Otoriter idareler rejimlerini sürdürmek bakımından algıları gerçeklerden daha fazla önemsediklerinden eleştiriye tahammülleri yoktur. Kendisini iç kritiğe tâbi tutamayan sistem, zamana ayak uydurmak için ihtiyaç duyduğu yenilenmeyi yapamaz. Bu yüzden dışarıdan çok güçlü gözükebilen iktidarları genellikle beklenmedik bir şekilde birdenbire çöker. Kendi sınırları içerisinde, eğitim ve medya üzerindeki hâkimiyetleri nedeniyle inşa ettikleri “kurgusal gerçeklik” iktidarlarını sürdürmelerini sağlayan en güçlü yanlarıdır. Fakat bu tür sahte gerçekliklere dayanan rejimlerin nasıl ansızın cazibelerini kaybedebileceğini Churchill, Sovyetler Birliği bağlamında şöyle dile getirir; “Propaganda mekanizmaları zihinlerini temelsiz şeylerle doldurmakta ve pek çok neslin gerçeklere ulaşmasını engellemekte olabilir. Fakat böyle hipnotize olmuş veya uzun bir gecede donmuş insan ruhu, kim bilir nereden gelecek bir kıvılcımla uyanabilir ve bir anda yalan ve baskıya dayanan yapı hayatiyeti için yargılanabilir.” Sovyetlerin yıkılışına ilişkin tarihçileri ve siyaset bilimcileri meşgul eden “Koca imparatorluk nasıl birden çöküverdi?” sorusunun belki de en kısa ve açık cevabı budur.
70’lerle birlikte, Komünist blokun vatandaşlarının talep ettiği tüketim mallarının üretiminde Batı’yla yarışabilmesinin mümkün olmadığı artık iyice ortaya çıkar. Bulgaristan Komünist Parti Sekreteri bir toplantıda şu tespitte bulunur; “Halk soruyor; Biz niye kumsallarımıza akın eden Batı Almanlar veya Avusturyalılar veya Danimarkalılar gibi, hatta onlardan daha iyi yaşayamıyoruz. Ki bize gelenler milyonerler değil, alelade işçiler…” Bir Sovyet yetkilisi olarak 70’ler ve 80’lerde Batı Almanya, Fransa, İtalya ve Belçika’yı ziyaret eden Gorbaçov, bu müreffeh demokrasilerdeki yaşamın Sovyet propaganda kitaplarında anlatılanlardan çok farklı olduğunu bizzat keşfedince kendini sorgular: “Oradaki insanlar bizim ülkemizdekilerden çok daha iyi koşullarda yaşıyorlardı. Şu soru aklımı kurcaladı: Ülkemizde yaşam standardı neden diğer gelişmiş ülkelerden daha düşüktü?”
Doğu Avrupa ülkeleri o dönemde Batılı ürünleri alabilmek için ihtiyaç duydukları dövizi, kısıtlı birkaç alan dışında ihraç edecek mal üretemediklerinden kazanamamaktadır. Böylelikle market raflarını doldurabilmenin tek yolu kalır; Batıdan borç almak. Washington bu fırsatı değerlendirerek finansal kredi vermek suretiyle, Doğu Avrupa’da liberal ve Batı yanlısı yönelimlerin güçlendirilmesine yönelik bir siyaset izlemeye karar verir. IMF, Dünya Bankası ve özel bankerler bu ülkelerin şişirilmiş resmi istastiklerini sorgulamadan kredi musluklarını açarlar. Böylece, 70’lerden itibaren yaklaşık on beş yıl gibi bir sürede, örneğin, Polanya’nın borcu yüzde üç bin, Çekoslovakya’nınkisi ise 12 kat artar. Bütün Doğu Avrupa ülkelerinin 1971’de toplam 6 milyar dolar olan borcu 1988’de 95 milyar dolara kadar çıkar.
Bu borçları ekonomilerinin daha üretici ve verimli hale gelmesini sağlayacak yatırımlar gerçekleştirmek yerine halkın yaşam standartlarını kısa süreli de olsa yükseltmek için kullanan Komünist ülkelerin, er ya da geç, sancılı ve sosyal karışıklıklara yol açacak iktisadi düzenlemeler yapmak zorunda kalacakları bellidir. Doğu Almanya’nın baş istatistikçisi ekonominin çöküşe gittiğini 1982-83 gibi anladığını, ama Batı’dan alınan kredilerin kısa vadede krizi engellediğini belirtir. Moskova, Doğu Almanya’nın giderek Batı Almanya’ya bağımlı hale geldiğini çaresizce izlemekten başka bir şey yapamaz. Batı Alman başkentindeki Sovyet Büyükelçisi, Doğu Almanya’nın iktisaden hayatiyetini sürdürme ihtimalinin artık kalmadığına inandığından, Sovyet liderliğine, yüksek bir “ödül” talep ederek Alman birleşmesine onay vermesi tavsiyesinde bile bulunur. (Bu öneri, Berlin Duvarı yıkıldığında hatırlanarak uygulanacaktır.)
Politbüro’ya 1986’da sunulan bir raporda, Doğu Avrupa ekonomilerinin batık vaziyette olduğu uyarısı yapılır; “Polonya borç içinde yüzmektedir, Macaristan’ın iflas bayrağını çekmesi an meselesidir, Bulgaristan ekonomisi Sovyet kredileri sayesinde ayakta durmaktadır, Doğu Avrupa ülkeleri kurtuluşu Sovyetler Birliği’ne daha fazla entegre olmakta değil Batılı bankalardan alınacak kredilerde aramaktadır.” Sovyet liderliğine sunulan bir başka rapor ise Varşova Paktı ülkeleri ekonomilerinin 1989-1990 gibi çökecekleri tahmininde bulunur. Komünizm artık kapitalistler finanse ettiği sürece yaşayacaktır.
Sovyetler Birliğinde kapanmayan ilk çatlak Polonya’da açılır. Direnişin liderliğini işçi örgütü Dayanışma Sendikası (Solidarity) başkanı Lech Walesa ve arkadaşları yürütür. Öte yandan Polonya yaşamında geleneksel olarak önemli etkinliği olan ve bu nedenle komünist dönemde bile faaliyetleri sınırlandırılmış olsa da ülkede varlığına izin verilmek zorunda kalınan Katolik Kilisesi, Marksist-Leninist resmi ideolojiye karşı önemli bir alternatif değerler sistemi ve entelektüel çerçeve sunar. Bir Leh olan Kardinal Wojtyla’nın II. John Paul ismiyle 1978’de Papa seçilmesi, Katolik Kilisesinin Polonya’daki prestijini müthiş artırır. Slav asıllı ilk Papa olan II. Paul, Polonya’ya 1979’da gerçekleştirdiği ziyaret sırasında milyonlarca insan tarafından “Tanrıyı istiyoruz!” sloganlarıyla karşılanır. Dayanışma hareketinin başarıya ulaşmasında Katolik Kilisesi’nin verdiği destek oldukça önemlidir.
Politbüro kendisini çaresiz hisseder. Afganistan’da uzayıp giden savaşın maliyeti ve düşen petrol fiyatları Sovyet ekonomisini zayıflatmıştır. Bir Rus analist “Doğu Avrupa’yı özgürlüğe kavuşturanlar Kremlin koridorlarındaki düşünürlerden ziyade Afgan dağlarındaki mücahitlerdir” der. Polanya’ya askeri müdahalede bulunulursa Batı yaptırımlarıyla yüzleşilmesi kesin gibidir. Sovyet ekonomisinin Batı’nın yeni ekonomik yaptırımlarına dayanabilmesi imkânsızdır.
Politbüro 1981’de oybirliğiyle “Kapitalist ülkelerin baskısına dayanamayabiliriz, önce kendi ülkemizi düşünmek zorundayız. Bu nedenle Polonya Dayanışma hareketinin kontrolüne geçse bile kesinlikle müdahalede bulunulmayacaktır.” kararı alır. Bu Sovyet liderliğinin, artık dünyadaki proleteryayı temsil etmediklerini, Polonya’da bile Marksist-Leninist ideolojinin işçiler tarafından reddedildiğini kabul ettiği andır. Bu kararın o zaman bilinmesi halinde, Sovyetlerin 1989’dan çok daha önce çökeceği tahmine müsaittir. Fakat Politbüro bunu hiç hissettirmeden sanki gerekirse askeri müdahalede bulunacakmış havası vererek Varşova hükümetini işçileri bastırması için korkutur. Bunun üzerine Polonya hükümeti Dayanışma Sendikası liderlerini hapse atar.
Sovyetleri 1964’den beri yöneten, boş vakitlerini büyük lüks araba koleksiyonuyla geçirmeyi seven Breznev 1982’de ölür. Onun yerine gelen Yuri Andropov KGB Başkanıdır. Ekonomik durgunluğun yapısal sorunlardan kaynaklandığının farkında olan Andropov, sistemin ne şekilde reforme edilebileceğine ilişkin tartışmalar başlatır ve bazı deneylere girişilmesi için cesaretlendirir. Mihail Gorbaçov’u keşfeden ve görece genç yaşına rağmen Politbüroya kadar yükselmesini sağlayan Andropov’dur. Böbreklerinden rahatsız olan Andropov 1984’de ölür, yerine geçen Chernenko da selefi gibi yaşlı ve hasta olduğundan 13 ay sonra 1985’de o da ölür. Onun yerine bu kez 54 yaşındaki Gorbaçov seçilir.
1931 doğumlu Gorbaçov bir köylü çocuğudur, Moskova’ya üniversiteyi okumak için gelir, orada parlak bir felsefe öğrencisi olan Raisa Titorenko’yla tanışıp evlenir. 1955–1969 arasında Komünist Parti’nin gençlik kolu olan Komsomol’un Stavropol’daki yetkilisi olarak ülkesinin kasabalarını dolaştığında, Sovyet günlük yaşamının fakir gerçekliği ile parti liderliğinin komünizm altında parlak bir gelecek vaadeden yapay sloganları arasındaki büyük uçurumu görür. Eşi Raisa da o yıllarda köylü yaşamına ilişkin tezinin araştırmaları için ücra kasaba ve köyleri motosikletle dolaşır. Şu gerçeği bizzat keşfederler: Yerel şartları ve oradaki insanların görüşlerini dikkate almadan yapılan merkezi planlama her yerde yolsuzluk, beceriksizlik ve verimsizliğe yol açıyordu. “Merkez” yeni fikirlere kapalıydı, sadece talimatlarının noktası, virgülüne kadar uygulanmasını istiyordu.
Gorbaçov bilahare “Kendi fikirlerinizle ortaya çıkmak demek, belaya hazır olmak demekti, hapsi boylamayı göze almanız gerekirdi” diye anlatır sistemin işleyişini… 1968’de Prag’a gittiğinde ise yeni bir gerçekle yüzleşir: Doğu Avrupa halkları liberalleşmeye inanıyordu ve Sovyet liderliğinden nefret ediyordu. “Şoka uğramıştım. Bütün telakkilerim alt üst olmuştu” diye anlatır ziyaretin kendisi üzerindeki etkisini… Çiftin en çarpıcı özelliği ülkelerinin ve dünyanın gerçekliğini Sovyet propagandasından hiç etkilenmeden kavrayabilmelerinde yatar. ABD’nin meşhur diplomatlarından, Rusya uzmanı George Kennan bunu “mucizevi” bulur.
Chernenko’nun yerine Politbüro üyeleri arasında kendisi gibi biri yerine Gorbaçov’un seçilmiş olması, reform arzusunun çıktığı boyutu gösterir. Aslında Politbüroda, Gorbaçov’un seçilmesine taraftar olmayan “eski kafayı” yansıtan bir çoğunluk vardır, fakat merkez komite üyeleri ve bölgesel parti sekreterlerinin güçlü desteğine sahip Gorbaçov’un yükselişini engelleyemezler. Aslında etkileri o zaman daha pek dışarıya yansımamış bir zihinsel devrim sözkonusudur; 1985’e gelindiğinde neredeyse bütün Sovyet eliti serbest pazara dayanan kapitalizmin, planlı ekonomiye dayanan komünist rejimden daha üstün olduğunu kabul etmiş vaziyettedir.
Yıllar sonra ilk kez Sovyetlerde dinamik bir liderlik ortaya koyan Gorbaçov glasnost (açıklık, şeffaflık) ve perestroika (reform) adını verdiği bir dizi siyasalar yürütmeye başlar. Öte yandan, 26 Nisan 1986’da Ukrayna’daki Çernobil nükleer santralının bir arıza nedeniyle patlaması sonrasında yaşanan insanlık dramı, Sovyetlerde dışarıya kapalı ve kendini yenileyemeyen sistemin köhneleştiği algısını iyice artırır. Sovyet idaresi, tarihin bu en büyük nükleer felaketi karşısında nasıl hareket edeceğini bilemez. Önce kazanın duyulması önlenmeye çalışılır, fakat İsveç’in nükleer uzmanları Sovyet atmosferinden radyasyon geldiğini tespit edip, hatta coğrafi olarak kaynağını da bulunca Moskova iki gün sonra daha fazla saklayabilmesine imkan olmayan Çernobil felaketinin duyurulmasına karar verir. Komünist rejimin bütün zaafları bu patlamayla gözler önüne serilir; patlamanın asıl nedenleri tedbirsizlik ve yeterli güvenlik önlemlerinin alınmamasıdır ve sadece SSCB ülkelerini değil bütün Avrupa’yı (ve Türkiye’yi de) etkileyen patlamaya ilişkin zamanında ve doğru bilgiler verilmekten kaçınılmıştır.
80’ler itibariyle vatandaşlarının temel beklentilerini yerine getiremediği artık ortaya çıkan komünizmin ekonomik başarısızlığı, aynı zamanda ideolojik bir iflastır. Üst düzey bir Sovyet iktisatçı 1988’de kendisine, “Gorbaçov’un perestroika siyasetini sosyal demokrasi ve Leninizm ile nasıl bağdaştırdıklarını” soran Batılı sosyalist bir gruba onları şaşırtan şu cevabı verir; “Artık bu izm’lerden bıktık ve yorulduk! Temel olan şey şu ki sosissiz olmuyor!”
Politbüro Yeltsin liderliğindeki reformcular ve statükocu şahinler arasında bölünmüş haldedir, Gorbaçov onlar arasında ılımlı orta yolcu bir siyaset izler. Bir toplantıda şahinlerin kendisine yönelik ağır eleştirilerine bozulan Yeltsin istifa mektubunu yazıp Gorbaçov’a gönderir. Bir Politbüro üyesinin bu şekilde istifa etmesi Sovyet tarihinde bir ilktir. Gorbaçov Yeltsin’i yatıştırmaya çalışırsa da kontrol edilmesi zor bir kişilik olmasına sinirlenerek tavrını son kertede şahinlerden yana koyar. Bileklerini keserek bir intihar girişiminde bulunan Yeltsin bayındırlıktan sorumlu bakan yardımcılığına atanır. Fakat bu olaylar, halk nezdinde Yeltsin’i, reformcu kişiliği yüzünden haksızlığa uğratılmış bir kahraman mertebesine yükselterek müthiş geri dönüşüne zemin hazırlayacaktır.
Bu şahinlerin son zaferidir. Gorbaçov halkın değişim arzusunu temsil eder. Sovyet basınında, Sovyet resmi tarihine, özellikle de Stalin dönemine ilişkin ağır eleştirileri içeren eser ve makaleler ardarda yayınlanır. Stalin Terörü mağdurlarından hâlâ yaşayanlar televizyonda başlarından geçenleri anlatırlar. Ülkede muazzam bir özgürlük havası eser, öyle ki orta eğitim tarih kitaplarının yeniden yazılması gerekliliği ortaya çıktığından bütün tarih sınavları ertelenir.
Gorbaçov, Sovyet itibarını olabildiğince kurtaran bir strateji izlenerek Afganistan’dan askeri güçlerin tümüyle geri çekilmesi için talimat verir. Çekilme süreci Şubat 1989’da son Sovyet askerinin de ayrılmasıyla sona erer. Perestroikanın Gorbaçov açısından beklenmedik ilk sonuçlarından biri Baltıklar ve Kafkaslarda hemen başgösteren milli hareketlenmelerdir. Sovyetler Birliğinde milliyetçi uyanışın bu bölgelerle sınırlı kalmayacağını ilk hissedenlerden biri Başbakan Ryzkov’dur. 1989’da Politbüro toplantısında, “Baltıklardan değil asıl Rusya ve Ukrayna’dan korkmalıyız. Bu tamamen parçalanma demektir. Yeni bir hükümet, hatta yeni bir ülke demektir” der. Ne kadar haklı olduğunun anlaşılması uzun sürmeyecektir.
Gorbaçov, Mart 1990’da 60 ekonomistten oluşturulan bir komisyondan iktisadi reformların hızlandırılması için bir çalışma yapmalarını ister. Pazar ekonomisine geçişi hedef olarak benimseyen bu komisyon, fiyatların peyderpey serbest bırakılması, küçük şirketlerin devlet elinden çıkarılması, iş garantisi yerine işsizlik tazminatı veren bir sosyal güvenlik sistemi getirilmesi gibi tavsiyelere yer veren bir program hazırlar. Gorbaçov bu önerileri çok radikal bularak “Kumar oynamak istiyorlar. Herşeyi yarın açık hale getirelim, her yerde pazar koşullarını tesis edelim, serbest teşebbüse ve her türlü özel mülkiyete yeşil ışık yakalım. … Bunları desteklemem sözkonusu değildir.” tepkisini verir. Bunun yerine, beş yıllık sürede “denetimli pazar ekonomisine” geçişi öngören bir program kabul edilir. Bu tavır, bir an evvel kapitalist ekonomiye geçişi savunanlar için bunu Gorbaçov gibi bir şahsiyetin başında bulunduğu bir Komünist idare ile bile yapamayacaklarını anladıkları andır. Onlar için mesaj açıktır; Rusya’ya kapitalizmin gelebilmesi ancak Komünist Partinin iktidardan gitmesiyle mümkündür.
1990 Yazında, Yeltsin liderliğindeki Rus Parlamentosu egemenliğini ilan eder ve çıkardığı yasaların Sovyet kanunlarının üzerinde olduğunu duyurur. Yeltsin, artık kendisini Politbüro’ya karşı yükümlü hissetmeyecek, oradan aldığı talimatları dikkate almayacaktır. Şahinlerin 1991’deki başarısız darbe girişiminden sonra iyice zayıflayan Gorbaçov, iktidarını istemeyerek de olsa artık “Rusya Devlet Başkanı” olan Yeltsin liderliğindeki radikal reformculara bırakacak, Sovyet bayrağı 25 Aralık 1991’de Kremlin’den indirilecektir.
Sovyetlerin yıkılış sürecinin en önemli ayrıntılarını bile bir makalede özetleyebilmek tabiatıyla mümkün değil. Burada Gorbaçov’un pek çoğunun sandığının aksine ülkesinin “paldır küldür” serbest piyasa ekonomisine geçişinden sorumlu kişi olmadığını olayları özetleyerek anlatmaya çalıştım. Yankı odalarını dolduran ideolojik söylemlerden gına getirip tarihi gerçeklerin ne olduğunu merak edenler için…
- Ömer Murat, Dış Politika ve Siyaset Uzmanı, Eski Diplomat
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***