YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Hukuksuzluğu anlamlandırmak için adalete dair bir tanı koymak elzemdir. O tanının lafı hiç de uzatmadan, daha yazının en başında konması gerekiyor. Adaletin değil, intikamın merkezde olduğu bir yargı, büyük bir sorundur.
Türkiye’de uzunca zamandır olan bu. Hedefe alınan ve dolayısıyla gözden çıkartılmış bulunan geniş kesimler, büyük bir zulme uğruyorlar. Tarihte eşi benzeri görülmemiş demek isterdim, ama bunu maalesef diyemiyorum. Çünkü Türk yargısının siyasetin güdümünde olması yeni bir görüngü değil. Doğu Perinçek’in ifadesiyle yargının siyasetin köpeği olması durumu Türk devlet geleneği denen ucube kadar eski bir uygulama. Bu topraklar, siyasileştirilmiş yargının minareyi kılıfına uydurma örnekleriyle dolu. Güçler ayrılığı fikrinin doğduğu modern zamanlardan sonra bile yargının siyasetten arındırılması gerçekleşemedi. Siyasal kültür kadar hukuk kültüründe de devletlû, ceberut, anti-özgürlükçü, bireyden nefret eden ve kolektifi – o da işine geldiği şekliyle – önceleyen, iliklerine kemiklerine kadar çürümüş ve yozlaşmış bir genetiğe sahip Türk yargısında adalet hiçbir zaman öncelenmedi, bilakis intikam merkezli yaklaşım yargının ana karakteristiğini oluşturdu. Bugün de olan bunun devamından başka bir şey değil esasen. Yapısal bir sorunla karşı karşıyayız.
Hiçbir zaman uzlaşıların kurumsallaşması olamamış, birilerinin başka birilerine iradelerini ceberutça dayatması ola gelmiş bir devlette bağımsız ve tarafsız, adalet yönelimli bir yargı müessesesi çıkmamasına şaşmak ne derece olağandır, merak ediyorum doğrusu. Sanki uzayda, Samanyolu’na yakın başka mümbit bir gezegenden gelmiş bir grup akıllı canlı, yeni geldikleri Dünya gezegeninde, hasbelkader Türkiye denen bir garabet ülkeye denk gelmişler ve her sabah ayrı bir dünyaya uyanan şaşkın ördek yavruları gibi izledikleri tabloya bakıp şaşırıyorlar: “Nasıl olmuş bu? İnanılmaz bir durum! Neden Türk yargısı bu noktada? Bağımsız bir savcı yok mudur, bu yolsuzlukların, mafyanın ve organize işlerin, rüşvetin, şiddetin, çetelerin falan üzerine gidecek? Yok mu bir babayiğit?” Gülmeyin yahu, olan gerçekten de tam olarak budur. Tek bir farkla: bunlar düpedüz hayatlarını tümüyle Türkiye’de geçirmiş insanlar.
1915’te Osmanlı vatandaşları öbekler-kafileler halinde, korkunç sayılarda, kadın, çoluk-çocuk, yaşlı falan bakmaksızın, bölgesel farklılık gözetmeksizin mezalime ve soykırıma tabi tutulduklarında da, ne adliyede ne de mülkiyede bu vatandaşların hakkını ve hukukunu savunan çıkmıştı. İzmir’e giren Türk birliklerinin gayrimüslim mahalleleri ateşe vermeleri ve körfezin katledilen insanların cesetlerinden geçilmez hale geldiği büyük katliamdan sonra da bu olayları soruşturmaya cesaret edebilen bir hâkim çıkartamadı bu topraklar. Ne Dersim katliamında, ne 6-7 Eylül pogromu esnasında ve sonrasında, ne de Varlık Vergisi zulmünde ve akabinde bu alışkanlık değişmedi. Acıları çekenler acılarıyla kalakaldı. Ölenler öldü, unutuldu, unutturuldu. Her zaman siyaset ne istediyse adliye onu veriyordu. Önemli olan devletti, Allah devlete millete zeval vermesindi.
Şimdi bazıları kızıyor, Batı’dan örnekler verince. Ne yapalım, onları biraz daha kızdıralım. Çünkü bu bilgiler menkıbeler anlatmaya benzemez. İsteyen menkıbeleri dinlesin, Dicle’de kaybolan koyunlardan falan bahseden onlarca yazı var. Bilge kral yaklaşımı denen, iyi yöneticiler olsa bunlar olmazdı türü izahatların esasında hiçbir anlam ifade etmiyor oluşu eğer size ters gelmiyorsa, masallara devam derim. Fakat eğer amaç karşılaştırmalı tahliller yaparak, bugün yargı sisteminde ve daha da ötesi hukuk felsefesinde, hatta devlet mimarisine ilişkin daha analitik ve gerçeğe tekabül eden, daha da önemlisi faydalı olma şansı bulunan teşhisleri koymaksa, o halde gelin okumaya devam edin bu yazıyı derim:
1215’te o bugün beğenmedikleri, dudak büktükleri Britanya’da Magna Carta imzalandı. Bu, Osmanlı Beyliği Söğüt’te kurulmadan tam 84 yıl önce oluyor! Magna Carta’nın dünya hukuk felsefesi ve uygulaması bakımından en can alıcı devrimi, hanedanın hukuk üstü olma durumuna son vermesi, gücü hukukla sınırlandırılmış iktidarı yaratmış olmasıdır. Magna Carta hukuk devletinin inşa edildiği temeldir. Ardından 1628 tarihli İngiliz Haklar Bildirgesi (Petition of Rights) gelir. Bu da başlı başına başka bir hukuk devrimidir. Yargı kararı ve kanuna dayalı olmadan tutuklama olmaz kaidesi bu belgeyle bağımsız mahkemelere vatandaş haklarını koruma yetkisini verdi. Kime karşı? Siyasi erke karşı! Yine barış zamanı sıkıyönetim ilan edilemeyeceğine dair hüküm de bu belgeyle Britanya modeli yönetimlerin parçası haline gelmiş oldu. Yine bir başka ilerleme, 1679 tarihli Habeas Corpus kaidesinin hukukun temeline yerleştirilmesidir. Haksız suçlandığını düşünen kişinin yargıya başvurup yargıç karşısına çıkarak davasını dile getirebilmesi, yargıç kararı olmadan özgürlüğünün kısıtlanamaması ilkesi, hukuk dışı ve ucu açık hapis cezasını engellemiştir. Dikkat edin, yukarıda anlattıklarımın tümü, bugün Türk yargısında olmayan özelliklerdir.
Dünyada yargı bir intikam aracı olmayalı çok uzun zaman oldu. Dahası yargının siyasetin köpeği olmamasının üzerinden 807 sene geçti. Türkiye ile ileri yargı ölçütleri olan özgür ülkeler arasındaki gelişmişlik düzeyi farkı sekiz asır!
Bu farkı nasıl kapatacaksınız?
Daha doğrusu kapatmak istiyor musunuz?
Kapatmadığınız sürece yargı siyasetin köpeği olmaya devam edecek. Size de – özür dileyerek ifade edeyim – köpek muamelesi yapacak! Hukuksuzluğu idrak etmek – anlamlandırmak – için adalet mekanizmasındaki bu ilkelliği, bu çağ dışılığı, bu barbarlığı görmek zorunda Türkiye toplumu. Siyasetteki kontrolsüzlük de, toplumsal çürüme de, yolsuzluklar da, dikiş tutturamama da bununla alakalı. Hukuk devletle sizin aranızdaki tampon bölgedir. Sizi devletin keyfiliğinden korur. Hukuk yoksa siz de yoksunuz.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***