YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU
Osmanlı döneminde yüzyıllarca Yeniçeri Ocağı ile özdeşleşen Bektaşilik, 1826’da Yeniçerilerin kazan kaldırarak başlattığı isyan sonrasında “din dışı” ilan edilerek büyük bir kıyım ve tasfiyeye uğradı.
Bir taraftan Bektaşi önde gelenleri sürgüne gönderilirken diğer taraftan Bektaşi tekkeleri ya yıktırıldı ya da başka Sünni tarikatlara verildi. Çünkü artık Yeniçeriler “devlet düşmanı”, Bektaşiler de “din düşmanı” ilan edilmişlerdi.
Bektaşilerin bu yasaklı durumları sonraki dönemlerde yumuşama olsa da resmi olarak Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar devam etti.
TARİKATIN OCAĞI
Osmanlı Devleti, Safevi propagandasına karşı Bektaşileri desteklemiş ve onlar da Heterodoks İslam anlayışı çerçevesinde varlıklarını rahatlıkla devam ettirmişlerdi.
Bektaşiliğin özellikle Yeniçeriler arasında hâkim olduğu ve Hristiyan asıllı devşirmelerden oluşan bu ordunun Bektaşilik vasıtasıyla Müslümanlaşmasının amaçlandığı görülmektedir.
Osmanlı toplumunda her mesleğin bir “pir” seçtiği, “pirsiz meslek haramdır” yaklaşımından hareketle Yeniçerilerin pirinin de Hacı Bektaş Veli olduğu bilinmektedir. Devşirilen Hristiyan çocukları da Türkleşme ve İslamlaşmaları için “Türk’e verme” denilen uygulamada Bektaşi ailelere verilmekteydi.
Gerçekten de Yeniçeri Ocağı, I. Murat dönemindeki kuruluş sonrasında zamanla Bektaşi ocaklarından birisi olmuştur. Bu nedenle Yeniçeriler “Taife-i Bektaşiyan”, Yeniçeri Ağaları “Ağa-i Bektaşiyan”, Hacı Bektaş Veli de “Gaziler Serdarı” olarak anılmışlar, Yeniçeriler de mensubu oldukları Bektaşi tarikatına maddi katkı yapmışlardır.
Bektaşi dervişleri ise Yeniçerilerin maneviyatının yüksek tutulmasında etkili olarak onların Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için “gaza ve cihat” yapmalarında önemli roller üstlenmişlerdir.
Bektaşilik Yeniçeri Ocağı’nda belirgin hale gelmiş, Bektaşiliğin sembol, kural ve motifleri benimsenmişti. Gülbanglarda, tezkere ve terhis belgelerinde “Pirimiz, hünkârımız Hacı Bektaş Veli” ifadesi geçmekte, divan toplantılarında Hacı Bektaş’ın ruhuna dua okunmaktaydı.
Yeniçerilerin ve Bektaşilerin sonunu hazırlayan ise 15 Haziran 1826’da yeni bir askeri ocak kurulmasına tepki olarak kazan kaldırmaları oldu. Olayın gelişiminden, Padişah II. Mahmut’un bir nevi isyana fırsat verdiği ve sonrasında bunu “Allah’ın bir lütfu” olarak değerlendirdiği görülmektedir.
İsyan üzerine Padişah ulemanın da desteğini alarak ocağın kaldırılmasına dair bir ferman çıkarmış ve bunun Sultanahmet Camii minberinden halka duyurulmasını sağlamıştır.
Ardından da İstanbul halkı ve medreseliler, mahalle imamlarının önderliğinde Topkapı Sarayı’na yürüdüler. Saray depolarındaki silahların dağıtılmasından sonra asilerin katline dair fetva verildi ve Sancak-ı şerif çıkarıldı.
Yeniçerilerin teslim olmayı reddetmeleri üzerine Yeniçeri kışlaları topa tutuldu. Top ateşleriyle kışlalar cesetlerle doldu ve direniş kısa sürede kırıldı. Devrin resmi tarihçisi vakanüvis Esad Efendi’ye göre 6.000 civarında Yeniçeri katledilmiş, mezar taşları bile tahrip edilmiş, Yeniçerilerle ilgili bütün kurumlara son verilmiş, onlardan geriye “ne nam ne de nişan kalmıştı”.
Esad Efendi “II. Mahmut mersiyesi” sayılabilecek “Üss-i Zafer” adlı eserinde Vaka-i Hayriye denilen bu olayı “İstanbul’un fethinden sonraki en önemli hadise” olarak değerlendirmiştir. Hatta imha, idam ve sürgünlerle İstanbul’un nüfusunun birkaç hafta içinde 30.000 civarında azaldığı ileri sürülmüştür.
CEZALANDIRMA SÜRECİ
Padişah, Yeniçerilerden sonra bu sefer de Bektaşileri hedef aldı. Çünkü Bektaşiler ocağın kaldırılmasının yanlış olduğuna dair propaganda yapabilirlerdi.
Sadrazam telhisinde; Bektaşilerin “Allah’a inanmadıklarını, şarap içtiklerini, ibadeti terk ettiklerini, yeniçerilerin bozulmalarına yol açtıklarını, bütün bunlardan dolayı da şeriata göre yok edilmelerinin vacip olduklarını” bildirmekteydi.
Bundan sonra Topkapı Sarayı’ndaki Ağalar Camii’nde Şeyhülislam, Anadolu ve Rumeli Kazaskerleriyle Sünni tarikat şeyhlerinin katıldığı ve padişahın da perde arkasından izlediği bir meşveret meclisi toplandı.
Toplantıda Bektaşilerin Yeniçerilerle ilişkileri veya isyana desteklerine dair hiçbir şey konuşulmadı. Bektaşiliğin bozulduğu, tasfiyesinin şart olduğu kararı alındı ve Bektaşilik yasaklandı. Ardından İstanbul’daki bazı Bektaşi önde gelenleri şeyhülislamın önünde “Sünnilik” imtihanına tabi tutuldularsa da Cevdet Paşa’nın ifadesiyle “takiyye yaparak Sünni göründüler”.
Dönemin II. Mahmut yanlısı yazarları Bektaşileri olayda kışkırtıcı olarak yansıtsa da aslında onların pasif kaldıkları ve isyana doğrudan destek vermedikleri bilinmektedir. Nitekim Bektaşilerin önde gelenlerinden bazı kişiler halkı ve Yeniçerileri isyana teşvik etmek suçlamasıyla değil “itikatları bozuk olduğu” gerekçesiyle idam edilmişlerdir.
Hacıbektaş merkez postnişini Hamdullah Efendi de yargılanarak “fesada yol açtığı” gerekçesiyle Amasya’ya sürgüne gönderildi, vakıf gelirlerine de el konuldu. Şeyh ölümüne kadar maddi sıkıntılar içinde yaşadı ve daha sonra afla memleketine dönmesine izin verilse de ölümüne kadar burada kaldı.
Bektaşi önde gelenleri Sünni ulemanın güçlü olduğu Birgi, Hadim, Kayseri, Bursa, Tire gibi yerlere sürüldüler. Hatta Kayseri’ye sürgüne gönderilenler için “bunların cami ve mescitlerde evkat-ı hamseyi (beş vakit namazı) cemaatle eda etmelerine dikkat edilmesi” emrediliyordu.
Süreçten Bektaşilerin kitapları da nasibini aldı. II. Mahmut tekkelerde ve sahaflarda satılan kitaplara el konulmasını ve gerekirse imha edilmesini emreden bir ferman çıkardı. Böylece Arnavutluk’tan Mısır’a kadar çok geniş bir coğrafyada tekkelerdeki pek çok kitap yakılarak imha edildi.
Sürecin bir başka boyutu rakiplerinden intikam almak isteyen fırsatçıların ilgisiz birçok kişiyi Bektaşilikle suçlamaları oldu. Bu kişiler yargılandılar ve genellikle sürgünle cezalandırıldılar. Saraydaki Nevşehirli aşçılar bile Bektaşilikle ilişkili oldukları iddiasıyla atılarak yerlerine Mengenli aşçılar alındı.
Ahmet Cevdet Paşa; Melekpaşazade Abdülkadir Efendi, Şanizade Abdullah Efendi ve defterdar Ferruh Efendi gibi Bektaşilikle ilgisi olmayan kişilerin gammazlanarak Anadolu’ya sürüldüğünü belirtmektedir. Nitekim bir süre sonra Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi mensupları olan Şanizade’nin cezası kaldırılmış, Melekpaşazade İstanbul kadılığına tayin edilmiş, Ferruh Efendi’nin cezası da tefsir çalışmalarını tamamlaması için Kadıköy’e çevrilmiştir.
Bektaşiliği ortadan kaldırmak için son altmış yılda inşa edilen bütün Bektaşi tekkelerinin de yıkımına girişildi. II. Mahmut 1827’de gönderdiği bir fermanda türbeler hariç tekkelere ait bütün binaların yıkılmasını, eşya, emlak ve gelirlerine el konulmasını emrediyordu.
Bunlardan elde edilen gelirler de Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediye’nin masraflarının karşılanmasında kullanıldı. Tekkelerin bir kısmı da cami, mescit, mektep ve medreseye çevrildi.
Yıktırılmayan tekkelere ise Mevlevi, Nakşibendi, Rufai ve Kadiri dervişler “bir nevi kayyum” olarak tayin edildi. Arşiv belgelerinde tarikatların bu konuda çok istekli oldukları, tekkeleri kendi tarikatlarına katmak için yarıştıkları görülmektedir. Bektaşiler bu atamaları hiçbir zaman kabul etmemişler ve Bektaşilerin Sünni kesime karşı olan mesafeleri daha da artmıştır.
Hacıbektaş’ta bulunan tekke yıkılmamışsa da müştemilatına bir cami yaptırıldı ve bir Nakşibendi tekkesine dönüştürüldü. Buraya gönderilen Nakşi şeyhlerinden Nuri Efendi vakıf gelirinin taksimiyle ilgili tartışmadan dolayı kaçmak zorunda kalacak, sonraki dönemlerde görevlendirilen şeyhler de İstanbul’dan ayrılmadan maaşlarını almaya devam edeceklerdir.
Sonuçta II. Mahmut’un Bektaşi düşmanlığı hayatının sonuna kadar devam etmiş ve onun bizzat takip etmesinin bir sonucu olarak Bektaşiler çok ağır bir darbe almışlardır.
BEKTAŞİLER NE YAPTI?
Bektaşilerin tasfiyesi devlet ve toplum hayatında Nakşibendilik, Mevlevilik ve Şazeli tarikatlarının güçlenmesine neden oldu. Devletin bu dönemde “tarikata karşı tarikat” politikasını benimsediği, Sünni tarikatlardan Nakşibendiliği devreye soktuğu ve özellikle Nakşi-Halidilerin çok güçlendiği görülmektedir.
Bektaşiler ise yasak sonrasında yer altına çekilerek faaliyetlerini gizli bir şekilde yürütmeye başladılar. Bektaşilikle mücadeleyi kişisel bir kin ve nefretle takip eden II. Mahmut’tan sonra takip azalsa da Bektaşiler ritüellerini Nakşilik gibi Sünni tarikatlar adı altında devam ettirmeye çalıştılar.
Bazı araştırmacılar bu süreci “Sünni İslam’ın zaferi” olarak görseler de Tanzimat ile beraber daha da merkezileşen devletin gözetim ve denetim sistemini geliştirdiği, belirlenen sınırlar dışına çıkan Sünni tarikatlara karşı da tavır aldığı görülmektedir. Örneğin dönemin gözde tarikatı Halidiler de Osmanlı resmî ideolojisinin bir sonucu olarak II. Abdülhamit devri de dahil olmak üzere muhtelif zamanlarda İstanbul’dan sürülmüşlerdir.
Devlet bir taraftan da bazı tekke ve tarikatlara yardım ediyor, bazı çalışanlarına maaş veriyor ve bu yollarla tarikatlar tamamen devlet denetimine alınıyordu.
Yeniçerilerin de içlerinde bulunduğu Bektaşilerin bir bölümü ise farklı yerlere kaçmayı tercih ettiler. Bunların başında yer alan Arnavutluk coğrafyasında Bektaşiler güçlendikleri gibi Arnavut milliyetçiliğinin örgütlenmesinde de önemli rol oynadılar. Hatta Arnavut milli hareketinin liderliğini Bektaşiliğe mensup olan Fraşeri ailesinden Abdül Fraşeri yaptı.
Bektaşilere karşı yasak devam etse de sonraki dönemlerde daha hoşgörülü davranıldığı anlaşılmaktadır. Bektaşiler de Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde Jön Türk hareketinde yer aldılar. Hatta İttihat ve Terakki döneminin son sadrazamı Talat Paşa ve Şeyhülislam Musa Kazım Efendi’nin Bektaşi oldukları bilinmektedir.
Bektaşilere karşı ön yargı sonraki yıllarda da devam etmiş, örneğin Yakup Kadri “Nur Baba” romanında Bektaşilere ağır tenkitlerde bulunmuştur. Buna karşılık Kurtuluş Savaşı’nın lider kadrosu, Sünni gruplar yanında Bektaşi önde gelenlerinin de desteğini almışsa da laiklik uygulamaları çerçevesinde Bektaşilere de müsamaha gösterilmemiş ve Hacı Bektaş Dergahı bir okula çevrilerek faaliyetlerine son verilmiştir. Bundan sonra Bektaşiler faaliyetlerini Mısır ve Arnavutluk merkezli olarak devam ettirmişlerdir.
Bektaşilerin II. Mahmut’a karşı kızgınlıkları da onun tuğrasını taşıyan sikkenin üzerine veya Divanyolu’ndaki türbesine tükürmek gibi tepkilerle devam etti. Bir taraftan da Bektaşiliğe dair çeşitli eserler kaleme alındı. Bektaşi şiiri ve fıkraları çok geniş alanlara yayıldı.
Sonuç olarak yüzlerce yıl Yeniçeri Ocağı ile özdeşleşen ve devlet nezdinde kabul gören Bektaşilik, II. Mahmut döneminde devletin gazabına uğradı ve Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar “suçlu” muamelesi gördü. Bektaşiler de bu durum karşısında faaliyetlerini gizli bir şekilde yürüterek varlıklarını korumaya çalıştılar.
Kaynaklar: T. Baykara, “Yeniçeri Ocağının Kaldırılması ve İlk Tatbikat”, EÜ TAD, S. 11; S. Erduğan, Bektaşi Tekkelerinin Kapatılması ve Hamdullah Efendi”, ABAD, 2018, S. 17; K. Bal, “Tarihsel Süreç İçerisinde Bektaşiliğin Yeniçeriler Arasında Aldığı Şekil”, IV. Uluslararası Alevilik ve Bektaşilik Sempozyumu, Ankara, 2018; İ. Ortaylı, “Tarikatlar ve Tanzimat Dönemi Osmanlı Yönetimi”, OTAM, Ankara, 1995, S.6; F. Maden, “Bektaşi Tekkelerinin Kapatılması ve Bektaşiliğin Yeni Yüzyılı”, II. Uluslararası Alevilik ve Bektaşilik Bilgi Şöleni, Ankara, 2007, C.2.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***