istikametin belirlenmesinde dikkate alınan birincil parametreydi. Özellikle Türkiye’nin Avrupalı bir aktör olarak hareket etmesi, Ortadoğu’nun bataklığından uzak durulması, ulusal sınırlara bağlılık, uluslararası antlaşmalara uymak gibi ana ilkelere dikkat edilirdi. 1974 Kıbrıs müdahalesi esnasında ve sonrasında dahi kontrolden tümüyle çıkan ve irredantizme kayan bir maceracılık ortaya çıkmadı.
1991 sonrasında AB’den beklediğini bulamayan Türkiye Balkanlar’da, Karadeniz Bölgesi’nde ve Kafkasya-Orta Asya post Sovyet coğrafyalarda yeni işbirliği arayışlarına girdi, ama bunları Batı’yla ilişkilerine alternatif olarak yapmadı. Tümüyle yeni koşullara uyum doğrultusunda hareket etti.
Gelelim Erdoğan dönemine. Erdoğan ve AKP, 2010’ların ilk yıllarına dek AB ve Batı yönelimli politikalara devam etti. Hatta AB konusunda en ciddi ilerlemeler AKP’nin 2002-2010 yılları arasındaki süreçte elde edildi. Bu dönem Türkiye hem demokrasisini geliştirdi, hem insan hakları karnesini görece iyileştirdi, hem de AB’den tam üyelik müzakerelerine başlama kararı alacak kadar mesafe aldı.
Bu süreçte AKP’ye en büyük destek liberallerden, Kürtlerden, azınlıklardan, AB yanlılarından ve Gülen Cemaati’nden geldi. Bu sürecin karşısında ayak süren ise CHP ve MHP oldu. Dahası, ayak sürmekten öte, yapılan reformları hep AB’ye verilen tavizler olarak eleştirdiler. Bunun haricinde, 28 Şubat’tan gelen bir tepkiyle Avrasyacı askerler ve nomenklatura (bürokrasi ve basındaki uzantılarıyla beraber) özellikle süreçte Kürtlerin statü almasından ve cumhuriyetin ademi merkezi hale bürünmesinden çekindiler. Süreci sürekli sabote etmeye çalıştılar. AB ve Batı onlara göre Türkiye realitesine uymuyordu. Giysi Türkiye’ye birkaç beden büyüktü.
17 Aralık sonrasında Avrasyacıların yönetimdeki etkisi inanılmaz düzeylere çıktı. Türkiye’yi raydan çıkardılar, Kürtlerle Çözüm Süreci’ni sonlandırdılar, AB reformlarını durdurdular, NATO ile araya mesafe koydular. Erdoğan ve AKP bunlara razı olmak zorunda kaldı. Dahası, Erdoğan zaten pragmatikti. Onu ideallerle demokrasiye veya insan haklarına bağlayan bir şey yoktu. Bunları bir tramvay olarak görüyordu. İşi bitmişti. Tramvaydan inmek sorun değildi. Öyle de yaptı. Yeni ortaklarıyla onların beklentilerini tatmin eden bir koalisyon kurdu. Eski ortaklarını yeni düşmanları ilan etti. Bunun için bahaneler üretti. Avrasyacı şahinler ona destek oldular. Yerini sağlamlaştırdı, Yüce Divan tehlikesini bertaraf etti, yolsuzluklara devam etme olanağını elde etti, sisteme egemen oldu. Bunların tümü 17 Aralık 2013 – 15 Temmuz 2016 arasında gerçekleşti. İki buçuk senede Türkiye’nin yönünü değiştirdiler.
İçeride neler olduğunu biliyorsunuz zaten. Gelin dış politikaya ve güvenlik politikasına bakalım.
Avrasyacı ekip, AB sürecini durdurdu. Türkiye fiilen AB treninden indi. Ülkeye milyonlarca sığınmacı sokuldu. AB bu joker üzerinden Türkiye politikalarında yumuşak hareket etmeye mecbur bırakıldı. Suriye’de ABD’ye karşı Rusya ile flörte başlandı. ABD, Trump döneminde Suriye Kürtlerini desteklemeyi sonlandırmaya ikna edildi. Bu arada Suriye’de cihatçı terörist gruplarla (IŞİD, El Kaide, El Nusra, diğer ufak gruplar) sahada işbirliği yapılmaya başlandı. Türkiye kuzey Suriye’ye girdi. Bu bölgede ele geçirdiği her yere polis hizmeti, kaymakam, okul vs. açtı. Rusya’nın Ukrayna’nın doğusunda yaptıklarına benzer bir politika izledi. Bu arada Avrasyacı ülkeler olan Rusya, İran ve Çin’le ilişkileri geliştirdi. Rusya’dan S-400 alarak kendisini zorla F-35 projesinden kovdurttu. Bunları yaptırtan hep Avrasyacı derin yapıydı. Erdoğan menfaatleri gereği görevini tıpış-tıpış yerine getirdi.
Son olarak Ukrayna işgali sonrası, Moskova’ya hiçbir yaptırım uygulamadı. Tüm NATO Rus uçaklarına hava sahasını kapattı, Türkiye bunu yapmadığı gibi, ticari ilişkilerini de yaptırım kararına karşın kesmedi. Rusya’dan silah alımını sürdürdü, Akkuyu nükleer santralini Ruslara yaptırmaya devam etti. Finlandiya ve İsveç’in Rus işgalinden korkmalarından dolayı NATO’ya başvurmalarından sonra, bu iki ülkenin hızlı şekilde NATO’ya üye yapılmaması için ekstra gayret etti. Rusya’nın işini kolaylaştırdı. Halen bu iki ülkenin üyelik metinlerine imza koymamış durumda olan Türkiye, fiilen NATO’dan koptu ve bu artık Batılı başkentlerde alenen konuşulur oldu.
Bugün itibarıyla Rusya Ukrayna’da işgal altında tuttuğu doğu Ukrayna’daki bölgeleri ilhak etti. Türkiye’de ciddi bir Rusya muhipliği geliştirildiğinden bu konuda ne muhalefet ne de rejim doğru dürüst bir tavır almadı. Dahası, Türkiye’nin Yunanistan’a ait Ege adalarının egemenliğini tartışmaya açtığı, Ege’de uluslararası hukuku hiçe sayan genişlikte münhasır ekonomik bölge ilan edilerek Türkiye’nin Yunanistan’ın egemenlik haklarını tanımadığı mesajı verildi. Erdoğan daha da ileri giderek “bir gece ansızın gelebiliriz!” diyerek, savaş imasından bulundu. İşin kötüsü tüm bunlar olurken muhalefetten de hiçbir itiraz gelmediği gibi, bilakis Kılıçdaroğlu Ecevit’in Kıbrıs’a çıkma kararını örnek gösterdi ve adeta “konuşma, yap” diyerek meydan okudu. Herkesin yayılmacılığa oynadığı bir Türkiye var ve bu durum ciddi bir jeopolitik kopuşu işaret ediyor.
Amaçları çok bellidir. Erdoğan Batılı değerlerin ve hukuk devletinin kendi çıkarlarına olmadığını gördü. İktidarını sınırlandıracak her şeye karşı. Kendisinin tek adamlığını perçinleyecek bir Ortadoğu muz cumhuriyeti ona ve yakın çevresine büyük avantajlar sağlıyor. Ortakları da ideolojik nedenlerle uzun erimde istedikleri veto rejimini kurmayı umuyorlar. Erdoğan’ı bir kaldıraç olarak kullanıyorlar. Batı’dan uzaklaşmak, bu rejimin kurulması ve sürekliliği için elzem. Türkiye’nin 1920 öncesi ortamda fırsatçılık yaparak topraklarını kısmen genişleyebileceği rüyası, her iki ortağın da rüyalarını süslüyor. Bu tür bir hamlenin içeride istedikleri desteği sağlamada yardımcı olacağını hesap ediyorlar. Türkiye seçmenlerinin ne derecede nasyonalizmin etkisinde olduklarını dikkate aldığımda, bunun yabana atılacak bir değerlendirme olmadığını söylemek durumundayım. Jeopolitik kumar bu rejimin tüm güç paydaşları için büyük getirileri olan bir strateji. Kaybetseler bile kazanacaklar. Mağdur olmuş, Batı’ya küsmüş, arkasına Rusya ve Çin’i almış yerli ve milli bir Türkiye, bu rejimin yakıtı olur. Onun ömrünü uzatır. Bunun hesabını yapıyorlar. Bu mevcut muhalefetle de bu oyunu bozmak zor görünüyor.
Jeopolitik kumarın kan ve gözyaşı, fakirlik ve yokluk, geriye gidiş ve üçüncü dünyalaşmayı geri dönülmez seviyelere gerileteceği muhakkak.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***