Baskıcı sistemlerden demokrasiye geçişlerde kurumların, kurallardan daha önemli olduğu belirtiliyor. Totaliter olanlarda ise dönüşüm ancak savaşın yıkımının, büyük bozgunların ardından olası: Almanya, Japonya, İtalya örneklerindeki gibi. Stalin’in ölümünün ardından SSCB’nin izleği ve akıbeti ise ortada. Çin’in “üçüncü yol” safsatası da Tibet, Doğu Türkistan, Hong Kong, pandemi yönetimi örneklerine bile başvurmadan gözümüzün önünde.
Türkiye’nin totaliter olmasa da otoriter seçimli sisteme dönüştüğü genel kabul gören gözlem. Yirmi yıllık deneyimden damıtılan üç temel sonuç var bence ortada: Başkan(cı)lık düzeninin (buna düzen değil kaos demeli belki) ülkemizin tarihsel yönelimine uymadığı ve bünyenin bunu reddettiği. Cumhuriyet tarihimizin herhalde en “sivil” yöneticisi olan Erdoğan’ın özellikle 15 Temmuz’un ardından kendi (ama içten ama zoraki) başlattığı evrimi, o kendi yarattığı izlenimini verdiği büyük şansı yine kendinin heba etmesi, neredeyse çıkıp üzerinde tepinmesi. İslâmcılığın en ılımlı biçiminin dahi en sıradan demokrasiyle bir arada var olamayacağı, üçüncü halin olmazlığı.
Üstelik devletin tanımı, ne olduğu, neye yaradığı konusunda da hemfikir değiliz. Devleti kutsama, devlet tapıncı kimi “yüzüncü yılında cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırma” söylemini paylaşan muhalifler arasında dahi yaygın. Nitekim vize serbestiyeti ödülü uğruna bile olsa terörün tanımının AB ile uyumlu hale zinhar getirilememesi bu durumun çarpıcı bir dışavurumu. Bir başka gösterge benim daha ilgili olduğum ulusal güvenlik ve dış politika alanlarına yönelik egemenci ve taşracı yaklaşımın muhalefetçe de paylaşılması. AB’ye üyelik, ABD/Batı’yla ilişkiler, Ukrayna’nın yanında ve Putin’in karşısında olmak, üyesi ve kurucusu olduğumuz NATO başta AK, AGİT, AİHM, OECD gibi kurumlardaki yerimiz gibi örnekler çoğaltılabilir.
Bunlardan güncelliği ve yakınlığı bakımından Rusya ile ilişkileri sürdürmenin zorunluluğu ama modalitesinin yenilenmesi gereğine ayrı bir parantez açılabilir. Oradan hareketle Prof. Dr. Serhat Güvenç’in anımsattığı (dk.42 itibarıyla) “Soğuk Savaş’ın kazanan tarafında olmak ama orada konumlanamamak” durumunun altı çizilebilir. Buradaki çelişki herhalde parçası olduğumuz NATO ve Batı’yla bir “modus vivendum/modus operandi” kurmak değil. Son NATO Madrid Zirvesi’nde kabul edilip, altına imza koyduğumuz on yıllık Stratejik Kavram Belgesi’yle de uyumlu olarak Rusya ve Çin’le cari işleri tedvir üzerine kafa yormakta.
Bizde sanki seçimler yapılıyor, halka fikri soruluyor ve kamu iradesine (askeri darbeler dışında) saygı gösteriliyor da Türkiye’de iktidar, devlet içinde fraksiyonlar arasında el değiştiriyor, yahut “çekirdek” (özellikle “derin” demiyorum) hep aynı kalıyor. Putin’in Ukrayna’yı işgale kalkışmasıyla Rusya tarihi ve bugünkü açmazları üzerine okuduklarımız da, örnekse Macron’un Cezayir hakkında (sonradan toparlaması için bir yıl süre gereken) kullandığı “politiko-militer bir yapının yönetimi ve sürekli tarihin rantını/ekmeğini yemesi/kendi iktidarı için araçsallaştırması” yorumu da, Soğuk Savaş döneminde bizim gibi cephe/kanat konumunda olmanın cefasını çeken Latin Amerika cumhuriyetlerinin demokrasi evrimi ve başkanlık sistemiyle ilişkileri de bu yönde esin verici koşutluklar barındırıyor.
Küreseli bırakıp yeniden yerelleşirsek görünüşte kalıcı ulusal güvenlik sınaması niteliğinde dış politika dosyaları olarak sunulan terörle mücadele, Ege, soykırım, Suriye-Irak’la ilişkiler vb. konuların özünde kurtuluş/kuruluş, imparatorluk/Misak-ı Milli bakiyesi Kürt, Ermeni, Rum dosyaları olup “kutsal emanetler” niteliği kazandığını görüyoruz. Oradan tersine mühendislikle akıl yürütürsek de yine çoğunluk ile çoğulculuk ikilemiyle karşılaşıyor, bunun düşünsel bir lüks, kenar süsü değil somut bir gerçeklik olduğunu anlıyoruz.
Levent Gültekin yazılarında çürümenin iktidar çevreleriyle sınırlı kalmayıp toplumda kök saldığına işaret ediyor. Yirmi yılın tahribatı sandığımızdan çok daha yaygın ve derin bence de. İslamcı takiyenin demokrasiyi, devletin kurumlarını içinden kemirmesi bir yana “Bal tutan parmak yalar.”, “Gemisini yürüten kaptan”, “Küpünü çeşme akarken dolduracaksın.”, “Atı alan Üsküdar’ı geçti” ve benzeri irfan dolu(!) özlü sözlerimizde örnek bulan kültürü de kökten değiştirmemiz gerekecek. Cumhuriyetimize yazın kavurucu güneşinde kuruyan bir ağacı canlandırır gibi demokrasi can suyunu verecek olan bizleriz.
Sosyal demokrasinin cennet bahçesi İsveç’in ardından bu defa Pazar günkü seçimde İtalya’da post-faşist Fratelli d’Italia’nın 26.01% oy oranıyla başı çektiği aşırı sağ ittifak 44.02% skoruyla galip çıktı, 600 sandalyeden 112’sini kazandı. Merkez Sol ittifak 25.99% ve Beş Yıldız (M5S) da 15.55% oranlarında kaldı. Post-faşist İtalya’ya bakıp, post-islamcı veya post-Kemalist Türkiye düşünülebilir mi? Napoli’de M5S’nin birinci çıkmasına, Yunanistan’da bizdeki gibi 2023’te yapılacak seçimlerde iktidardaki merkez sağ Yeni Demokrasi’nin en güçlü rakibinin Syriza olmasına bakıp HDP’nin başını çektiği Emek ve Özgürlük İttifakı için bir projeksiyon yapılabilir mi?
İtalya’da Meloni, 2002 Erdoğan’ı gibi “Bir de bunu deneyelim.” ve “Yeter ki hükümetin çalışacağı istikrarlı çoğunluk olsun.” dedirtti ve kazandı. Roma’nın sola oy veren işçi sınıfı bir semtinden geliyor. Annesi onu tek başına yetiştirmiş. Lise çağından beri aktif siyasetin içinde. Patlamasını ancak son senelerde yaptı. Aileyi kutsayan Meloni, evlenmeden birlikte yaşadığı erkek arkadaşından çocuk sahibi. İtalya’nın ilk kadın başbakanı olacak. Macron’un zafer konuşmasında ilk önce bağımsızlık vurgusu yapıp hemen ardından AB’yi öne çıkarması gibi onun da ne NATO’dan, ne AB’den çıkacağı var. Vatikan’ı siyasete hakim kılacağı da, hukuk devletini, ifade özgürlüğünü, toplantı ve yürüyüş haklarını temellerinden dinamitleyeceği de.
Bizde muhalefet zaten benimki gibi yakınmaları “zamansız zevzeklikler” olarak sınıflandırıyor. Ancak yolsuzluk ile kamu kaynaklarının çarçur edilmesine odaklanmakla yetinse dahi o yaklaşımın da kaçınılmaz siyasal sonuçları olacak. Vergileri düşürseniz, bu gelirlerin bir bölümünden dahi feragat etseniz yurttaşa desteği nasıl sürdürecek hatta artıracaksınız? Enflasyonu düşürmek için faiz yükseltseniz, ekonomiyi yavaşlatmadan, işsizliği artırmadan, ücretleri sabitlemeden ulusal ekonominin omurgasını nasıl düzelteceksiniz? Bu ve benzeri soruları bizim gibi çulsuzlar değil en cebi dolu ülkeler dahi hararetle tartışıyor: En basitinden, şirketlerin kârları patlarken neden emekçi değil hissedar kazanıyor? Hastalığı yenmek adına hastayı öldürmek veya yüreğini, ciğerlerini sökmek bilimsellik uğruna geçerli seçenek olabilir mi?
Seçimin mekaniği belli: İlk kez oy kullanacak gençleri ve Kürt seçmeni sandığa getirebilip, oylarını almak. Emek ve Özgürlük İttifakı’nın (HDP’nin) aday göstermemeye ikna olması. Altılı Masa partilerinin milletvekili seçimlerinde üçgenler kurarak birbirlerini adına yarıştan çekilmesi. Kabinenin ve Cumhurbaşkanı yardımcılarının atanmasıyla, “milletvekili mi olsam, bakan mı” ikileminin ilişkisi. Olası aday Kılıçdaroğlu sonrasında CHP’de liderlik yarışı. “Değişim yeterli mi, dönüşüm şart mı?” sorusuna verilecek yanıt. Çoğulcu cıvıltı ve özgürlükçü coşkuyla değil, mecbur bırakılarak belirlenen adayın sürükleyicilik, esin verme açığını gidermesi.
Sanki bilet aldığımız gemi bir türlü denize açılamıyor, bize sürekli makine dairesindeki çalışmaların belirsiz bir süre daha devam edeceği açıklanıyor. Öte yandan kendi kendimize “Bundan kötüsü olamaz, yirmi yıl yeter de artar.” diye mırıldanarak iman tazeliyoruz. Helâlleşme-hesaplaşma denkleminde islamcılık defterinin bir daha açılmamak üzere kapatılmasının da yer bulması gerekecek. Cerrahın ameliyata girip, müdahalede bulunmadan hastayı “açıp-kapaması” gibi restore edilecek kurum kalmamış olabilir. Meclis çoğunluğunun yeteceği kadar mı, başkanın buyuracağı kadar mı dönüşeceğimiz belirsiz. Dönüşümün dışavurum noktaları ulusal güvenlik ve dış politika dosyalarında üslup dışında esasa ilişkin kayda değer bir değişiklik olup olmayacağı da.
Umarım 2023 seçimi yeni bir ara durak değil, gerçek bir dönüm noktası olur. Dilerim ilelebet takılıp kaldığımız izlenimi veren şu “peyderpey” kafasından çıkarız. Zira çürümenin derinliği ve yaygınlığı “peyderpey” tedavisine yanıt vermeyecek boyutlarda. Yeni cumhurbaşkanının sivil ve sivilliği tümüyle içine sindirmiş olması zorunlu. Bir şeyler birilerinin “burnundan fitil fitil getirilecekse” bunun beş müteahhitle, borsa spekülatörleriyle sınırlı kalması gibi bir seçenek yok. Devletin el değiştirmesi değil yeniden kurgulanması gerekli.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***